16"De ki: Bu mu iyi, yoksa müttakilere vaad olunan ebedilik cenneti mi? Ki bu, onlar için bir mükafaat, bir varış yeridir. Orada ne dilerlerse, kendileri de ebedi olarak, onlarındır. Bu, Rabbinin üzerinde istenen bir vaaddir". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: İsm-i Tafdilin Özel Kullanılışı Bil ki Allahü teâlâ kıyamet saatini yalanlayanlara hazırlanmış olan ikabın durumunu anlatınca, bunun peşinden onların pişmanlık ve nedametlerini daha arttıracak olan ifadeyi getirmiş ve Resûlü'ne "De ki: Bu azap mı iyi, yoksa ebedilik cenneti mi?" buyurmuştur. Yani, "bu mu hayırlı, yoksa tasdik edip tatta bulunarak bu ebedilik cennetini arayıp bulmaları mı?" İmdi eğer, "nasıl olur da azab mı daha iyi, yoksa ebedilik cenneti mi?" denilebilir? Akıllı bir kimsenin, "Şeker mi yoksa sabır mı, hangisi daha tatlı?" demesi caiz olur mu?" denilirse biz deriz ki: Korkutmak sadedinde söylenirse, bu uygun ve yerindedir. Nitekim, efendisi köleye bir mal verse, o da inâd edip bunu almaya yanaşmayarak büyüklense. Bunun üzerine efendisi onu, şiddetli bir biçimde dövse, o zaman onu kınamak ve azarlamak için şöyle der: "Söyle bakalım, bu mu daha güzelmiş, yoksa o mu?" Ehl-i sünnet âlimlerimiz, "Müttakilere va'dolunan" ifadesiyle, "mükafaat vermenin Allah'a vâcib olmadığı hususunda, istidlal etmişlerdir. Çünkü bir kimse, "Hükümdar, falancaya şunları vermeyi va'detti" dese, bu ifade hükümdarın bir lütuf ve ikramda bulunacağı (et-tafdîl) anlamına hamledilir. Ama, bu verme onun üzerine vâcib olsaydı, o zaman, "O ona şunu va'detti" denilmezdi. Mu'tezile'ye gelince, onlar da bu ifade ile, kendi görüşleri hususunda istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ bunu takva sıfatıyla muttasıf olanlara va'detmiştir. Hükmün vasfa terettüp ettirilmesi ise, o vasfın hükmün illeti olduğunu ihsas ettirmektedir. İşte bunun gibi bu da, bu vaadin ancak, takva sıfatına bağlı olarak meydana geldiğine delâlet eder. Lütufta bulunma ise, müttakilere mahsus kılınmamıştır. Öyleyse, kendilerine mahsus kılınan bu mükafaat vacip olur. Cennetin Ebedi Sıfatıyla Tekidi Ebû Müslim şöyle demiştir: "Ebedilik cenneti, nimetleri sona ermeyen cennettir, huld ile hulûd kelimeleri aynı anlamdadır, tıpkı sükr ve şükür gibi. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur. "Biz sizden, ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz" (Dehr, 9) Buna göre, "Cennet, mükafaat yurdunun adıdır. Bu carmet, ebedi kılınmıştır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın daha, "ebedilik cenneti" buyurmasında ne fayda vardır?" denilirse, biz deriz ki: İzafet bazan temyiz için olur, bazan da kemâl sıfatını beyan etmek için. Nitekim, "Allah Hâlık'tır, Bâri'dir" denilir. Biradaki de bu kabildendir. Cenâb-ı Hakk'ın "Ki bu, onlar için bir mükafaat, bir varış yeridir" ifadesine gelince, bu hususta birkaç mesele vardır. Mu'tezile bu ayet ile, kulun mükafaat hak ettiğine şu iki şekilde istidlalde bulunmuştur: 1) "el-cezâ" kelimesi, ancak "hak eden" kimseyi içine alır. Va'dse, katıksız lütufta bulunmadır. Bu ise, bir "ceza-mükafaat" olarak isimlendirilmez. 2) Şayet, "karşılık, mükafaat"dan murad edilen, sırf va'dden dolayı kulların yönelecekleri şey olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesiyle (......) ifadesi arasında bir fark olması, o zaman da bu faydasız bir tekrar olmuş olurdu. Sünni alimlerimiz (r.h) buna şöyle cevap vermişlerdir: Bunun bir karşılık (ceza) olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. İhtilaf ancak, onun va'd ile mi yoksa hak etme ile gerçekleşmiş olan bir karşılık olduğu hususundadır. Ayette ise, bunlardan hangisinin murad edildiğine delâlet eden bir şey yoktur. Mu'tezile bu ayet-i kerimenin iki yönden Allah'ın büyük günah sahibini affetmeyeceğine delâlet ettiğini söylemiştir: 1) Büyük günah sahibi, ikaba müstehak olur. O halde onun, mükafaata müstehak olmaması vacib olur. Çünkü mükafat (sevab), zarar şaibesinden uzak olan sürekli bir faydadır. İkâb da, fayda şaibesinden uzak olan sürekli bir zarardır. İkisini uzlaştırmak ise, imkansızdır. Varlığı imkansız olan şeyi hak etmek de imkansız olur. O halde her ne zaman, ikâbın hak edildiği (istihkak) sabit olursa, ödülü hak edebilmenin ortadan kalkması da vacib olur. O halde Biz diyoruz ki: Eğer Allah büyük günah sahibini affetseydi, bu durumda ya onu cehennemden çıkarır, ama cennetine sokmazdı ki, ittifakla bu olamaz. Çünkü alimler, Kıyamet günü mükelleflerin ya cennetliklerden ya cehennemliklerden olacakları hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Hak teâlâ, "Bir kısmı cennette, bir kısmı ise cehennemdedir" (Şûra, 7) buyurmuştur. Yahut da, onu cehennemden çıkarır ve cennete sokar. Bu da olamaz. Çünkü cennet, Hak teâlâ'nın, "Su, onlar için bir mükafaat bir varış yeridir" ifadesinden dolayı, ancak müttakilerin hakkıdır. Binâenaleyh cennet, onlar için hazırlanmış ve onlara tahsis edilmiştir. Yine Cenâb-ı Hakk, cennetin mü'min ve muttakilerin amellerine bir karşılık olduğu için cennetin onlara ait olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh, cennetler onların hakkıdır. Birisinin hakkını başkasına vermek ise, caiz değildir. Bu üç ihtimal imkânsız olunca, onlar için ilahî affın olamayacağı sabit olmuş olur." Âlimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Niçin şöyle demek mümkün olmasın ki: "Müttakiler, affa mazhar olanları, Allah'ın cennete koymasına razı olurlar. Böyle olması halinde affedilenlerin, cennete girmesi imkansız değildir." 2) Mu'tezile şöyle der: "Büyük günah sahibinin, "mü'min" diye adlandırılıp adlandınlamayacağı hususunda ihtilaf etsek bile, şeri'at ıstılahında muttaki, inkârdan ve büyük günahtan kaçınan kimseye denir. Biz, büyük günah sahibinin, "muttaki"' diye adlandırılanı ayacağı hususunda da ittifak ettik. Hem sonra Cenâb-ı Hakk, cenneti anlatırken, cennetin müttakiler için bir mükafaat ve varış yeri olduğunu söylemiştir. Bu hasr (sadece onlar için) manasını ifade eder. Buna göre ayetin manası, "O cennetler, başkalarının değil, ancak muttakilerin varacağı yerdir" şeklinde olur. Durum böyle olunca oraya, büyük günah sahiplerinin girmemesi gerekir." Biz (ehl-i sünnet) deriz ki: Bu konuda söylenebilecek nihâî söz şudur: Bu umûmî ifade ilahî vaîd (azap) hakkında açık bir ifadedir. Binâenaleyh bu umûmî manayı, vaad (cennet) ayetleri ile tahsis eder (sınırlarız). Uhrevî İşlerin Mazî Sgası İle Anlatımı Birisi şöyle diyebilir: "Cennet, müttakiler için bir mükafat ve varış yeridir. Fakat o, mükafaat olduktan ve varıldıktan sonra böyle olmuş olur. Öyte ise Cenâb-ı Hakk niçin, mazi sîgası ile "olmuştur" buyurmaktadır?" Buna şu iki şekilde cevap veririz: a) Allah'ın vaadi, gerçekte sanki olmuş-bitmiş gibi kesindir. b) Bu hüküm, Cenâb-ı Hakk bunları yaratmazdan çok uzun zaman önce Levh-i Mahfuz'da böyle yazılmıştır. Hak teâlâ'nın "Orada, ne dilerlerse, kendileri de ebedi olarak, onlarındır" hükmü tıpkı "Sizin için orada, nefislerinizin arzu ettiği şeyler var" (Zuhruf, 71) ayeti gibidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Baba Cehennemdeki Çocuğunun Kurtulmasını İsterse Birisi şöyle diyebilir: "Düşük derecede olanlar, yüksek derecede olanları görüp müşahede ettiğinde, mutlaka o dereceleri arzu edecek, isteyeceklerdir. Onlar Rablerinden bunu istediklerinde, eğer Allah onlara bunu verecek olsa, eksik ile kâmil arasında bir fark kalmayacak. Yok eğer görmeyecek olsa, bu da Hak teâlâ'nın, "Orada, ne dilerlerse (...) onlarındır" beyanını zedeleyecektir. Hem sonra, bir babanın, çocuğu en aşağı cehennemde ve en şiddetli azab içinde olurken, baba çocuğunu bu azabtan kurtarma arzusu taşıdığında, mutlaka Rabbisinden, çocuğunu oradan kurtarmasını isteyecektir. Eğer Alan bunu yaparsa, o zaman kâfirin azabının ebedî oluşu hususu zedelenecektir. Yok eğer yapmazsa, bu da "Orada ne dilerlerse (...) onlarındır" ve "Sizin için orada, -efislerinizin arzu ettiği şeyler var" (Zuhruf, 71) ayetlerini zedeler." Buna şu şekilde cevap veririz: Allahü teâlâ bu düşünceyi cennetliklerin kalblerinden siler. Hatta onlardan her biri, içinde bulunduğu cennet lezzetlerinden ötürü, başkasının haline dönüp bakmaya zaman bile bulamayacaktır. Cennet nimetlerinin şartı devamlı olmasıdır. Çünkü eğer sonlu olsaydı, bir çeşit kederle (son bulacak korkusuyla) içice olurdu. İşte bundan ötürü Mütenebbî "Bana göre kederlerin en şiddetlisi, sahibinin sona ereceğini kesin olarak bildiği sevinçtedir" demiştir. Cenâb-ı Hakk, bundan ötürü cennet nimetinin ebedî olduğunu bildirerek, "Orada ne dilerlerse, kendileri de ebedî olarak onlarındır" buyurmuştur. Ayetteki bu ifade, bütün istek ve gayelerin, ancak cennette gerçekleşeceğine, başka yerlerde ise, bunun gerçekleşemeyeceğine, aksine dünyevî rahatlıkların ve zevklerin mutlaka birtakım üzüntü, keder, yara ve berelerle içice olduğuna sanki dikkat çekmektedir. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim, yaratılmamış bir şeyi İsterse, onun peşine düşerse, boş yere kendini yormuş olur ve onu yiyemez" buyurdu. "O nedir, ya Resulellah" denince, "Bir günlük sevinç" buyurdu. Hak teâlâ'nın "Bu, Rabbin üzerinde istenen bir vaaddir" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci sual: (......) kelimesi, vucûb (gereklilik) ifade eder. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"Kim bir şey nezreder ve onu belirlerse ona belirlediğini tastamam yerine getirmek vâcibtir" Darekutni, 4/159 (Benzeri hadis).buyurmuştur. O halde, ayetteki bu ifade bu işin Hak teâlâ'ya vâcib olduğunu gösterir. Vâcib ise, yapılmaması halinde, yapmayanın zemme müstehak olduğu şeydir. Yahut da vâcib yokluğu imkansız olan şeydir. Dolayısıyla eğer ayetteki vaciblik, birinci manaya göre ele alınırsa, onu yapmama imkansızdır. Çünkü onu yerine getirmeme, zemme müstehak olmayı gerektirip, Allahü teâlâ'nın da zemme müstehak olması imkansız olup, imkansızı gerektiren de imkansız olunca, onu yapmaması imkansız olmuş olur. Muhale (imkansıza) ise, Allah'ın kudreti taalluk etmez. Buna göre bu, "Allah onu yapmamaya kadir değil" manasına gelir. Bu sebeple de Allah o işi yapmaya mecbur edilmiş demek olur. Yok eğer ayetteki vâciblik ikinci manada, yani "olmaması imkansız olan şey" manasına alınacak olursa, o zaman mecbur oluş ile ilgili söz, yine kaçınılmaz olur. Böylece de Allah aksine kadir olmamış olur. Şimdi eğer: "Bu, vaad hükmüne göre böyledir" denilecek olursa, deriz ki: Eğer Cenâb-ı Hakk bunu yapmayacak, bu vaadi yerine getirmeyecek olsa, doğru haberi yalana, ilmi cehalete dönüşmüş olurdu. Bu ise imkansızdır. İmkansıza götüren şey de imkansızdır. O halde, Allah'ın bu vaadi (cenneti) terketmesi muhaldir. Öyle ise, Cenâb-ı Hakk bunu yapmaya mecburdur. Yapmaya mecbur olan ise, kadir diye tavsif edilemez. O zaman da övgüye müstehak olamaz. İşte bu sorunun tamamı budur." Buna şöyle cevap verilir: "Bir şeyi yapmak, onu yapmayı haber vermeden ve bilmeden önce gelir. Binâenaleyh o fiil, mecburen yapılan bir şey olmamış olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk, kadirdir ve medh-ü senaya müstahaktır." "Vaad" kelimesi, cennetin, kulların haketmelerine göre değil de, Allah'ın bunu onlara vaadi olmasından dolayı elde edileceğine delâlet eder. Bunun izahı daha önce geçmişti. Âlimler, ayetteki "mes'ûlen" (istenmiş) kelimesi hakkında şu izahları yapmışlardır: a) Mükellefler, Cenâb-ı Hakk'tan "Rabbimiz, peygamberinin (dili ile) bize vaadettiğini ver" (Al-i İmran, 194) diyerek bunu isterler. b) Mükellefler bunu, lisan-ı halleriyle isterler. Çünkü onlar, Allah'a taat hususunda çok şiddetli bir meşakkat sırtlanmış oldukları için, bu sanki Cenâb-ı Hakk'tan isteme gibi olmuş Olur. Mütenebbi şöyle der: "Benim (sana) ihtiyacım var, senin de (bunu anlayacak) akim var. O'nun yanında susuşum, konuşmak ve hitab etmek gibidir." c) Melekler, Allahü teâlâ'dan bu vaadi, "Ey Rabbimiz, onları Adn cennetlerine sok" (Mü'min, 8) diyerek isterler. d) "Vâ'den mes'ûlen", gerekli (vâcib) olan bir vaad" demektir. Nitekim Arapça'da, "Sana vacib (kesin) olarak, bin lira vermeyi vaadediycrum, sen istemesen de" denilir. "Bu izahı, Ferrâ yapmıştır. Diğer izahlar, buna nazaran daha doğrudur. Çünkü onlar kelimenin hakiki manasına daha yakındır, Ferra'nın söylediği ise mecazidir. e) O vaad, Mu'tezileye göre, hakedildiği için, ehl-i sünnete göre de vaadedildiği ı. bir hak, bir vâcib olduğu için, onun hakkı istenilmektir. |
﴾ 16 ﴿