19

"Biz Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar, "Bizi mü'min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler. Süleyman Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Bize her şeyden verildi. Şüphesiz ki bu, apaçık bir üstünlüğün ta kendisidir." Süleyman'ın, cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı. İşte bütün bunlar, zapt ve idare ediliyorlardı. Hatta karınca vadisine geldikleri zaman (dişi) bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Sakın Süleyman ve ordusu, bilmeyerek, sizi kırmasın! (Süleyman) onun bu sözünden gülercesine tebessüm etti de: "Ya Rabb, dedi, bana ve ana babama lütfettiğin nimetine şükretmemi ve Senin razı olacağın iyi (işler) yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de salih kullarının arasına sok".

Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince bundan murad, "ilimden bir bölüm"dür. Yahut da, "yüce ve aziz bir ilim." Buna göre eğer, "Burda vâv değil de fâ olmalı değil miydi? Senin tıpkı "ona verdim, o da teşekkür etti" demen gibi olmalı değil miydi?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Dil ile şükretmenin hali ancak, ondan önce bir kalb, amelî bulunduğu zaman güzel olur. Bu kalb ameli de, taatları yapmaya, günahı ise terketmeye azmetmedir. Bundan önce, taatlarla meşgul olmak olan, uzuvların amelinin de bulunması gerekir. İşte, dil ile şükürden önce mutlaka bu ikisinin bulunması gerekince, şüphesiz ki O'nun şöyle demiş gibi olması gerekir: "Biz ona ilim verdik. O da, bununla, hem kalben, hem de bedenen amel etti. Lisanıyla da, "Bana şunu şunu veren Allah'a hamdolsun" diyerek bunu yaptı..."

İlmin Önemi

Onun, "Biz mü'min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun.."ifadesine gelince, burada birkaç bahis vardır:

1) Kendilerinden üstün kılınan, çokluk, kendilerine ilim verilmeyenler, yahut da Kendilerine onların ilmi gibi bir ilim verilmeyenlerdir. Onlar bu konuda pekçoklarına üstün kılındıkları gibi, pekçokları da kendilerine üstün kılınmıştır.

2) Ayet-i kerimede, ilmin ve mertebenin yüceliğine bir delil vardır. Çünkü Süleyman ile Davud (aleyhisselâm)'a, başkalarına verilmemiş olan bir mülk verilmiş, ama onların mülke olan şükürleri, ilme olan şükürleri gibi olmamıştır.

3) Onlar kendilerini, herkese üstün tutmamışlardır. Bu da, tevazünün güzelliğine zelâlet eder.

4) İfâdenin zahiri, bu faziletin ancak o ilim olmasını gerektirir. Sonra, Allah ve Onun sıfatlarını bilmenin, diğer ilimlerden daha şerefli olmasını iktiza eder. Binâenaleyh, bu şükür ancak, bu ilimden ötürüdür. Sonra bu ilim, bütün mü'minler için mevcuttur. Dolayısıyla, bunun, onların diğer mü'minlere üstün tutulmalarının sebebi olması imkânsız olur. O halde bu fazilet ve üstünlük, Allah ve onun sıfatlarına dair ilim hususunda, kulun, bunların içine dalmış olmasıdır. Öyle ki artık, kulun kalbine hiçbir şüphe gelmez, kalbi hiçbir an ve zaman Allah'tan gafil olmaz...

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Davud (aleyhisselâm)'a Varisliği

Cenâb-ı Hakk'ın, "Süleyman Davud'a mirasçı oldu.." badesine gelince alimler, bu konuda ihtilâf ettiler. Hasan el-Basrî, meselâ şöyle demiştir: "Bu, mal hususundadır. Çünkü nübüvvet ilahi ve doğrudan Allah'dan olan bir bağış olup, ona miras olunmaz." Bir başkası, "Hayır, bu nübüvvettir" derken, diğer bazıları da, "Hayır, bu saltanat ve yönetimdir" demişlerdir. Eğer Hasan el-Basrî iyice teemmül etseydi, oğul kendisine varis olduğunda, malın da Allah'tan olan bir atiyye olduğunu anlardı. İşte bundan dolayıdır ki, çocuk mü'min olduğu zaman varis olur; kâfir ya da (murisin) katili olduğu zaman varis olamaz! Fakat Allahü teâlâ, veraset sebebini, bazı şartlarla, ölüye varis olana tahsis etmiştir. Ama nübüvvet böyle değildir, çünkü ölüm, çocuğun nebî olması için bir sebep olamaz. İşte bundan dolayı bunlar, birbirinden ayrılırlar. Ancak bu, babasının ölümünde nübüvvet ile görevlendirildiği çin, nübüvvete varis olmakla nitelenmesine mani değildir. Nitekim oğul da, babasının ölümünde onu elde ettiği için mala varis olur. Söylediğimizi açıklayan şeylerden birisi de şudur: Allahü teâlâ şayet tafsilatlı olarak açıklasaydı da, "Süleyman Davud'a, onun malına varis oldu" deseydi, o zaman, "Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi" ayetinin hiçbir anlamı olmazdı. Ama biz, "Süleyman onun, nübüvvet ve mülk (hakimiyet) makamına varis oldu" dersek, bu o zaman güzel olur. Çünkü mülke varis olmak, bütün bunları içine alır; mala varis olmak ise, nübüvveti içine almaz. Onun, "Şüphesiz ki bu, apaçık bir üstünlüğün ta kendisidir.." ifadesine gelince, bu da ancak, kâmil olsun yada olmasın herkese nasîb olan mal değil de, zikrettiğimiz şeye, nübüvvet makamına yakışan bir şeydir. Allahü teâlâ'nın bundan sonra zikretmiş olduğu, Süleyman (aleyhisselâm)'ın orduları ifadesi ise, ancak zikrettiğimiz hususa uygun düşer. Yaptığımız bu açıklama ile, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın sadece mala varis olduğunu iddia eden kimsenin görüşü batıl olmuş olur. Ama, "Süleyman, hem mala hem de mülke (hakimiyete) varis oldu.." denilirse bu, bizim yaptığımız açıklamalarla ibtal edilmez. Aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Biz, peygamberler topluluğu, varis olunmayız" Buhâri, Humus, 1; Müslim, Cihâd, 52-56 (3/1379). ifadesinin zahiriyle geçersiz olur.

Kuş Dilini Bilme Nimeti

Onun, "ey insanlar" ifadesine gelince, bundan maksat Allah'ın nimetini izhar etmek, onu yüksek sesle dile getirmek ve insanları, kuşların dilini bilme olan mucizeyi zikretmek suretiyle, tasdik ve imana davet etmektir. Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "Mantık, konuşmak, bir mana ifade etsin ya da etmesin, tek tek kelimeleri ya da cümleleri söylemek, sesle ifade etmektir. Ya'kûb, kitabına, Islahu'l Mantık başlığını koymuştur. Halbuki o, o kitabında sadece, müfret kelimeleri düzeltmiştir. Araplar şöyle derler: "Güvercin nutketti, seslendi." Süleyman (aleyhisselâm)'ın kuşların diline dair öğrendiği şey ise, kuşların maksad ve gayelerinden bazısını bazısından ayırıp seçmesi, farketmesidir.

Ayetteki, "Bize herşeyden verildi" ifadesi ile Süleyman (aleyhisselâm)'a verilen şeylerin çok olduğu anlatılmak istenmiştir. Çünkü "herşey" ile, herşeyin çoğu, çok olma bakımından müşterektirler. İşte böyle bir istiarenin (mecazın) yapılabilmesine sebep, bu müşterekliktir. Bundan dolayı ayetteki "küllü" (herşey) kelimesi, "çok şey" manasında kullanılmıştır. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "O (Belkıs'e) herşey verildi" (Neml, 23) ayetidir.

Nebilerden Tevazu Dersi

Ayetteki, "Şüphesiz ki bu apaçık bir üstünlüğün tâ kendisidir" ifadesi, "Bizi, mü'min kullarından bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun" ifadesinin bir izahıdır ki bundan murad, Allah'a şükür ve hamd etmektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm), "Ben, Âdemoğullarının efendisiyim, ama (bunda) öğünülecek birşey yok" buyurmuştur. Buna göre eğer, uluların kullandığı üslûbtan olduğu halde, Hazret-i Süleyman nasıl, "Bize öğretildi, Bize verildi" diyebilmiştir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), bu Biz ifadesiyle, kendisi ile babası Dâvud (aleyhisselâm)'u kastetmiştir.

2) Bu fiillerdeki nûn harfine, "nûnu'l-vâhidi'l-mutâ' " (itaat olunan ferdi ifade eden nün) denilir. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm), itaat olunan bir padişahtı. Birçok maslahat (sebep), padişahı yüce olarak zikretmeyi gerektirir. Binâenaleyh böyle bir saygı vâcib olmuş olur.

Hazret-i Süleyman'ın Ordusu

Cenâb-ı Hakk'ın "Süleyman'ın cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı" ifadesindeki, "haşr", çeşitli yerlerden bir araya gelip toplanmak ve toplamak demektir. Buna göre bu, "Allahü teâlâ bütün bu çeşit varlıkları, onun ordusu kıldı" demektir. Bu ise, ancak Hazret-i Süleyman'ın kendi gayesi ve muradında tasarruf sahibi olmasıyla mümkün olur. Bu tasarruf da ancak, mevcûd olduğu zaman mükellefiyetin söz konusu olduğu "akıl" bulunduğu zaman olur. Yahut da Hazret-i Süleyman, mükellif çağına yaklaşmış bir mürahık iken olmuştur. İşte bundan ötürü, "Allahü teâlâ. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) zamanında, kuşları, akıllı varlıklar Kılmıştır. Hernekadar Cenâb-ı Hak, ihtiyaç duydukları incelikleri kuşlara ilham etmiş veya arı gibi hayvanlara kullara menfaatli olma özelliklerini vermiş ise de, zamanımızdaki kuşlar böyle akıllı değildir" diyoruz.

Hak teâlâ'nın, "İşte bütün bunlar zabt ve idare ediliyorlardı" ifadesi, "hepsi zabtu rabt altında tutuluyorlardı" demektir. Bu, ayette bahsedilen her gurubta bir zabtu rabt altına alan ve idare ettiği, tasarrufta bulunduğu, adına hareket ettiği kimseler üzerinde o kimsenin, bir hükümranlığı ve yetkisi bulunduğunda olur. Binâenaleyh ayetin zahiri, işin bu kadarını anlatmaktadır. Hadiste, "Onlar, Hazret-i Süleyman'ın ordusu ile birlikte yaptığı hareket, bir nizam ve tertib dahilinde olsun diye, ileri gidenlere mâni oluyorlardı" şeklindeki haber ise, İmkânsız değildir.

Karınca Vadisi

Hak teâlâ'nın "Nihayet karınca vadisine geldikleri zaman.." ifadesine gelince, bu yerin, Şam'da karıncası çok bir vadi olduğu söylenmiştir. Eğer buradaki fiilin niçin alâ harf-i cerri ile müteaddî olduğu sorulursa, şu iki şekilde cevap verilir:

a) Onların gelişleri, vadinin üst tarafından olmuştur. Bundan dolayı bu fiil, isti'la (üstten oluşu) ifade eden bu edat ile kullanılmıştır.

b) Bununla, vadinin geçilip, sonuna ulaşıldığı manası kastedilmiştir. Bu, birisi birşeyin sonuna ulaştığında Arapların kullandığı deyimindendir. Buna göre Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın ordusu, vadinin bitiminde konaklamayı murad etmişlerdir. "Neml" (karınca) kelimesi, mim'in ve nûn'un zammesi ile, nümûl şeklinde okunduğu gibi, racûl vezni üzere nemül şeklinde de okunmuştur. Neml şekli ise, bunların tahfif ile okunan şeklidir.

Karıncanın Konuşması

Ayetteki, ifadesi, "Bir karınca dedi ki" demektir ki karıncanın konuşması akıldan uzak görülecek birşey değildir. Çünkü Allahü teâlâ, karıncada hem aklı, hem konuşma kabiliyetini yaratmaya kadirdir. Katâde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: O, birgün Kûfe'ye gelmiş ve etrafına insanlar toplanmış. Bunun üzerine o, "İstediğinizi sorun" demiş. Ebu Hanife (r.h) de, o zaman henüz bir delikanlı olarak, onların arasında imiş ve "Süleyman (aleyhisselâm)'ın karıncasının, erkek mi dişi mi olduğunu sorun" demiş. İnsanlar, Katâde'ye bunu sorunca, o cevap verememiş. Ebu Hanife (r.h), o karıncanın dişi olduğunu söylemiş. Ebu Hanife'ye "Nereden biliyorsun?" denildiğinde, "Allah'ın kitabından... Çünkü Allah, kitabı Kur'ân'da demiştir. Eğer o karınca erkek olsaydı, derdi" cevabını verimiştir. Bu böyledir. Çünkü "nemle" kelimesi, müzekker ve müennesi aynı olma bakımından, "hamâme" (güvercin), "şât" (koyun) kelimeleri gibidir. Binâenaleyh bunlardan dişisi erkeğinden verilen sıfat ile (erkek güvercin) ve diyerek veya gibi zamirler kullanılarak ayırdedilirler.

Ayetteki, "Yuvalarınıza girin" ifadesine gelince, bil ki, karınca akıllı bir varlık olunca, şüphe yok ki, onlara, akıllı varlıklara hitap edildiği gibi hitap ederek, (cemi müzekker salim siğası kullanmıştır.) Bundan ötürü, böyle söylemiştir. Eğer, "Ayetteki, "Sizi kırmasın" ifadesinin iğrabtaki yeri nedir?" dersen, ben derim ki: Bunun, emrin cevabı olması muhtemel olduğu gibi, emirden bedel bir nehiy olması da mümkündür. Buna göre mana, "Yerinizde durmayın, yoksa onlar sizi yol üzerinde ezer, kırıp geçerler. Sizi, burada görmeyeyim" şeklinde olur.

Bu ayetle, şu hususlara dikkat çekilmiştir:

a) Yolda yürüyenin (yerdekilere) dikkat etmesi gerekmeyip, yol üzerindekilerin sakınması gerekmektedir.

b) Karınca, peygamberin masum (günahsız) olduğunu ve ondan ancak hatâen canlıları öldürme İşinin sâdır olacağını bildiği için, "bilmeyerek sizi kırmasınlar" demiştir ki bu, peygamberlerin masum olduklarına kesin inanmak gerektiğine önemli dikkat çekmedir.

c) Bir kitabta şunu gördüm: O karınca başkalarına, içeri girmelerini şundan ötürü emretmiştir. Çünkü o, idare ettiği karınca topluluğunun, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ı, bu saltanat ve celâlet içinde görmeleri halinde, nankörlüğe düşebilecekleri endişesini duymuştur. İşte onun, "Süleyman sizi ... kırmasın" ifadesi ile kastettiği budur. Böylece o, karıncalar bu nimet ve saltanatı görüp, bir nankörlüğe düşmesinler diye, onlara yuvalarına girmelerini emretmiştir ki bu, bir, kendini dünyaya kaptırmış kimselerle oturup kalkmanın mahzurlu olduğuna dikkat çekmedir.

d) Ve şeddesiz nün ile şeklinde kıraatler de var. Yine aslı olmak üzere bu fiil, tî'nın fethası veya kesresiyte seklinde de okunmuştur.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Gülümsemesi

Ayetteki, "(Süleyman) onun bu sözüne gülercesine tebessüm etti", "tebessüm sınırını gülmeye vardırdı", "gülmeye başlayarak tebessüm etti" demektir. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) şu iki sebepten ötürü gülmüştür:

a) O karıncanın sözünün, kendisinin ve ordusunun merhametine, hallerinin şöhretine ve ordusunun takva konusundaki şöhretine delâlet edişinden hoşlandığı için. Karıncanın buna delâlet eden sözü, "bilmeyerek" şeklindeki sözüdür.

b) Allahü teâlâ'nın, karıncanın sözünü duyma ve onu anlama gibi bir nimeti kendisine verip, başka kimseye vermemiş olmasından ötürü duyduğu sevinçten.

Ayetteki, "Rabbim bana ... ihsan et" ifadesi hakkında Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bunun asıl manası, "Bendeki nimetlerinin şükrünü hakkıyla yapmamı bana nasib et ve ömür boyu sana şükredebilmem için, o nimetlerin benden gitmesine manî olma kudreti ver" demektir." Bu ayet biz (ehl-i sünnetin) görüşüne delâlet eder. Çünkü Mu'tezile ye göre, yapılması mümkün olan herşey lütuf fiillerindendir. Binâenaleyh bütün bunlar olup bitmiştir. Halbuki hasıl-ı tahsil (olmuş şeylerin olmasını istemek) abestir.

Ayetteki, "ve ana babama" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Süleyman'ın ebeveynine verdiği nimetleri, aynen Süleyman'a verilmiş nimet gibi saydığına delâlet eder. "Senin razı olacağın iyi işler yapmamı (bana ilham et)" ifadesi ise, gerek şükür, gerekse amel-i salih hususunda, Allah'dan yardım istemektir.

Daha sonra o, "Rahmetinle beni de sâlih kulların araşma sok" demiştir. O, dünyada iken, iyi şeyleri yapma hususunda Allah'ın yardımını taleb edince, âhirette kendisini sâlih kullardan kılmasını da istemiştir. Onun, "rahmetinle" ifadesi, cennete girmenin, kul tarafından hakedilmesiyle değil de, ilahî lütuf ve rahmet sayesinde olduğuna delâlet eder.

Bil ki Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) önce âhiret mükâfaatını sağlama vesilesi olacak şeyi istemiş, sonra âhiret mükâfaatını istemiştir. Ahiret mükâfaatına vesile olacak şey, şu iki husustur: a) önceki nimetlere şükür, b) hizmetlerle (ibadetlerle) meşgul olma... Önceki nimetlere şükür hususunu, "Ya Rabbi, bana ... lütfettiğin nimetine şükretmemi ilham et (nasib et)" ifâdesi anlatmaktadır. İnsanın, ana-babasına ve atalarına verilen nimetlerin, oğlun kıymetli bir babaya nisbet edilmesinin, Allah tarafından o oğula verilmiş bir nimet olacağı için, bizzat kendisine verilmiş gibi olduğundan dolayı, "ve ana babama ... verdiğin nimetleri" ifadesi ile, Hazret-i Süleyman, Allah'ın, baba ve atasına verdiği nimetlere de şükretmiştir. Hazret-i Süleyman'ın diğer ibadetleri yapması ise, "Senin razı olacağın iyi işler yapmamı..." şeklindeki sözü etmektedir. Hazret-i Süleyman'ın, Allah'dan âhiret mükâfaatı isteyişini de, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" ifadesi anlatmaktadır. Buna göre eğer, "Peygamberlerin, dereceleri, velilerin ve sâlih kulların derecelerinden daha büyük olduğu halde, Allah'dan, kendilerini sâlih kullarından kılmasını istemelerinin sebebi nedir? Çünkü meselâ Yusuf (aleyhisselâm), "Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlih kullarına kat" (Yusuf, 101) diye dua ederken, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) da, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" diye dua etmiştir" denilirse, şöyle cevap verilir: Kâmil-tam salih, Allah'a hiç isyan etmeyen ve hiçbir günaha yeltenmeyendir ki bu, çok yüce bir derecedir. Allah en iyi bilendir.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Kuşları Teftişi

19 ﴿