5

"Biz, âhirete inanmayanların amellerini, kendileri için süslü göstermişizdir de, şaşmp kalmışlardır. Onlar, kötü azab kendilerine ait olanlardır. Onlar, ahrette de en çok hüsrana uğrayanların tâ kendileridir.".

Bil ki Allahü teâlâ, mü'minler için söz konusu müjdeyi beyân edince, bunun peşinden kâfirler için olacak, kötü (şiddetli) azabtan bahsederek, "Biz, âhirete inanmayanların amellerini, kendileri için süslü göstermişizdir..." buyurmuştur. Âlimler, Cenâb-ı Hakk, "Şeytan, onlara, amellerini süslü göstermiştir" (Ankebut, 38) ayetinde, bu "tezyîn" (süstü gösterme) işini şeytana nisbet ettiği halde, bu ayette bu İşi Kendisine isnâd etmiş olması konusunda değişik izahlar yapmışlardır:

Dal ve İlim Meselesi

Bizim (ehl-i sünnet) âlimleri, ayeti, zahirî manasına göre ele almışlardır. Çünkü insan birşeyi ancak o şeyi yapmaya sevkeden bir sebeb bulunduğu zaman yapar. Bu sebeb (dâî) ise, o işi yapmanın bazı menfaatları sağlayacağı hususunda bir bilginin, inancın veya zannın bulunmasıdır. Bu "dâî"nin (insanın kalbindeki bu duygunun), şu iki sebepten ötürü, mutlaka Allah'dan olmuş olması gerekir:

a) Eğer bu, kul tarafından olmuş olsaydı, kul bunun için, başka bir dâî'ye muhtaç olurdu. Bu şekilde de bir teselsül gerekirdi. Halbuki teselsül imkânsızdır.

b) İlim, ya zarurî, ya kesbî olur. Eğer zarurî olursa, mutlaka bu hususta "tasavvur"un bulunması gerekir. "Tasavvur"un ise, kesbî olması imkânsızdır. Çünkü kazanılan o şeyin, eğer bunu kazanan farkında ise, bu, onun için tasavvur edilmiş derrtektir. Halbuki hasıl-ı tahsîl muhaldir. Yok eğer kul bunun farkında değilse, ondan habersiz demektir. O şeyden habersiz olan kimsenin ise, onu istemesi, onun peşine düşmesi İmkânsızdır.

İmdi eğer sen, "Bu husus, bir yönden farkedilir, bir yönden edilmez" dersen, ben derim ki: "Farkedilen, farkedilmeyenden başkadır. Böylece bu iki kısımdan herbiri için biraz önce yapılan taksim yeniden geriye dönmüş olur. Tasavvurun kesbî olmadığı kesin olarak sabit olup, "tasdik"in bulunmasında, iki tasavvurdan herbirinin bulunmasının yeterli olması demek olan, zarurî bir ilim de bulununca, tasavvur kesbî olmamış olur ve bu kesbî olmayan tasavvur, "tasdîk"i gerektirir. O halde bu demektir ki, her nerede, her ne zaman tasavvurât bulunursa, hiç şüphesiz "tasdik" de bulunur, her nerede - her ne zaman o bulunmazsa, tasdik de bulunmaz. Binâenaleyh bu bedîhî (zaruri) tasdîkâtın bulunması kesbî değildir. Sonra bedîhî tasdîkât, nazarî tasdîkâtı gerektirir ise, o nazari tasdîkât da kesbî olmaz. Çünkü zaruri olanın, lâzım-ı gayr-ı mufankı olan vasfı da zarurîdir. Yok eğer onları gerektirmiyorsa, nazarî ilimler diye farzettiğimiz o şeyler de böyle olmazlar, tam aksine taklidi bir takım inançlar olurlar. Çünkü mukallidin inancı, onu yapmayı gerektiren herhangi birşey olmaksızın, doğrudan doğruya iyiniyetle yaptığı bir inançtır. Böylece bu izah ile, bütün ilimlerin zarurî olduğu sabit olur.

Yine fiillerin başlangıcının da bir takım ilimler olduğu anlaşılır. O halde kulların fiillerinin tamamı zarurîdir. Binâenaleyh bu demektir ki, insan aslında mecbur olduğu halde muhtar (irade sahibi) görünmektedir. Böylece, her iş yapanın, o işini ona güzel gösterenin Allahü teâlâ olduğu sabit olmuş olur. Binâenaleyh ayetteki "tezyin" (süslü gösterme) ile, Cenâb-ı Hakk'ın o insanın kalbinde, yapacağı o işte, bir takım lezzet ve menfaatlerin olacağı bilgisini yaratması kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk insanın kalbinde, zararlı ve kötü şeylerin bilgisini yaratmaz. Binâenaleyh bu aklî ve kesin deliller ile, bu ayeti zahirî manasına almanın gerekliliği sabit olmuş olur.

Mu'tezile'nin Yorumunun Reddi

Mu'tezile ise bu ayetin te'vili hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Bu, "Biz, onlara dinî şeyleri ve kendisine sımsıkı sarılmaları gereken şeyleri beyân ettik. Onun güzelliğini ve onlar için ondaki mükâfaatı açıklamak suretiyle de onu süsledik" demektir. Çünkü Allah'ın bir ameli süslemesi, o ameli güzel, gerekli ve iyi neticeli olarak tavsif etmesidir ki bu, "Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi" (Hucurat. 7) ayetiyle kastedilen manadır. Ayetin sonundaki, "şaşırıp kalmışlardır" ifadesi de buna delâlet eder. Çünkü bu, "Onlar ise, Bizim onlara süslediğimiz amellerden dönmüş ve yüz çevirmişlerdir" demektir.

2) Allahü teâlâ onları, uzun ömür ve bol rızıkla faydalandırınca, o kâfirler, Allah'ın bu lütuf ve in'amlarını şehevî arzulara tabî olmaya ve kendileri için gerekli mükellefiyetlerden uzaklaşmaya bir sebep kılmışlardır. İşte bundan dolayı, sanki Cenâb-ı Hak, onların amellerini süslemiş gibi olur. Bu manaya da, meleklerin, "Fakat onları ve atalarım alabildiğine faydalandırdın da, nihayet zikri (dersi) unuttular ve helake mahkûm bir kavm oldular" (Furkân, 18) şeklindeki sözleri işaret etmektedir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın şeytana zaman tanıması ve onu salıvermesi, böylece de şeytanın, insanlara kötü fiillerini güzel göstermesi, bu "tezyin" (süslü gösterme) işinde açıkça görülen bir ilgidir. İşte bundan ötürü bu tezyin işini Cenâb-ı Hak, Kendisine izafe etmiştir.

Mu'tezile'nin bu görüşlerinden birincisine şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, "amellerini" sözü, Allah'ın, yapılan amel ister iyi İster çirkin olsun, insanlara o amelleri güzel gösterenin Cenâb-ı Hak olduğunu ifade eden, umûmî bir lafızdır. Bu manadaki "tezyîn"in ne demek olduğunu biraz önce açıkladık. İkinci İzaha da şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak, onları uzun ömür ve bol rızıkla faydalandırınca, bu işlerin, günahın işlenmesini, işlenmemesine tercihte bir tesiri var mıdır, yok mudur? Eğer var ise, tercihin bulunduğu her yerde mutlaka o işin gereklilik (zarûrîlik) derecesine varıp dayanacağını söylemiştik. Bu durumda, bizim dediğimiz ortaya çıkar. Yok eğer bunda onların bir tesiri yoksa, bunlar, onların amellerine nisbetle, tıpkı bir kapı gıcırtısı ve karga sesi gibi olur ki bu da, onların fililerinin, o nimetlere dayandırılmasına manîdir. Bu, aynı zamanda Mu'tezile'nin üçüncü izahlarına da bir cevaptır. Allah en iyi bilendir.

Ayetteki, "Onlar, şaşıp kalmışlardır" ifadesine gelince, " 'ameh". şaşıp kalmak, hayret etmek, tereddüt) etmek" demektir, tıpkı yolunu şaşıranın durumu gibi.

Hak Teâla'nın "Onlar, kötü azab kendilerine ait olanlardır..." cümlesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu o kâfirlerin Bedir günü kılıçtan geçirilmeleri ve esir edilmeleridir:

b) Bununla, ister dünyada, ister âhirette olsun, mutlak manada ilahî azab kastedilmiştir. "Kötü" kelimesi ile de, o azabın şiddetli ve büyüklüğü kastedilmiştir.

Ayetteki, "Onlar, en çok hüsrana uğrayanların tâ kendileridir" cümlesi hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Kişinin, dünyada, sıhhat ve selâmetini soyup atması ve âhirette yine kendisini büyük bir azaba teslim etmesinden daha büyük bir azab yoktur.

b) Bu, "Onlar itaat etmiş olmaları halinde cennette elde edebilecekleri o makamları, itaat etmemek suretiyle; elden kaçırmış olmak suretiyle zarar etmişlerdir. Çünkü her mükellefin, cennette itaat etmesi halinde kendisine verilmek üzere hazırlanmış bir yeri vardır. Fakat isyan edince, bunu başkasına vermiş gibi olur, o makamı elde edemeyecek büyük zarara girmiş olur.

Kuran Vahyi İle Nebatatın Mukayesesi

5 ﴿