3"Tâ, Sîn. Bunlar, Kur'ân'ın ve Kitab-ı Mübinin ayetleridir, mü'minler için bir hidayet ve bir müjdedir ki o mü'minler, namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler ve onlar âhirete kesin olarak inanırlar". Bil ki ayetteki tilke (onlar) kelimesi, bu sûrenin ayetlerine işarettir. "Kitab-ı Mübin" ile ise, levh-i mahfuz kastedilmiştir. Kitabın mübin (açık ve açıklayıcı) oluşu, onda, olacak herşeyin yazılı olması demektir. Binâenaleyh oraya bakan, onu okuyan melekler, olacak şeyleri açıklamaktadırlar. "Kitab-ı Mübin" ifadesi, nekire ile bir mübhemlik (belirsizlik) meydana gelsin ve böylece de onun çok büyük ve önemli birşey olduğu anlaşılsın diye, nekire olarak getirilmiştir. Bu tıpkı, ilf "Melîk-i muktedir" (kudretli bir melik) (Kamer. 55) ayetindeki nekirelik gibidir. İbn Ebi Able, bunun takdirinde, hazfedilen muzafın yerini tutmak üzere ref ile Kitab-ı Mübîn şeklinde okumuştur. Eğer, "Bu ayetle, Hak teâlâ'nın, "Elif, Lâm, Râ. Bunlar o kitabın ve Kur'ân-ı Mübin'in ayetleridir" (Hicr. 1) ayeti arasında ne fark vardır?" dersen, derim ki: Bir fark yok. Çünkü atıf vâv'ı ("ve" edatı) tertibi gerektirmez." Ayetteki, "Mü'minler için bir hidayet ve bir müjde" ifadesi, ya nasb, ya ref mahallindedir. Mansub oluşu, "hal" kabul edilmesine göredir ve bu takdirde, (bir hidayet edici ve müjdeleyici olarak) manasıdır. Bu "hal"in âmili ise, (......) kelimesindeki "işaret etme" manasınadır. Bunun mahallen merfû sayılması ise şu üç sebebten ötürüdür: a) Mahzûf bir nüve mübtedasının haberi olarak, b) Ayetteki, "ayat" lafzından bedel olarak, c) İkinci haber olarak... yani, "onun ayetleri kitabın ayetleri halinde de bir de hidayet ve müjde kaynağı olarak araya getiritmiştir" demektir. Rehberliğin Müminlere Hasredilmesi Âlimler, bu hidayetin sadece mü'minlere has olarak zikredilmesinin sebebi hususunda şu iki değişik izahı yapmışlardır: a) Bununla, o Kur'ân'ın, sadece mü'minlerin cennete gideceğini söylemesi ve onlara bu müjdeyi vermesi kastedilmiştir. Bu tıpkı, "işte Allah'a imân edip, O'na sarılanlar yok mu, Allah onlan, Kendinden olan bir rahmetin ve lütfün içine sokacak ve onları, Kendisine giden bir yola hidayet edecektir" (Nisa, 175) ayetinde ifade edildiği gibidir. İşte bundan ötürü, bu hidayet mü'minlere has kılınmıştır. b) Ayetteki "hidayet" ile, delil olma (rehberlik) kastedilmiştir. Bu görüşte olanlav, bunun mü'minlere has oluşu hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Allah bunu mü'minlere has kılmıştır. Çünkü Allah, bu hidayetin yanısıra müjdeden bahsetmiştir. Müjde ise ancak mü'minler için söz konusudur. 2) Hidayetin o mü'minlere has olarak zikredilmesinin sebebi, onların o hidayete sımsıkı sarılmış olmalarından ötürüdür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, özellikle mü'minleri zikretti. Bu tıpkı, "Sen ancak ondan korkan kimseyi inzâr edicisin" (Naziat, 45) ayetinde olduğu gibidir. 3) Bu ayetlerin, mü'minler için bir hidayet olması, o mü'minlerin hidayetini artırması demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, hidayete ermiş olanların hidayetini artırır" (Meryem, 76) buyurmuştur. Ayetteki, "Namazlarını dosdoğru kılarlar" cümlesine gelince, doğruya en yakın olan, bu namaz ile beş vakit namazın kastedilmiş olmasıdır. Çünkü "salat" (namaz) kelimesinin başındaki elif-lam bunu gerektirmektedir. Namazın ikâmesi ise, onun şartlarına göre yapılmasıdır. Bu ayetteki "zekât" ile ilgili söz de aynıdır. Çünkü bu zekât ile de farz zekât kastedilmiştir. Zekâtın ikâmesi ise, onun yerli yerince verilmesidir. Ayetteki, "Onlar âhirete kesin İnananların tâ kendileridir" cümlesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: Namazlarını dosdoğru kılıp, zekâtlarını hakkıyla edâ eden mü'minlerin, hiç şüphe yok ki mutlaka âhirete de kesinkes inanmış olmaları gerekir. Öyle ise, bu ifâdenin ayrıca zikredilmesinin hikmeti nedir? Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz: 1) Bu da, mevsûlün sılası cümlesindendir. Buna göre, şu iki izah yapılabilir: a) İnsanın kemâli, zatı gereği hakkı; kendisiyle amel etmek için hayrı-iyiyi bilip tanımasındadır. Hakkı tanımanın kısımları ise, pek çoktur. Fakat sayesinde kurtuluş yolunun elde edileceği şey, mebde' (yaratılış-başlangıç) ile me'âd'ın (âhiretin-sonun) bilinip tanınmasıdır. Kendisi ile amel edilen hayrın da kısımları pek çok olup, en kıymetlileri şu iki şeydir. Nefis ile (beden) ile yapılan taat-ibadet; mal ile yapılan taat. O halde ayetteki, "mü'minler için" ifadesi, mebde' bilgisine; "namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler" ifâdesi, bedenen ve malen yapılan ibadetlere ve "Onlar, âhirete kesin inananların tâ kendileridir" ifadesi de, âhiret bilgisine bir işarettir. O halde bu demektir ki Cenâb-ı Hak, mebde'in bilinmesini ilk uç, me'âdın bilinmesini son uç, bedenî ve malî ibadetleri de bu ikisinin arası kabul etmiştir. b) Namazlarını dosdoğru kılıp, zekâtlarını veren mü'minlerin bir kısmı, hasrın ve neşrin (kıyametin) olacağına kesinkes inanırken, bir kısmının bu hususta şüphesi vardır. Fakat bu kısım, taatlan ihtiyaten yapıyor ve şöyle diyor: "Eğer bu hususta, hakka (doğruya) isabet etmiş isem, mutluluğu elde etmiş olurum. Yok hata etmiş isem, sadece bu kısa ömürdeki az bir takım iyi ve güzel şeyleri kaçırmış olurum." Binâenaleyh kim namazını-zekâtını bu ikinci tarzda ifâ ederse, gerçekte Kur'ân ile hidayete ermiş olmaz. Fakat kim de âhirete kesinkes inanarak bu işleri yaparsa, Kur'ân ile hidayete ermiş olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda bu ifadeye yer vermiştir. 2) Ayetteki bu ifade, cümle-i i'tirâziyyedir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: İman edip, namazlarını dosdoğru kılmak ve zekâtlarını hakkıyla vermek suretiyle sâlih amellerde bulunanlar var ya, işte bunlar, âhirete kesinkes inanmış kimselerdir. Doğruya en yakın izah işte bu ikinci izahtır. Bunun, doğruya en yakın oluşunun delili ise, bu cümlenin bir isim cümlesi olup, mübtedâ olan hum (onlar) zamirinin tekrar edilmesidir. Böylece ayetin manası, "Âhirete hakkıyla ancak, imân ile amel-i sâlihi bir arada yapanlar inanırlar" şeklinde olur. Çünkü neticenin ne olacağı hususunda endişe duymaları, bunları, dinî ibadetlerin zorluklarını sırtlanmaya sevketmiştir. |
﴾ 3 ﴿