9

"O kâfirler "Bu, onun uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu hususta, bir zümre de ona yardım etmiştir" dediler ve böylece, hiç şüphesiz bir haksız söz ve yalan söylediler. Dediler ki: "Bu ayetler onun başkasına yazdırıp, kendisine sabah-akşam okunmakta olan, evvelki kavimlerin masallarıdır." Onlara de ki: "Onu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi. Şüphesiz ki O, gafur ve rahîm 'dir." Dediler ki: "Bu, nasıl peygamber, yemek yiyor, çarşılarda yürüyor! Ona bir melek indirilip, beraberinde bir inzarcı bulunmalı değil miydi? Yahut ona (gökten) bir hazine atılmalı, yahut onun yiyebileceği bir bahçesi bulunmalı değil miydi?" Yine o zalimler "Siz (mü'minler), büyülenmiş birisinden başkasına tâbi olmuyorsunuz" dediler. Bak ki senin için ne misaller getirerek sapıttılar. Artık onlar, hiçbir yol bulamazlar".

Bil ki Allahü teâlâ önce tevhidden, ikinci olarak da putperestleri redden bahsedip, üçüncü olarak bu ayette nübüvvet meselesine değinmiş ve o kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr hususundaki şu şüphelerini nakletmiştir:

Birinci İtirazları

Birinci şüphe: Bu, onların "Bu, onun uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu hususta, bir zümre de ona yardım etmiştir" şeklindeki sözleridir. Bunun bir benzeri de, "Onu, bir insan eğitip öğretti"

(Nahl, 103) ayetidir. Bil ki bu ifade ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisinin,

Kur'ân'ı uydurduğu ve yalan söylediği manası Kastedilmiş olabileceği gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân'ı uydurup, yalan yere Allah'a nisbet ettiği manası da kastedilmiş olabilir. Sonra burada iki konu vardır:

İftira Kelimesi

Birinci konu: Ebû Müslim: "iftira" kelimesi fiilinin, iftial vezninde masdarıdır. Nitekim bazanderinin ölçülüp-biçilmesinde denilir. Binâenaleyh Dczukluğun sona ermesini bildirmek için (ıslah ettim. ıslah oldu; yumuşattım ve yumuşadı) denilir. Yine Arapça'da bir kişiye, onda bulunmayan kötü vasıfları ona isnad ederek sövüp sayan hakkında da denilir.

Yardımcı Dedikleri Kimseler

İkinci konu: Kelbî ve Mukâtil şöyle derler: "Bu ayet, Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur. O halde bu demektir ki, "Bu hususta, bir zümre de ona yardım etmiştir" diyen de odur. O "zümre" sözüyle, Huveytib b. Abdu'l-uzza'nın kölesi Addâs'ı, Amir b. el-Hadremi'nin kölesi Yesâr'ı ve Âmirin kölesi Cebr'i kastetmiştir. Bu üçü, ehl-i kitaptan idiler, Tevrat'ı okur ve ondan bazı kıssalar anlatırlardı. Onlar müslüman olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan, bunları öğrendi. İşte bundan ötürü Nadr bu sözü söyledi. Bil ki Allahü teâlâ onların bu şüphesine, "Böylece hiç şüphesiz bir haksız söz ve yalan söylediler." diyerek cevap vermiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç konu vardır:

Kur'ân'ın İ'cazı

Birinci konu: Ayetin bu kadarcık ifadesi, bahsedilen şüpheye cevap olarak kâfidir. Çünkü her aklı başında insan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o kâfirlere karşı Kur'ân ile meydan okuduğunu, o kâfirlerin alabildiğine fasih (edib) kimseler olduklarını ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işini iptal etmek için onların var güçlerini ortaya koyduklarını, hatta bu hırslarının, onları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bu ayette bahsedilen şey ile nitelemeye kadar vardırdığını bilmektedir. Binâenaleyh eğer onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e teklif ettiği gibi (Kur'ân'ın benzerini getirebilselerdi), mutlaka bunu yaparlardı ve bu iş onların maksadlarım elde etmeleri hususunda bu ve benzeri ayetlerde ileri sürdükleri şeylerden daha uygundu. Binâenaleyh eğer Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta başkasından yardım görmüş olsaydı, o kâfirlerin de o başkasından yardım almaları mümkündü. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Arapça'yı bilmede ve -aşkasından istifade hususunda onlarla aynı şartlara sahibti. Durum böyle olduğu halde, kâfirler bunu yapamadıklarına, Kur'ân'ın benzerini getiremediklerine göre, Kur'ân'ın fesahatta zirvede, i'cazda da en ileride olduğu anlaşılır. Bu deliller, Kur'ân'da defalarca geçip, bu sorunun (iddianın) yersiz olduğu böylece ortaya çıkınca, artık bu açık-seçik delillerden sonra, yine bu soruyu tekrarlamanın, ancak cehalet ve inat bataklığında oyalanıp durmadan ve boğulup kalmadan ileri geldiği ortaya çıkmıs olur. İpte bütün bunlardan ötürü, Cenâb-ı Hak bu şüpheye cevap olarak, "Hiç şüphesiz bir haksız söz ve yalan söylediler" demekfie yetinmiştir.

İkinci konu: Kisâî şöyle der: Ayetteki bu ifâde, "Onlar, zulüm yaptı, yalan söylediler" demektir ve tıpkı "Andolsun ki siz pek çirkin bir şey getirdiniz yani söylediniz" (Meryem, 89) ayeti gibidir. Dolayısıyla bu ifadeler bu (getirme) fiilinin mef ölüdürler. Zeccâc da, bu ifadelerin harf-i cerrin hazfi ile mansub olduklarını söyler. Ona göre kelamın takdiri (......) şeklindedir.

Üçüncü konu: Allahü teâlâ onların bu sözlerini, zulüm ve zûr (yalan) olarak nitelemiştir. Onların bu sözlerinin bir zulüm oluşu, böylesi çirkin bir fiili, bundan tamamen bir kişiye nisbet etmelerinden ötürüdür. Binâenaleyh onlar bu işi, mahallinin (sahibinin) dışında kullanmışlardır ki böyle bir şeyi esas yerinin dışına koymak zulümdür. Bunun bir zûr (yalan) oluşu ise, o kâfirlerin bu hususta yalan söylemiş olmalarından ötürüdür. Ebu Müslim: "Bu zulüm onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlayıp, dediklerini kabul etmemeleridir; bu yalan ise, onların O'nun hakkında yalan söyleyip, iftirada bulunmalarıdır" demiştir.

İkinci şüphe: Dikte ettirme "(Bu ayetler), onun başkasına yazdırıp, kendisine sabah-akşam okunmakta olan, evvelki kavimlerin masallarıdır" demeleridir. Bununla ilgili birkaç konu var.

Birinci konu: "Esatir", Rüstem ve İsfendiyar hikâyeleri gibi, geçmiş insanların uydurup söyledikleri masallar olup, ya "estâr"ın çoğuludur, yahut da, tıpkı "Ahâdis"in, "uhdûse" (uydurma şey) kelimesinin çoğulu oluşu gibi, bu da "ustûre'nin çoğuludur. lafzı, "Hazret-i Muhammed, bu esatiri, ehl-i kitabdan yani Addâs, Yesâr ve Cebr'den yazdırmıştır" demektir. O halde bu fiil, burada tıpkı (kan alınmesını istedi) ve (Damardan kan aldırdı) fiilleri gibi "Kendisi için yazılmasını istedi" demektir. ifadesi, "Bunlar ona okunur" demek olup, "O, ümmi olduğu için, bunlar onun için başkaları tarafından yazıldı, yani ezberlemesi için yazılan şeyden ona telkin edildi, okundu" manasınadır. Çünkü ezberleyecek kimseye telkin etmenin şekli tıpkı kâtibe dikte ettirmenin (söyleyip yazdırmanın) şekli gibidir.

Bükre ve Esil Tabirleri

Ayetteki "Sabah-akşam" ifadesi hakkında Dahhâk şöyle der: "Bu, "sabahleyin kendisine verilen-anlatılan şeyi, o size akşam okuyor-söylüyor. Akşam verilen-anlatılanı da sabah okuyor" demektir.

İkinci konu: Hasan el-Basri, "Bu ayetler kendisine sabah akşam okunmaktadır" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin bu sözlerine karşı cevab olarak zikrettiği bir sözdür. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Bu ayetler O'na zaman zaman vahiy ile yazdırılan verilen ayetlerdir. O halde daha nasıl, bunun evvelkilerden kalma efsaneler olduğunu sölüyorsunuz" demiştir. Müfessirlerin ekserisi ise, bunun o müşriklerin sözleri cümlesinden olduğu hususunda ve onların bununla, bahsedilen o ehl-i kitabın, sabah-akşam bu masalları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlattıkları manasını ettiklerinde ittifak etmişlerdir. Şu sebeblerden ötürü, bunun doğruya daha yakın şüphe yoktur:

1) Bu sözün, daha önceki sözlerle son derece ilgisi bulunmaktadır. Buna göre o kâfirler, "Muhammed evvelkilerin efsânelerinin yazılmasını istedi ve o masallar O'na, sabah-akşam verildi, okundu ve anlatıldı" demişlerdir.

2) Bu, onların "Bu hususta bir zümre de O'na yardım etmiştir" sözleri ile ttikleri şeydir.

3) Allahü teâlâ, bundan sonra onların bu sözlerine, "Onlara de ki: "O'nu, göklerde yerdeki sırrı bilen indirdi" buyurarak cevab vermiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: el-Basri'nin bu görüşü, istifham-ı inkârî için olan hemzenin, meftuh kılınması halinde doğru olur ve "evvelin" de vakfetmesi gerekir.

Allah onların bu şüphelerine "Onlara de ki: "Onu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi. Şüphesiz ki O, gafur ve rahimdir" buyurarak cevab vermiştir. Bununla ilgili birkaç bahis vardır.

Kur'ân Herşeyi Bilenin Sözüdür

Birinci bahis: Bu bahis, ayetteki bu ifâdenin kâfirlerin o şüphesine nasıl bir cevab olduğunun izahı hakkındadır. Bunu biraz önce de izah etmiştik: Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara Kur'ân'ın bir benzerini getirmelerini isteyerek meydan okumuştur. Onlar bunu yapamamışlardır. Binâenaleyh eğer, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) başkasından istifade edip, destek görerek bu Kur'an'ı meydana getirmiş olsaydı, onlar da o başkalarından istifâde ederek, Kur'ân gibi bir eser getirebilirlerdi. Bunu yapamadıklarına göre, Kur'ân'ın bir vahy-i ilahi olduğu sabit olur. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Onlara de ki: "O'nu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü Kur'ân'ın lafızlarını bu şekilde bir araya getirenin şu sebeblerden ötürü, mutlaka herşeyi açığı-gizliyi-sırrı bilen birisi olması gerekir:

1) Kur'ân'ın sahib olduğu fesahat, ancak herşeyi bilen birisi tarafından gerçekleştirilebilir.

2) Kur'ân, gayba ait haberleri ihtiva etmektedir. Bu da ancak herşeyi bilenden kaynaklanır.

3) Kur'ân, noksanlıktan ve kusurdan beridir. Böyle olma da, ancak herşeyi bilenden kaynaklanabilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Eğer o, Allah'ın katından olmasaydı onlar O'nda birçok ihtilaflar (tezadlar) bulurlardı" (nisa, 82) buyurmuştur.

4) Kur'ân'ın,bütün âlemin maslahat ve faydasını kulların nizamını sağlayacak -.kümler ihtiva etmektedir. Bu ise, ancak herşeyi bilen tarafından yapılabilir.

5) Kur'ân çeşitli ilimleri ihtiva etmektedir. Bu ise, ancak o her şeyi bilen tarafından olursa mümkün olur. Kur'ân işte bu bakımlardan kendisinin herşeyi bilen bir Zât'ın sözü olduğuna delâlet edince, o kâfirlerin bu şüphelerine cevab olarak "Onlara de ki: "O'nu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen İndirdi" ifadesiyle yetinmiştir.

Sır Kelimesinin İzahı

İkinci bahis: Âlimler, "sır" ile ne kastedildiği hususunda değişik izahlar yapmışlar, bazıları: "Bunun manası, "göklerde ve yerde olan, her sırrı gizliyi bilen ancak böyle bir kitabı indirebilir" şeklindedir" derken; Ebu Müslim, bunun manasının "O'nu sırları bilen indirmiştir. Binâenaleyh birisi bu hususta yalan söylecek olsa, mutlaka O ondan intikam alırdı. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Eğer (peygamber), bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette O'nu kıskıvrak yakalardık" (Hakka, 44-45) buyurmuştur" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bazıları da mananın şöyle olduğunu söylemiştir: "Allah, göklerde ve yerde saklı olan her sırrı bilir. Sizin, Hazret-i Muhammed'in söylediği şeylerin kesin bir hakikat olduğunu bile bile, O'nun aleyhinde gizli gizli kurduğunuz tuzaklar da, Hazret-i Muhammed'in işinin aslı ve sizin itham ettiğiniz şeylerden beri oluşu da, Allah'ın bildiği bu sırlar cümlesindendir. O, sizi ve o peygamberi, hakkınızda bildiğine göre, cezalandıracak veya mükafaatlandıracaktır.

Gafur ve Rahîm İsimlerinin Buradaki Anlamı

Üçüncü bahis: Cenâb-ı Hakk şu iki sebebten ötürü, bu ayette kendisinin gafur ve rahim olduğunu söylemiştir.

a) Ebu Müslim şöyle der: "Bunun manası, "O, Kur'ân'ı ancak inzar (ikaz, korkutma) için indirmiştir. Binâenaleyh O'nun gafur ve rahim olması, cezaları hemen peşin vermemesi gerekir."

b) Bu, o kâfirlerin kurdukları bu tuzaklar yüzünden, başlarına ilâhi azabın yağmur gibi yağmasını hakettiklerini, fakat Cenâb-ı Hakk'ın gafur ve rahîm olduğu için bunu şimdilik göndermeyip, onlara fırsat tanıdığına bir dikkat çekmedir.

Üçüncü Şüphe: Peygamberin Beşer Oluşu

Onların bu şüpheleri son derece, zayıf ve tutarsızdır. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için şu beş vasıfı sayıp, bunların O'nun peygamber olmasına mani olduğunu sanmışlardır:

a) "Bu, nasıl peygamber, yemek yiyor"

b) "çarşılarda yürüyor" şeklindeki sözleri, yani "O, bu özelliklere sahib olduğuna göre, bizden üstünlüğü nerede. O da bütün bu hususlarda bizim gibi" demektir.

c) "Ona bir melek indirilip, böylece beraberinde, O'nu tasdik eden, O'na bu hususta şehâdet eden ve O'na muhalefet edenlere karşı gelen, bir inzarcı bulunmalı değil miydi" ifadesi.

d) "Yahut O'na (gökten) bir hazine atılmalı, yani O'na gökten bir hazine gönderilip, O da onu harcayıp böylece geçimini temin için çarşı-pazar dolaşmaya muhtaç olmamalı değil miydi?" ifadesi,

e) "Yahut onun yiyebileceği bir bahçesi bulunmalı değil miydi?" ifadesi. Hamza ve Kisâi buradaki (yiyebileceği) fiilini, (bizim yiyeceğimiz) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları yâ ile okumuşlardır. Buna göre mana, "Eğer O'nun hazinesi yoksa, hiç olmazsa bir tüccar olmalı ve güzel bir bağı-bostanı bulunmalı değil miydi" şeklindedir.

f) "Siz (mü'minler), büyülenmiş birisinden başkasına tabi olmuyorsunuz" şeklindeki sözleri. Bu söz İsrâ sûresinin sonlarında da geçmişti.

Şüpheye Karşı Cevap

Allahü teâlâ, onların bu üçüncü şüphelerine de şu bakımlardan cevab vermiştir:

1) "Bak ki Senin için ne.misaller getirerek sapıttılar. Artık onlar, hiçbir yol bulamazlar" buyurarak. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis var:

Birinci bahis: Bu, onların bu şüphelerine nasıl cevab olabilir. Bu hususun izahı şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, başkalarından ayrıldığı şey, mucize olan o Kur'ân'dır. O kâfirlerin, ileri sürdüklerinin hiçbiri, Kur'ân'ın mucizeliğine zarar verecek şeyler değildir. Binâenaleyh onlardan hiçbiri, O'nun peygamberliğini zedelemez. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Kâfirlerin saptıkları ve senin peygamberliğini zedelemek istedikleri için hiçbir faydası ve manası olmayan böylesi misaller ve boş iddialarla nasıl oyalandıklarına bak. Onlar, bu hususta asla bir yara açamazlar. Çünkü bu konudaki tenkidler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iddia ettiği mucizeyi zedeleyebilecek şeylerle olur; bu tür sözlerle olmaz" demek istemiştir.

Burada yapılabilecek bir diğer izah da şudur: "Onlar sapıtınca, artık hakkı kabule güçleri kalmamıştır." Bu izah, biz ehl-i sünnetin inancına göre doğrudur ve bunun akıl ile izahı açıktır. Zira, insan ya hakka ve batıla, kendisini sevkedecek sebebler açısından, eşit durumdadır. Yahut da onu, bunlardan birisine götüren sebeb, diğerine götüren sebebten daha kuvvetlidir. Bak eğer birinci ihtimal söz konusu ise, eşitlik hâli bir tarafı tercihe imkan vermediği için, fiilin (yani ikisinden herbirinin) olması imkansızdır. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, taraflardan birinin ağır bastığı bu durumda, diğer tarafın olması imkansızdır. Binâenaleyh insanın kalbinde, delâlet (sapıklık) tarafının ağır basması halinde, hakkı kabul etmesi imkansız olur. İmkansız olan şeye ise güç yetirılemez. Böylece, onların sapmaları halinde artık hakkı kabul edemeyecekleri sabit olmuş olur.

Cehennemi Gören Münkirler

9 ﴿