29"O gün, semâ bulutlar (çıkıp) parçalanacak, melekler (ellerinde amel defterleri bulunduğu halde hesap için) indirilecek, indirilecek... O gün, gerçek hâkimiyet Rahman'a aittir. Kâfirler için ise, o pek yaman bir gün olmuştur. O gün, her zâlim nedametle iki elini ısırıp, "Ne olurdu ben, o peygamberin beraberinde (Allah'a) bir yol ediniverseydim" diyecektir. Ne yazık banal Keşke, falancayı dost edinmeseydim? Andolsun ki beni zikirden o bana geldikten sonra, o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır". Bil ki bu ifade yine o müşriklerin, meleklerin indirilmesi hususunda öne sürdükleri talebe mebnidir. Böylece Cenâb-ı Hakk bunun kendisi için birtakım sıfatlar bulunan o günde tahakkuk edeceğini beyan buyurmuştur. Birinci sıfat: O gün, semâ bulutları ile param parça olacaktır. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır. Cenâb-ı Hakk'ın "Gök yarılıp parçalandığında" (İnfitar, 1) ifadesi o göğün parçalanacağına; O'nun, "Onlar ille Allah'ın buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesini mi bekliyorlar?" (Bakara, 210) ifadesi de, o göğün bulutlu olacağına delâlet etmektedir. O halde bu demektir ki, söz konusu olanifadesi, biraz önce zikrettiğimiz bu iki ayetin manasını da tapsamaktadır. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Gök açılıp, böylece kapı kapı olduğunda" (Nebe, 19) ifadesiyle, yine onun "artık o, o gün zaafa düşmüştür" (Hakka. 16) ayetidir. Ebu Amr ve Küfeliler, hem burada, hem de Kâf sûresinde, şeddesiz şin ile (......) şeklinde okurlarken diğer kıraat imamları şeddeli şın ile (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde şöyle der: "Benim tercihim, bunun tıpkı de olduğu gibi, şeddesiz onlanıdır" şeddeli okuyanlara göre kelimenin aslı, dür. Ferrâ şöyle der: "Ayetteki (......) kelimesi (bulutlardan) demektir. Çünkü gök bulutlar ile değil, bulutlardan paramparça olur. Kâdi: "Cenâb-ı Hakk'ın göğü, o bulutlara istinad ettirmek suretiyle parçalanacak bir şekilde yaratması imkansız değildir. Bu tıpkı, "Gök, onunla parçalanmıştır" (Müzzemmil, 18) ayeti gibidir" demiştir. Bu parçalanmanın mutlaka, meleklerin inişiyle ilgili olması gerekir. İşte bundan ötürü denilmiştir ki: "Bir peygamber gönderildiği zaman melekfer, göğün kendisiyle kenetlenmiş olduğu belli bir yere inerlerdi. Sonra o gün, gök parçalanıp, açılırdı. Açılınca da, melekler ile yer arasında bir perde olmaktan çıkardı ve böylece melekler yere inebilirlerdi." Ayetteki "Melekler indirilecek" ifadesi, genel bir ifade olup, bütün melekleri içine alır. Bir de gök, meleklerin karargahıdır. Binâenaleyh gök parçalanınca, onların yere inmeleri gerekir. Mukâtil şöyle der: "En yakın semâ (gök) parçalanır ve oradaki melekler iner. Bunlar, dünyada yaşayanlardan daha çoktur. Böylece yedi gök birer birer parçalanır, derken Kerîbiyyûn melekleri ve Arş'ı taşıyan meleklerde inerler. Sonra da Rab Teâlâ iner." Dahhak'ın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Her gök birer birer parçalanır ve herbirinde olan melekler yere iner. Böylece de âlemi kuşatır ve âlemin etrafında yedi saf oluştururlar." Bil ki Rab Teâlâ'nın kendisinin inmesi, kesinlikle asılsız bir meseledir. Çünkü inmek, hareket etmek demektir. Hareket etmekle tavsif edilen ise muhdes (sonradan yaratılma)dır. İlah ise muhdes olamaz. Meleklerin, yeryüzüne inmesi meselesine gelince, burada şöyle bir soru sorulabilir: "Yeryüzünün, en yakın semâya kıyasla tıpkı çöle atılmış bir halka (yüzük) gibi olduğu sabittir. Ya bu dünya Kürsi ve Arş ile kıyaslanırsa iş nasıl olur. Binâenaleyh bütün buralardaki melekler, yeryüzüne nasıl sığabilir. Belki de Allahü teâlâ, yerin enini boyunu artırır ve onu, bütün bunları içine alabilecek kadar büyütür. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: "Melekler, gökteki bir bulut üzerinde olurlar. Allahü teâlâ o bulutu, maşherdekilerin üzerine getirir ve o, o gün meleklerin karargâhı olur." Hasan el-Basri de "O bulut, gök ile yer arasında bir perde oluşturur. Melekler insanların amellerini yazmak için oraya çıkar. Hesablaşma ise, yeryüzünde olur. "Meleklerin inmesi"nin manası açıktır. Bu ifadenin sonundaki "tenzil" mef'ûl-ü mutlaktır, te'kid için gelmiştir ve meleklerin orada koşuşturduklarının delilidir. (......) Kelimesindeki elif-lam (harf-i ta'rif) umûm için değildir. O halde bu, "ahd" (belli bir bulutu göstermek) içindir. Bununla Hak teâlâ'nın "Onlar, Allah'ın o buluttan gölgeler içinde, meleklerle, kendilerine gelivermesini mi bekliyorlar" (Bakara, 210) ayetindeki "bulut" kastedilmiştir. Bu ifade (melekleri indiririz) (indirilir) (indirilir) ve (indiririz) şekillerinde okunmuştur ki bu son okuyuş, (......) kıraatindeki fâül-fiil olan nûnun hazfına göredir ve Mekkelilerin kıraatidir. O günün İkinci sıfatı: Bu "O gün gerçek hâkimiyet Rahman'ındır" ifadesidir. Zeccac, "Buradaki "hak" kelimesi "mülk"ün sıfatıdır ve takdiri, "el-mülkü'l-Hakkı" şeklindedir. "Hak" kelimesinin, bu şekilde bir kıraat olmasa bile, başında mukadder bir (kastediyorum, demek istiyorum) fiili ile mansub okunması da caizdir. "Hâkimiyetin gerçek (hak) olarak nitelenmesi ise, sona ermemesi ve değişmemesi manasınadır" demiştir. Buna göre eğer, "Böylesi mülk, zaten ancak Allah için söz konusudur. Binâenaleyh ayette "o gün gerçek hâkimiyet O'nundur" denilmesinin manası nedir?" denirse, biz deriz ki: O gün, ne şeklen, ne de gerçek manada, Allahü teâlâ dışında mâlik yoktur. Diğer günlerin aksine, artık o gün, bütün hükümdarlar O'na boyun eğer, bütün yüzler O'na döner ve bütün zorbalar, O'nun önünde zilletini kabul eder. Bil ki bu ayet, Mu'tezile'nin, "Allah'ın, itaat edenlere mükafaat ve karşılık vermesi O'na vâcibtir" şeklindeki görüşlerinin yanlışlığına delâlet eder. Çünkü eğer, mükafaat vermesi Allah'a vâcib olsaydı, vermemesi halinde kınanmaya müstehak olurdu. Böylece de, o böyle yapamamazlık edemezdi. Dolayısıyla da mutlak manada hükümdar olamazdı. Hem sonra, "O gün hak olan mülk Rahman'ındır" ayeti, o gün başkasına ait bir hâkimiyetin bulunmayacağını göstermektedir. Mu'tezile'nin görüşüne göre ise, ayetin manası yerini bulmaz. Çünkü başkasında alacağı bulunan ; alacağının gerçek malikidir. Bu duruma göre, Hak teâlâ, kul tarafından hakedilen şeyin maliki değil demektir. Bir de, Hak teâlâ, birisinden alacaklı durumda ocuğunda, onu bağışlaması-silmesi mümkündür. Başkası ise, birisinde alacağı olduğunda, ondan vazgeçmeyebilir. O halde, buradaki kutluk daha mükemmeldir. Bir de ömrü boyunca Allah'ı inkâr edip, ömrünün sonunda kısa bir zaman Allah'ı tanıyıp, O'na inanıp, ölen kimseye Hak teâlâ milyon sene çeşitli sevablar verse de, sonra bir an için ona vermemeyi kastetse, o zaman (sefih) beyinsiz olur. İşte bu da, kulluğun ve zilletin doruk noktasıdır. Hâli böyle olan kimse hakkında, artık nasıl olur da "o gün gerçek hâkimiyet Rahman'ındır" denilmesi uygun düşer? Hem, her zaman birseyi yapan herkes, eğer o şeyi yapmayacak olsa, bu kınamayı gerektirir. O kimse, vermesi ile mükemmelliği, vermemesi ile de noksanlığı kazanmış olur. binâenaleyh böylece de O, melik değil, üzerinde herkesin alacağı bulunan bir fakir olmuş olur. Dolayısıyla da "O gün hak olan mülk Rahman'ındır" ayetinin, Mu'tezile'nin prensiplerini reddettiği sabit olur. Üçüncü sıfat: Bu "Kâfirler için ise o pek yaman bir gündür" ayetidir. Bunun manası açıktır. Çünkü Allahü teâlâ bütün halleri bilen ve dilediği herşeye kadir olandır. Diğer varlıklar ise, acizlik yuları ve kahır gemi ile gemlenmiştir. Binâenaleyh o gün, kâfirler için çok zor bir gün olacaktır. Dördüncü sıfat: Bu "O gün her zâlim nedametle İki elini " ayetinin ifade ettiği husustur. Bununla ilgili birkaç mesele var: "ez-Zâlim" kelimesinin başındaki elif-lâm ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu, istiğrak ifade eder, bütün zâlimleri içine alır. b) Ahd ifade eder, belli bir zâlimi gösterir. Bunun "ahd" ifade ettiğini söyleyenler de iki değişik görüş belirtmişlerdir: 1) Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Bununla, Ukbe b. Eb! Mu'ayt b. Ümeyye b. Abdişems kastedilmiştir. Çünkü o, biryerden geldiğinde Mekke'lilerden komşularını davet edeceği bir ziyafet verirdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile pek sık otururdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözleri, onun hoşuna giderdi. Derken yine böyle bir gün; bir ziyafet hazırladı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de davet etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sen kelime-i şahadet getirip (müslüman olmadıkça) yemeğini yemem" dedi. O da, kelime-i şahadet getirdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun ziyafetine katıldı. Bu iş, Ümeyye b. Halefin kulağına gitti. O, "Sapıttın ey Ukbe" dedi. Çünkü Ümeyye, Ukbe'nin samimi arkadaşı idi. Ukbe "Ben bunu, o benim yemeğimi yesin diye söyledim" deyince, Ümeyye b. Halef, "Hayır olmaz. Gidip onun yüzüne tükürmedikce ve boynuna basmadıkça senden razı olmayacağım" dedi. Ukbe de bunu yaptı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Seninle Mekke oışında karşılaşırsam, kılıcımla başına ineceğim" dedi. Bunun üzerine "O gün, o zâlim nedametle iki elini ısırır" ayeti indi. Yani Ukbe, "Keşke ben, Ümeyye'yi dost edinmeseydim. Vallahi o beni zikirden, yani Kur'ân'dan, ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sayesinde bana gelen imândan uzaklaştırdı" diye, pişmanlığını gösterecek. Derken Bedir günü Ukbe esir edildi ve ölüme mahkum habsedildi ve öldürüldü. O gün Ukbe ile Nadr b. Haris'in dışında hiçbir esir öldürülmemişti. 2) Râfızîler "bu zâlim, ismi açıkça verilmiş olan biri idi. Fakat müslümanlar onun ismini değiştirdiler, sakladılar ve onun isminin yerine, ayete (falanca) diye yazdılar" diye iddia eder Resûlullah'ın iki faziletli sahabisinin adını verirler. Bil ki, lafzı umûmi manası üzerine bırakıp olduğu gibi anlamak, lafzın kendisinden ötürü değildir. Çünkü biz, usûl-ü fıkıh'da, "Elif-lam müfred ismin başına geldiğinde, umumilik ifade etmez, aksine bu kelime umumiliği, "Bir hükmün bir vasfa dayandırılması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu ihsas ettirdiği içindir" kaidesinden ötürü kazanmıştır" diye beyan ettik. Binâenaleyh bu, o zâlimin ellerini pişmanlıkla ısırmasında müessir olanın, kendisinin zalimliği olduğunu gösterir. Bu durumda da, illet umûmi olduğu için, ifade ettiği hüküm de umûmi olmuş olur. Bu görüş, meseleyi tek bir şahsa tahsis etmekten daha evlâdır. Çünkü bizim bahsettiğimiz husus, bunun umûmi olmasını gerektirir. Bu ayetin, hususi bir hadise hakkında inmesi, kendisinden umumiliğin kastedil meşine, hem bu belli şahsın, hem onun dışında kalanların, bu umûmi hüküm (ifade) içine girmelerine ters değildir. Bir de ayetin maksadı, herkesi zulümden alıkoymaktır. Bu ise ancak, ayetin umûmi manada olmasıyla sağlanır. Râfızilerin görüşü ise ancak Kur'an'a ta'netmek ve onun değiştirip- tahrif edildiğini iddia etmek manasına gelir. Bunu söylemenin ise küfür olduğunda şüphe yoktur. Mu'tezile "O gün her zâlim nedametle iki elini ısmr" ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: "zâlim sözü, kâfiri ve fasığı da içine alır. Binâenaleyh bu Allahü teâlâ'nın büyük günah sahiblerini affetmeyeceğine delâlet eder." Bu husustaki görüş ve cevabımız daha önce geçmişti. Hak teâlâ, "O gün her zâlim nedametle iki elini ısırır" buyurmuştur. Dahhâk "O zâlim iki elini, dirseklerine kadar yer ve sonra elleri yeniden bitiyor (tekrar meydana geliyordu). Bu iş, sürüp gidiyordu (gidecek)" derken, muhakkik âlimler, "Bu ifade, o kimsenin alabildiğine pişmanlık duyduğunu, üzülüp kederlendiğini mecazen ifade etmektedir. Nitekim Arapça'da bu manada, "parmak uçlarını ısırıyor, ellerini yiyor" denilir" demişlerdir. Ayetteki "zâlim" ile belli tek bir şahıs kastedilmeyip, bütün zâlimleri ifade ettiğini beyan ettiğimiz gibi, yine "falanca" ifadesi ile de belli bir şahıs kastedilmeyip, aksine Allah'a isyan edilecek konularda, kendisine baş eğilen, itaat edilen, sözü dinlenen herkes kastedilmiştir. Kaffâl, bu hususta: "Kâfir, Rabbinin aleyhine (şeytana) yardımcıdır" (Furkan. 55) ve "Kâfir o gün, "Keşke toprak olsaydım " diyecek" (Nebe, 40) ayetlerini delil getirerek, bu ayetlerdeki "kâfir" ile kâfirler cemaatinin kastedildiğini söylemiştir. Yâ ile (......) şeklinde okunmuştur. Asıl olan şekilde budur. Çünkü insan diye, pişmanlık nidasında bulunur. Bu, "o kimsenin helaki" manasına gelir. Nitekim insan, kendi âkıne ölümüne sanki "Gel ey helak, tam senin zamanın" der. Bu "yâ" tıpkı, sahâra", "uzara" kelimelerinde olduğu gibi, elife kalbolunmuştur. Hak teâlâ'nın, "zikir'den" ifadesi, Allah'ı zikirden, yahut Kur'ân'dan ve Resûlullah'ın va'z-u nasihatından" demektir. Bununla o kimsenin kelime-i şahedeti söyleyip İslâm'a girişi de kastedilmiş olabilir. Ayetteki "şeytan" da, o zâlimin dostu olan (Ümeyye'ye) bir işarettir. O ona, tıpkı şeytanın birisini saptırıp, sonra yapayalnız bırakması ve ona faydalı olmaması gibi, kendisini saptırdığı için "şeytan" diye isimlendirilmiştir. Yahut a bununla Allahü teâlâ "İblis"i kastedmiştir. Çünkü onu o saptırana dost olmaya, Resûlullah'a muhalefet etmeye sevkeden, sonra da onu yapayalnız bırakan İblis'in kendisidir. Yahut da Cenâb-ı Hakk bu kelimeyle, bütün şeytanları cinlerden ve insanlardan şeytanlaşan herkesi kastetmiştir. Ayetteki "şeytan" cümlesinin o zâlimin sözünün nakledildiği yani ona ait ifadeye dahil olması muhtemel olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ın söylediği bir söz olması da muhtemeldir. |
﴾ 29 ﴿