24"Bize kavuşmayı ümit etmeyenler dediler ki: "Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi? Yahut Rabbimizi görmeli değil miydik? Andolsun ki onlar içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir azgınlıkla haddi aşmışlardır. Melekleri görecekleri gün, "Evet o gün günahkârlara, hiçbir sevinç haberi yoktur. Size (müjde) yasak edilmiştir, yasak!" diyeceklerdir. Biz onların yaptıkları amellerin önüne geçtik ve bunları saçılmış (boşa gitmiş) zerreler yaptık. O gün cennet yaranının duracakları yer, çok hayırlı dinlenecekleri yer çok güzeldir.". Bil ki "Bize kavuşmayı ümid etmeyenler dediler ki", ayeti Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmeyenlerin dördüncü şüpheleri olup, bunun neticesi, "Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iddiasında haklı ve doğru olduğuna şehâdet etsinler diye niçin melekler indirmeli, yahut Allah'ın onu bize peygamber olarak haber vermek üzere Rabbimizi görmeli değil miydik?" şeklinde bir manadır. Bu şüphenin izahı şöyledir: Bir şeyi elde etmek isteyen kimsenin, onu elde etmek için, birisi ona kesinkes götüren, diğeri götürüp götürmeyeceği şüpheli olan iki yolu bulunursa, hakîm (hikmetli) kimseye yakışan, maksadına ulaşması için en kuvvetli ve en güzel yolu seçmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, Resûlullah'ın paygamberliğinin doğruluğuna şahidler olarak melekler indirmesinin maksada daha çabuk ulaştıracağında şüphe yoktur. Binaenaleyh eğer Cenâb-ı Hakk Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik ettirmeyi istemiş olsaydı, şüphesiz bunu yapardı. Allahü teâlâ bunu yapmadığına göre, onun Hazret-i Peygamberi (açıkça) doğrulamayı irade etmemiş olduğunu anlıyoruz. İşte bu şüphenin tocesi budur. Sonra bu ayette İlgili birkaç mesele var: Ferrâ "Bize kavuşmayı ümit etmeyenler" ifadesinin "Onlar, bize kavuşmaktan korkmazlar" manasında olduğunu, ayetteki "recâ" (ümid)in, "korku" yerine anılmasının, bir inkâr manası taşıdığında, Tihâme lehçesi üzeredir. Hak teâlâ'nın (Nûh, 13) ayetinin "Allah'ın azametinden korkmazlar" demek olduğunu söyler. Kâdî ise şöyle der: Böyle bir izah manasızdır. Çünkü bir sözü, hakiki manaya hamletmek mümkün iken mecazi manaya hamletmek caiz değildir. Putperestlerin durumunun ahireti inkâr etmeleri yüzünden ilâhî cezadan endişelenmedikleri gibi, bizimle karşılaşmayı ve yapılan taatlara karşı, cennet ve diğer mükâfaat vaadlerimizi ummayacakları malumdur. Bunu ummayanların, ilahi cezadan endişelenmeyecekleri de malumdur. Demek ki o korku, bu recâya (ummaya) tabidir. Mücessimeye ve Mu'tezile'ye Reddiye Mücessime Cenâb-ı Hakk'ın "Bize kavuşmayı" ifadesine tutunarak, Allah'ın bir cisim olduğunu ileri sürmüşler ve şöyle demişlerdir: "Lika, varmak, ulaşmak demektir. Nitekim "Ona ulaştı, onunla bitişti, kenetleşti" manasında denilir. Cenâb-ı Hak da "su (ezelde) takdir edilmiş bir emr üzerinde birleşiverdi" (Kamer, 12) buyurmuştur. O halde, bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın cisim olduğuna oelâlet eder." Mücessimenin bu görüşüne şu iki yolla cevap verilmiştir: Birinci yol, biz ehl-i sünnet alimlerinin bazılarının yoludur ki, onlar şöyle demişlerdir: Buradaki likâ"dan maksat görmektir. Çünkü gören kimse, görmesi vesilesiyle, görülen şeyin "akikatına ulaşır. Binâenaleyh, bu demektir ki "Likâ" görme çeşitlerinden birinin adıdır. Diğer çeşidi ise, bitişmek, kenetlenmek ve dokunmadır. Binâenaleyh bu ayet işte bu açıdan Cenâb-ı Hakk'ın görülebileceğine delâlet eder. İkinci yol, Mu'tezile'nin yoludur. Nitekim Kâdî şöyle demiştir: "Ayetteki (......) kelimesini gözün görmesi anlamına alma, Arapça'yı bilmemek sayılır. Nitekim duada "Allah seni hayırla karşılaşın" denilir. Ve yine bazan bir kimse, daha sonra onu ister görsün ister görmesin, "Emîrle karşılaşmadım der. Yine âmâ olan kimse hakkında, emîr kendisine müsaade edip engel çıkarmadığında "Emîrle karşılaştı" denilir. Yine birisi karanlık bir gecede onu görmediği halde birisiyle karşılaştığında "onunla karşılaşır" denilir. O halde bu demektir ki, buradaki "Lika"dan maksad, "o öyle bir gündür ki hiçbir kimse kimseye hiçbir şeyle fâide vermeye muktedir olamayacaktır. O gün emîr (yalnız) Allah'ındır" (infitâr, 19) buyurulan günde, başkasının hükmüne değil, O'nun hükmüne varmak ve yönelmek demektir, yoksa gözün görmesi anlamında değildir." Bil ki bu söz tutarsızdır. Çünkü biz, "likâ"yı gözün görmesi anlamına almıyoruz. Tam aksine biz bu kelimeyi gözün görmesiyle bir şeye bitişip onunla kenetleşme manası arasında müşterek olan bir mana ile yorumluyoruz. Bu da, o şeye kavuşmaktır. Biz, gören kimsenin görmesi vesilesiyle görülen şeye ulaşacağını beyan etmiştik. O halde, pekçok mana arasında müşterek olan bir manayı ifade etmek için vaz olunmuş olan bir lafız, o manalardan herbiri için kullanılabilir. O halde kişinin "Allah seni hayırla karşılasın" âmânın "emirle karşılaştım", gören kimsenin "onu gördüm" anlamında (......) ve gören kimsenin "Ona ulaşamadım" anlamında, şeklindeki sözleri doğru ve yerindedir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "Bize kavuşmayı ümit etmeyenler" ifadesi, onları zemmetmek sadedinde gelmiştir. Binâenaleyh bu kavuşmayı ummanın mevcut olması gerekir. "Likâ"nın ifade ettiği şey, mekân bakımından ulaşma ile görmenin sağladığı ulaşma arasında müşterektir. Birincisi, imkansızdır, o halde ikincisi ister istemez taayyün edip ortaya çıkar. Kâdî'nin, "Ayetteki lika, onun hükmüne başvurmak manasındadır" şeklindeki sözü, bu lafzı, delil olmaksızın zahirî manasından uzaklaştırmaktır. Binâenaleyh ayetin, görmenin sıhhatine, hatta vücûbuna, hatta ve hatta bunu inkâr etmenin kâfirlerin dininden olduğuna delâlet ettiği sabit olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinin manası, "indirilmeli değil miydi?" şeklindedir. Kelbî ve Mukâtil, "Bu ayet, nübüvveti ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, Ebû Cehil, Velid İbn Muğîre ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur" demişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun ki, onlar içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir azgınlıkla haddi aşmışlardır" ifadesine gelince, bii ki bu kâfirlerin o dördüncü şüphelerine cevaptır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Keyfe Göre Mucize Verilmemesinin Hikmetleri Bu mesele bu ifadenin o şüpheye nasıl bir cevap teşkil ettiğinin izahı hakkındadır. Bu İzah, şu birkaç yönden yapılabilir: a) Kur'ân'ın mucize olduğu aşikâr olunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti de sabid olmuş, kesinleşmiş olur. Artık bundan sonra bu gibi mucize talebinde bulunmak, böyle bir istek ileri sürmek, sırf bir büyüklenme ve işi yokuşa sürmedir. b) Melekler inmiş olsaydı, bu da o mucizeler cümlesinden olurdu. Ve, bu iş meleklerin inişine tahsis edildiği için Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna yine de delâlet etmezdi. Tam aksine, onun mucize oluşunun umûmi olmasından ve böylece de o mucizeyi kabul etmek berikini reddetmek, birbirine müsavi olan iki şeyden birini herhangi bir üstünlük ve tercih sebebi bulunmaksızın, diğerine tercih etmek olur ki, bu da yine sırf büyüklenme ve işi yokuşa sürmedir. c) O müşriklerin Rablerini görmeleri, Rablerinden Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğru olup olmadığını sormaları ve Cenâb-ı Hakk'ın da, "Evet, o benim Resulümdür, o benim peygamberimdir" demesi durumunda bile bu, Hazret-i Muhammed'in elinde zuhur eden o mucizeyi tasdike herhangi bir katkıda bulunmaz. Zira biz açıkladık ki mucize, sözle tasdik etme yerine geçer. Zira peygamber nübüvvetini iddia ettiğinde, onun: "Ya Rabbi eğer ben bu sözümde doğru isem, şu ölüyü dirilt" demesi üzerine, normalde böyle bir şey imkansız olduğu halde, Allah'ın onu diriltmesi ile, doğrudan doğruya "Doğru söyledin, ey Resulüm!" demesi arasında fark yoktur. Sözlü tasdik ile, mucize ile meydana gelen tasdik, iddia edilenin ooğrulanması hususunda eşit olunca, bunlardan ille de birisini istemek sırf büyüklenme ve işi yokuşa sürme olur. d) Biz, ya Mutezilenin ileri sürdüğü gibi Cenâb-ı Hakk'ın fiillerini maslahatlara göre yaptığını kabul edecek veyahut da ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin ileri sürdüğü gibi, Allahü teâlâ'nın fiillerini kendi meşîetine göre yaptığını söyleyeceğiz. Binâenaleyh, eğer birincisi olursa o müşriklerin belli bir mucizeyi istemeleri caiz olmaz. Çünkü bazan o mucizeyi izhar etmek ancak Allahü teâlâ'nın bilebileceği bir kötülüğe yol açabilir. Binâenaleyh, ille de muayyen bir mucizeyi istemek bir küstahlık ve haddini bilmeme olur. Zira o herhangi bir şeyin faydalı olduğunu zannetti diye onun kesinkes faydalı olduğuna hükmetmiş olmaktadır. Halbuki kim bunu söylerse o kimse Kendisinin bütün şeyleri bildiğine inanmış olur ki, bu da büyük bir tekebbür ve büyüklenmedir. Eğer ikincisi olursa ki bu ehl-i sünnet ve'l-cemaat alimlerinin görüşleridir. Kulun, Rabbinden bu manada bir talepte bulunma hakkı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak dilediğini yapandır. O halde, O'ndan böylesi bir talepte bulunmak bir Kibiri ve kulluk sınırını aşıp, münakaşa ve karşı koyma durumuna geçmektir. e) Peygamberler göndermenin maksadı, halka ihsan ve lütufta bulunmaktır. O halde, en büyük hükümdar kendisine acıdığı için aciz kimselerden birisine iyilikte bulunup, bu aciz kimse de, Cenâb-ı Hak ile cedelleşmeye ve karşı koymaya oaşlayarak, "Ben şunu değil, aksine şunu isterim" derse, o zaman kendini bilmeyip haddini aştığı için, "bu fakir kendi kendine büyüklendi ve azarak haddini aştı" denilmesi yerinde olur. f) Kastedilen mananın şöyle olması da mümkündür: Allahü teâlâ, "Şayet onların bu talebi sırf büyüklenmeleri ve azgınlaşarak haddi aşmış olmalarından öne sürdüklerini bilseydim onların bu isteklerini yerine getirirdim. Ancak ne var ki, ben biliyorum ki onlar bunu sırf işi yokuşa sürmek ve sarpa sardırmak için yapmışlardır. Binâenaleyh şayet onların bu isteklerini yerine getirmiş olsaydım, onlar bundan kesinlikle istifade edemezlerdi. İşte bu sebeple şüphesiz onların bu isteğini yerine getirmedim" demiştir. Bu izah, lafızdan anlaşılmaktadır. g) Belki de onlar, ehl-i kitaptan Allahü teâlâ'nın, dünyada görülemeyeceğini ve dünyada avama melek indirmeyeceğini duymuşlardı, bunu biliyorlardı. Ama onlar, iman etmelerini sırf işi sarpa sardırmak yahut da istihza etmek için buna bağlamışlardır. Rûyet Hakkında Mu'tezile'ye Reddiye Mu'tezile şöyle der:"Ayet, Allahü teâlâ'nın görülemeyeceğine delâlet etmektedir. Çünkü o, görülebilseydi, böyle bir talepte bulunmak, haddi aşma ve büyüklenme olarak nitelenmezdi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onlar, içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir azgınlıkla haddi aşmışlardır' şeklindeki ifâdesi, ancak onların görmeyi istemelerinden dolayı söylenmiş bir ifadedir. Öyle ki, onlar şayet sadece meleklerin inmesini istemekle yetinmiş olsalardı, onlara bu şekilde hitab edilmezdi. Bunun delili şudur: Allahü teâlâ diğer bir ayetinde, kendisinin görülmesi meselesini müstakilleri ele almış, bu ayette de bu işin çok büyük bir şey olduğunu belirtmiştir. Bu da, "Ey Musa, biz Allah 7 apaşikâr görünceye kadar, sana kaüyyen iman etmeyiz" (Bakara, 56) ayetidir. Cenâb-ı Hak, bîr başka ayetinde de meleklerin inişinden bahsetmiş, fakat burada bu işin çok büyük bir şey olduğunu belirtmemiştir. Bu da o müşriklerin "Bize melekler indirilmeli ve biz melekleri görmeli değil miydik?" şeklinde sözleridir. Böylece, işte bu yaptığfmız izahla bu ayetteki büyüklenme ve küstahlaşarak haddi aşma gibi ifadelerin yer almasının, sırf Cenâb-ı Hakk'ın görülmesini talep etmekten dolayı olduğu sabit olmuş olur." Bil ki bu hususla ilgili sözümüz Bakara Sûresi'nin tefsirinde geçmişti. Biz burada sadece şunu beyan etmek istiyoruz: Cenâb-ı Hakk'ın "Bize kavuşmayı ümid etmeyenler!.', ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın görülebileceğine delâlet eder. Ama bu ayette yer alan, "büyüklenme, küstahlaşarak haddi aşma'.: gibi ifadelerin Allah'ın görülmesinin imkansız olduğuna delâlet etmiş olması mümkün değildir. Çünkü imkansız bir şeyi isteyen kimse hakkında "O, haddi aştı ve büyüktendi" denilmez. Baksana İsrailoğulları, "Ya Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap!" (A'râf, 138) dediklerinde, onlar hakkında bu imkansız işi talep etmiş olmalarından dolayı "büyüklendiler, küstahlaşarak haddi aştılar" ifadeleri kulanılmamış, tam aksine "muhakkak ki sizler cahil bir toplumsunuz" denilmiştir. Aksine haddi aşma ve büyüklenme vb. ifadeler ancak, insan ya kendisine yakışmayan şeyi kendisinden üstün olandan istediğinde veyahut da o istediği şey kendisine uygun olur ama o da onu işi sadece yokuşa sürdürmek maksadıyla talep ederse, kullanılır. Netice olarak diyebiliriz ki biz, rü'yetullah ister imkansız, isterse mümkün olsun, büyüklenme ve haddi aşma kelimelerinin hakikati hususunda pekçok izahlar yapmıştık. Hazret-i Musa'nın Cenâb-ı Hakk'tan onu görmek istediğinde, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa'yı bu şekilde tavsif etmemiş olduğu da buna bir delildir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) O'nu görmeyi arzuladığı için, böyle bir talepte bulunmuştur. Halbuki bu müşrikler, bu görme işini bir deneme ve işi yokuşa sürme amacıyla istemişlerdir. Bu sebeple de pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak onları bu şekilde nitelemiştir. Binâenaleyh Mu'tezile'nin ileri sürdükleri iddianın yanlışlığı sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hak "içlerinde" buyurmuştur. Çünkü onlar, büyüklenmeyi kalblerinde saklayıp, buna bu şekilde inanmışlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak "göğüslerinde, hiç şüphe yok ki, asla yetişemeyecekleri bir büyüklükten başka birşey yoktur" buyurmuştur. Ayetteki "Onlar zulümde haddi aştılar" demektir. Nitekim Arapça'da "Falanca haddi aştı" denilmektedir. Allah bu haddi aşmayı, "büyük olmakla" vasfetmekle, bunun çok büyük bir günah olduğunu bildirmiştir. Buna göre mana, "onlar bu denli büyük sözü söylemeye ancak kendilerinin büyüklerime ve azgınlıkta had noktaya varmış olmalarından dolayı cesaret edebilmişlerdir" şeklinde olur. Cenab-ı Hakk'ın "Melekleri görecekleri gün, "Evet o gün günahkârlara hiçbir sevinç haberi yoktur. Size (müjde) yasak edilmiştir, yasak!" diyeceklerdir" ifadesine gelince, bu o müşriklerin, "Bize melek indirilmeli değil miydi?" şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Böylece Allahü teâlâ onların istedikleri o şeyin tahakkuk edeceğini, ancak ne var ki ondan ötürü, hoşlarına gitmeyen şeylerle yüzyüze geleceklerini beyan buyurmuştur. Burada birkaç mesele bulunur: Alimler bu ifadenin başındaki (......) kelimesinin mansub olması hususunda şu iki izahı yapmışlardır: 1) Bu kelimeyi nasbeden âmil (......) ifadesinin delalet ettiği şey olup, ifadenin takdiri "Melekleri görecekleri günde, müjde talep ederler" şeklinde olmuş olur. Buna göre ayetteki (......) kelimesi bir tekrar ifade etmiş olur. 2) İfadenin takdiri "Onların melekleri göreceği günü hatırla, an' şeklindedir. Alimler, bu günün hangi gün olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Ibn Abbas "Cenâb-ı Hak bununla ölüm zamanını kastediyor" derken, diğerleri Kıyamet gününü kastettiğini söylemişlerdir. Ödül Bekleyen Kâfirlerin Hüsranları Kâfirlere, "müjde yok!" denilmiştir. Çünkü kâfir, her ne kadar sapık ve saptıran olsa bile, ancak ne var ki o, kendisinin hidayete ermiş bir muhtedi olduğuna inanır. Böylece de işte bu hususta büyük bir mükâfaat beklemektedir. Bir de onlar çoğu kez, kendisinden fayda umdukları şeyi yapmışlardır. Zutme uğrayan kimseye yardım etmek, fakire iyilik etmek ve sıla-i rahimde bulunmak vb. Ancak ne var ki kâfirler, bu gibi güzel şeyleri küfürleri sebebiyle iptal etmişlerdir. Böylece Cenab-ı Hak onların ta işin başında sonsuz bir ümitsizliğe ve hüsrana delâlet edecek bir söze muhatap olacaklarını beyan buyurmuştur ki, bu da son derece elem verici bir şey olup, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için, Allah'tan hiç de ummadıkları şeyler zuhura gelmiştir" (Zümer, 47) ifadesinden kastedilen husustur. Normal olarak, "onlar melekleri gördükleri günde, kendilerine "müjde" yoktur" denilmesi gerekirdi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, "mücrimler için müjde yoktur" buyurmuştur ki, işte bu sebeple bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, zamir yerine getirilmiş bir zamir isimdir. b) Bu genel bir ifadedir. Binâenaleyh mücrimler tabiri genel olması sebebiyle burada söz konusu kimseleri de içine alır. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, fasık kimselerin ilahî azaba dûçâr olacaklarına ve affedilmeyeceklerine katî olarak delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "mücrimlere hiçbir sevinç haberi yoktur" ifadesi, nefyin peşinden gelmiş olan nekire bir kelimedir. Binâenaleyh bu ifade, bütün zamanlardaki bütün müjde çeşitlerini içine alır. Bunun delili şudur: Bu hükmü yalanlamak isteyen kimse, "Hayır, onun için falan vakitte müjde vardır" der. Bu hükmü yalanlamak için müjdenin herhangi bir vakitte olabileceği sabit olunca, biz Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin, bütün vakitlerde bütün müjde çeşitlerinin nefyedilmesini gerektirdiğini anlamış oluyoruz. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu olumsuzluğu, "yasak edilmiştir, yasak" ifadesiyle de te'kid etmiştir. Çünkü Allah'ın affetmesi, en büyük müjdedir. Cehenneme girdikten sonra oradan kurtulmak en büyük müjdedir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatte bulunması en büyük müjdedir. Binâenaleyh böylesi bir müjdenin hiçbir mücrim için sabit olmaması gerekir." Bizim, ayetlerin umûm ifade eden sığalarına tutunmaya ve bunları delil getirmeye dair açıklamamız defalarca geçmiştir. Müfessirler, bu ayette geçen "mücrimler" ifadesiyle kâfirlerin kastedildiğini, bunun delilinin ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Allah'a ortak koşarsa, Allah ona cennetini haram kılar" (Maide, 72) ifadesinin olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki (......) ifadelerinin tefsiri hakkındadır. Sibeveyh, çekimi olmayan ifadelerinde ve ifadelerinde olduğu gibi fiilleri açıktan getirilemeyen fiiller ile mansûb olan masdarlar konusunda şunu söylemiştir: "Bunlar, Arapların bir düşmanla karşılaştıklarında veya başlarına bir belâ ya da bir musibet galdiğinde, istiâze (Allah'a sığınma makamında) yerinde kullanmış oldukları birtakım kelimelerdir. Nitekim bir kimse diğer bir kimseye, "Falanca şöyle şöyle yapıyor" der, kendisine bu söz söylenilen kimse de "Allah'a sığınırım ne diyorsun?" der. Bu deyim birisi birisini bir şeyden men ettiğinde kullanılan "onu men etti" ifadesinden alınmıştır. Çünkü, Allah'a sığınan (istiâze) kimse, Allah'tan kötü şeyleri engellemesini ve o kötü şeyin kendisini bulmamasını ister. Buna göre mana, "Allah'tan bunu engellemesini ve buna mani olmasını isterim" şeklinde olur. İmdi şayet, "Bu ifadenin bu tür masdarlarından olduğu sabit olduğuna göre, daha bunun yeniden ifadesiyle te'kid edilmesinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu sıfat (......) kelimesinin manasını tekid etmek için gelmiştir. Bu Arapların demesi gibidir. (......) kelimesi hor ve hakirlik anlamına gelir. Alimler, bu sözü söyleyenlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf ederek, şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir: Birinci görüş: Bunlar, kâfirlerdir. Bu böyledir, çünkü bu ftürier, meleklerin inmesini talep ve arzu ediyorlardı. Daha sonra bu kâfirler o etekleri ötürken ve Kıyamet gününde gördüklerinde onlarla gözgöze gelmekten taslanmamışlar ve onlardan korkmuşlardır. Çünkü o kâfirler meleklerden hep kavlanmadıkları şeyleri görüp, bunlarla karşılaşmaktadırlar. İşte bu sebeple kâfirler o melekleri gördüklerinde, kendi düşmanlarıyla karşılaştıklarında ya da bir belâ, musibet geldiğinde söyledikleri bu sözü söylemişlerdir. İkinci görüş: Bunu söyleyen melekler olup, bunun manası "Size, ilahi mağfiret, cennet ve müjde haram kılındı haram!" demek olup, yani "Allah bunu size haram kıldı, haram!" demektir. Bu görüşte olanlar kendi aralarında ihtilaf ederek, bunlardan mazıları şöyle demişlerdir: 1) Kâfirler, kabirlerinden çıktıklarında onların muhafızı olan bekçi melekler onlara "haramdır haram!" derler. 2) Kelbî şöyle der: "Bunlar cennetin kapılarında bulunan melekler olup, mü'minleri cennetle müjdelerken, müşriklere de "Burası size yasaktır yasak!" derler. 3) Atiyye'de şöyle demiştir: "Kıyamet gününde, melekler mü'minlert sevinçli haberlerle karışlarlar. İşte tam o sırada kâfirler bunu görünce, meleklere, "Bize de sevinçli haberler verin" derler. Bunun üzerine de melekler, "Size yasaktır yasak" derler. Üçüncü görüş: Bu Kaffâl ve Vahidî'nin görüşü olup, aynı zamanda Hasan el-Basrl'den gelen bir rivayettir. Buna göre kâfirler, Kıyamet günü kendilerini korkutan o şeyi görüp müşahede ettiklerinde, bundan sığınırlar da "sığınırız sığınır" derler. Bunun üzerine de melekler, "Bu gün şerrinden korunulamaz" derler. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince, Mücessime işte bu ifadeyle Allah'ın cisim olduğuna dair İstidlalde bulunarak, "Çünkü gelme işi, ancak cisimler hakkında söz konusu olur" demişlerdir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: "Gelme işinin Allah hakkında imkansız olduğuna dair delil bulunmaktadır. Çünkü gelme işi, hareket ifade eder. Hareketle nitelenen ise, muhdes varlık olur. İşte bundan dolayı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) yıldızların kayıp gitmesi (ufûl) ile, onların sonradan yaratılmış olduklarına istidlal etmiştir. Allahü teâlâ'nın da muhdes olmadığı sabittir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesini tevil etmek gerekir. Bu tevili şu birkaç bakımdan yapabiliriz: 1) Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin manası, "Biz onların amellerine yöneldik" şeklindedir. Çünkü bir şeye yönelen, ona kastediyor, varıyor demektir. Kendisine yönelinen şeyde müessir olan ise kasd'dır. O halde bu demektir ki, mecaz üslubuyla müsebbeb zikredilmiş, sebep murad edilmiştir. 2) Bununla meleklerin, ahirette hesap mahalline gelmeleri kastedilmiştir. Melekler Cenâb-ı Hakk'ın emriyle buraya gelmiş olunca, Cenâb-ı Hakk'ın mecazî olarak "Biz geldik" demesi caizdir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Nihayet onlar bizi gazaplandırmca kendilerinden intikam aldık" (Zuhruf, 55) ifadesidir. 3) Krallar bir memlekete girdiklerinde, orayı ifsat ederler. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk onların amellerini yok edip, tamamıyla boşa çıkarınca, işte bu durum meliklerin ayak bastığı yerlere benzemiş olur. Bu sebeple de Cenâb-ı Hakk buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk bu buyruğu ile onların iyilik diye inandıkları ve kendilerini, Allah'a yaklaştıracağını sandıkları amellerini kasdetmiş olup, buna göre mana, "Yaptıkları hangi amel olursa olsun" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın "bunları saçılmış (boşa gitmiş) zerreler yaptık" ifadesine gelince, bu, "Biz onları geçersiz kıldık ve onları adeta avuca alınması mümkün olmayan toz zerrecikleri gibi faydalanılması mümkün olmayan bir biçime soktuk" demek olup, bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın "dümdüz ve engin göllerdeki bir serap gibidir" (Nur, 39); "fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül" (İbrahim, 18) ve "yenilmiş ekin gibi" (Fil, 5) ifadeleridir. Ebû Ubeyde ve Zeccâc şöyle demektedirler: (Hebâen) tıpkı pencereden güneş ışınlarıyla beraber içeri düşen toz zerrecikleri gibi olan şeydir." Mukâtil ise bunun, hayvanların tırnaklarından uçuşan toz zerecikleri olduğunu söylemiştir. Ayetteki "O gün cennet yaranının duracakları yer çok hayırlı, dinlenecekleri yer çok güzeldir" ifadesine gelince, bil ki Cenâb-ı Hakk kâfirlerin halinin perişan olduğunu, onların tamamen iflas ettiklerini ve alabildiğine bir pişmanlık içine düştüklerini beyan edince, hazzın ve zevkin, Allah'a îaatte duyulan hazla ve manevi zevkler olduğuna dikkat çekmek için, cennetlikleri de tavsif etmeye başlamıştır. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: İsm-i Tafdilin Buradaki Manası Birinci soru: Ateşte hayır olmadığı halde ve bal hakkında, "Bu sirkeden daha tatlıdır" den ilemeyeceği ne göre, cennetlikler daha nasıl, "Kalacakları yer bakımından, cehennemliklerden daha hayırlıdır" denilebilmiştir? Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı daha önce geçmiş olan "Bu mu daha hayırlıdır, yoksa ebedîlik cenneti mi?" (Furkan, 15) ayeti hakkında yapılmış olan izah gibidir. 2) Cenâb-ı Hakk bu ifade ile, onların hayrın ve iyiliğin zirvesinde olduklarını kastetmiştir Yoksa cehenneme nisbeten daha iyi bir yerde olduklarını kasdetmiş değildir. Bu tıpkı şairin şu sözü gibidir: "Semâyı yükselten o zât, bizim için sütunları son derece kıymetli ve uzun olan iht ev yapmıştır." 3) Bu iki makam arasında söz konusu olan üstünlük meselesi, yer ile ilgili bir -eseledir. Yer ise, yer olması açısından, kendisinde bizatihi bir şer, bir kötülük bulunmaz. 4) Bu üstünlük, öyle farzedilmesi durumuna göredir. Yani, "onlar için burada karar kılacakları hayırlı bir yer (şayet olmuş olsaydı) bile, cennetliklerin karar kılacağı yer, cehennemliklerinkinden daha hayırlı olurdu" demektir. Cennette Mesken İle Dinlenme Yeri İkinci soru: Ayet, o cennetliklerin kalacakları yerin, istirahat mahallerinden başka olduğuna delâlet etmektedir. O halde, bu nasıl olur? Buna şu birkaç yönden cevap verebiliriz. 1) "el-Müstekarru" kelimesi, karar kılınacak yer anlamındadır. Makfl ise, kaylûle zamanı anlamına gelecektir. Binâenaleyh bu, onların mekânlarının en güzel bir yer, zamanlarının da en güzel bir zaman olduğuna işarettir. 2) Evet, cennetliklerin oturdukları yer, kaylûle (öğle uykusu) yaptıkları yerden başkadır. Çünkü onlar, Firdevs cennetinde kaylûle yaparlar, daha sonra da yine, kaldıkları mahalle gelirler. 3) Hesap bittikten ve cennetlikler cennete girdikten sonra, o vakit işte kaylûle zamanıdır. Nitekim İbn Mesûd: "Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde kaylûle yapmadıkça, Kıyamet gününün o gündüzü yarı olmaz" demiştir, ve yine Ibn Mesûd bu ifadeyi, "sonra onların kaylûle zamanları muhakkak cehennemdedir" şeklinde okumuştur. Said İbn Cübeyr de şöyle demiştir: "Allahü teâlâ hüküm verme işine, hesaba çekmeye başladığında, insanlar arasında kuşluk namazı ile gündüzün yarısına kadar olan zaman arası olan bir müddet içinde hükmünü bitirir. Bunun akabinde, cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde kaylûle yaparlar." Mukatil ise, "Cennetliklerin hesabı hafif tutulur. Öyle ki bu iş, dünya günlerinden bir günün yarısı kadar olan bir zaman içinde olup bitiverir. Sonra da onlar aynı gün, cennette kaylûle yaparlar" demiştir. Üçüncü soru: Size göre, ahirette cennetlikler uyumayacaklar, cehennemlikler hissettikleri bir azab içinde; cennetlikler de, hissedip nimetler içinde sürekli kalacaklarına göre, daha nasıl cennet ve cehennemde kaylûle yapılabilir? Buna şu şekilde cevap verilebilir: Cenâb-ı Hakk “Orada, sabah akşam rızıklan da (ayaklarına gelecektir)” (Meryem, 62) buyurmuştur. Halbuki cennette, akşam sabah diye bir şey yoktur. Zira Allahü teâlâ, “orada ne bir güneş ne de bir zemheri görmeyecekler” (Dehr, 13) buyurmuştur. Bir de, ahirette güneş denilen bir şey olmayacağına göre, orada ne “gündüzün yarısı” ne de “kaylûle zamanı” diye bir şey düşünülemez. Aksine, bunlarla kastedilen, tıpkı kaylûle yerinin yerlerin en güzeli olması gibi, bu yerin de yerlerin en güzeli ve en hoşunun olduğudur. Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 24 ﴿