66

"De ki: "Göklerde ve yerde, gaybı Allah'dan başka kimse bilmez. Onlar da, ne zaman diriltileceklerini bilmezler. Hayır, onların ahiret hakkındaki bilgileri ard arda gelip bitişmiştir. Hayır, onlar bundan şekk içindedirler. Hayır, onlar bundan kördürler".

Bil ki Allahü teâlâ, bu kudretin kendisine mahsus olduğunu beyan edince, gaybın bilgisinin de kendisine mahsus olduğunu beyan buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, İbâdete müstehak olanın da kendisi olduğu sabit olmuş olur. Çünkü ilah, mükâfaatı hak eden kimseleri, cezayı hak eden kimselere karıştırmadan, mükâfaatlandıran zâttır.

Buradaki İstisnanın İzahı

Eğer; "istisna, yapılmaması halinde, müstesna minh'in muhtevasına girmesi gerekenlerin hariçte tutulması için yapılır. Burada bu ayet, Allah (c.c.)'ın, gökler ve yerdekilerden istisna edildiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh, Allah'ın, göklerde ve yerdekilerden olması gerekir ki, bu da, Allahü teâlâ'nın bir mekânda olmasını iktizâ eder" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz: Bu ayetin zahiri terkolunmuştur. Çünkü, Allahü teâlâ'nın bir mekânda olduğunu söyleyenler, O'nun göklerin üstünde olduğunu adia etmişler; O'nun bir mekânda olmadığını söyleyenler ise, O'nu bütün mekânlardan tenzih etmişlerdir. Böylece Allah'ın göklerde ve yerde olmadığı icmâ ile sabit olmuş olur. Bu sebeple bu ayetin te'vil edilmesi gerekir. Bu cümleden olarak biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, göklerde ve yerde olanlardandır. Nitekim kelâmcılar şöyle demektedirler: "Allah her yerdedir" sözü, "O'nun ilmi her yerdedir" manasına gelir.

"Allahü teâlâ'nın göklerde ve yerde olması mecaz, o göklerde ve yerde bulunanların orada bulunmaları ise hakikattir. Halbuki, bir kimsenin aynı ibare ile hem hakiki hem de mecazi manayı murad etmesi caiz değildir" de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, göklerde ve yerde olanların orada olmaları, zatları mekânlarda bulunduğu halde, orada bulunmaları hakikat olduğu gibi, mecaz da olur ki, mecazî oluşu da, onların o yerleri bilmeleri demektir. Binâenaleyh biz, Cenâb-ı Hakk'ın, göklerde ve yerde olmayışını mecazî manaya, -ki bu O'nun oralarda ilmi ile bulunmasıdır- hamlettiğimizde, hem Allahü teâlâ, hem de kulları bu ifadenin kapsamına girmiş olur. Böylece de istisnanın yapılması yerinde olmuş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın "onlar da bilmezler..." ifadesine gelince, bu, gökteki ve yerdekilerin sıfatı olup, onların gaybı bilmediklerini anlatır. Cenâb-ı Hak, öldükten sonra dirilmenin ne zaman olduğunu "ne zaman diriltileceklerini..." ifadesiyle, gaybları bilinemezler içinde zikretmiştir. O halde bu ifadenin başındaki eyyîne kelimesi meta anlamında olup, bu kelime, kelimelerinden meydana gelmiştir. Vakit anlamındadır. Hemzenin kesresiyle, (iyyâne) şeklinde de okunmuştur.

Ayetteki "Hayır, onların ahiret hakkındaki bilgileri ard arda gelip bitişmiştir" ifadesine gelince, bil ki, Keşşaf sahibinin bu husustaki sözü şu üç bahse dayanmaktadır:

Ayetteki Oniki Kıraat

Birinci Bahis: Bu ayette, oniki türlü kıraat vechi bulunmaktadır: iki hemze ile hemze arasında; elif ile fethası, dâl'ın şeddesi ile: ki bunun aslı, istifham üslûbu üzere tek hemze ile ve

İkinci Bahis: (......) 'nin aslı, (......) 'dir. Bu demektir ki tâ, dâl'a idğam edilmiştir, (......) babındandır.

Üçüncü Bahis: (......) ifadesinin manası, "Zirveye vardı ve mükemmel oldu" şeklindedir. Yine, (......)'nin manası, "peşipeşine geldi ve sağlamlaştı" demektir. Sonra burada şu izahlar yapılabilir:

1) "Kıyametin seksiz şüphesiz olacağına dair ilimlerinin sağlamlaşmasının ve mükemmelleşmesinin sebepleri, onlar için bulunmaktadır. Onlar, o sebepleri tanıma imkânını bulmuşlardır. Ama onlar, yine de şüphe içinde olup cahildirler." Ki bu son mana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır onlar bundan şekk içindedirler. Hayır, onlar bundan kördürler" ayetinin beyan ettiği husustur. Cenâb-ı Hak bu beyanı ile, göklerde ve yerde bulunan müşrikleri kasdetmiştir. Çünkü o göktekiler de yerdekilerin cisminden olduğu için, yerdekilerin fiilleri tümüne birden nisbet edilmiştir. Bu tıpkı, o işi onlardan bir grup yaptığı halde, "Falancaoğulları şöyle yaptılar" denilmesi gibidir.

İmdi şayet, "Ayet, gaybı bilmenin sadece Allah'a mahsus olduğunu, kulların ise, buna dair hiçbir şey bilemediklerini, onların öldükten sonra dirilmelerinin ve ayağa kaldırılmalarının zamanının da, gaybler cümlesinden olduğunu, fakat o insanların bunun farkında olmadıklarını bildirmek için getirilmiştir. Binâenaleyh, bilme sebep ve vasıtalarının sağlamlığına ve onların bunu bilebilme İmkânına sahip olmalarına rağmen, müşrikleri öldükten sonra dirilmeyi inkârla vasfetmek, bu manaya daha nasıl uygun düşer?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak, sanki, "Varlığına apaçık delillerin delâlet ettiği ahiretin varlığı hususunda şüphe ederlerken, daha nasıl gaybı bilecekler? Binâenaleyh, bu kadar apaçık şeylerden habersiz olan kimse, daha nasıl, herşeyden daha kapalı ve daha gizli olan gaybı bilebilecektir?" demek istemiştir.

2) Onların bu konudaki ilimlerini, "sağlamlık"la nitelemek, onlarla alay etmek içindir. Bu tıpkı senin, en cahil insana, alay etmek için, "ne acaip alimsin?" demen gibidir. Bu, onların, kendisine ileten yol apaçık olan bir şeyin varlığı hususunda şüphe etmelerinden dolayıdır.

3) "sona erdi, son buldu" demektir. Bu senin,"Meyve olgunlaştı, sona erdi" sözünden türetilmiştir. Çünkü, meyvenin bu noktaya varmasıyla, yok olması da başlamış olur.

Hasan el Basrî, bu ifadeye "Onların ilimleri izmihlale uğradı ve ard arda yok olup gitti" anlamını vermiştir ki, bu ifade, "ard arda yok olup gittiler" anlamına gelen, (Tedâreke benû fülânin) ifadesinden alınmıştır.

İstifham hemzesiyle, (......) şeklinde okuyanların kıraatinin izahına gelince, bu, onların ilimlerinin olgunlaşmasını inkâr etme tarzında olan bir okuyuştur, (......) şeklinde okuyanların kıraati de böyledir. Çünkü bu ifadelerin başındaki ve istifham hemzesi anlamında olan fî 'dır. (......) şeklinde okuyanlara gelince, böyle okuyan kimse, Cenâb-ı Hakk'ın "bilmezler" ifadesinden sonra 'yi getirince, o zaman bunun manası, evet, bunun farkına varırlar" demek olup, sonra da bu farkına varma işini, bu bilginin olmadığını ifade eden bir istihza tarzında, "Onların ahiret hususundaki ilimleri olgunlaşıp kemâle ermiştir, (Öyle mi?)" diyerek açıklamıştır. Buna göre, bu şekilde okuyan sanki onların ahiretin ne zaman olacağına dair bilgi ve bilinçleri; onların o ahireti bilmeyişleridir. Böylece bu söz, daha beliğ bir biçimde bilmeyi nefyetmiş olur.

Bu kelimeyi, istifham şeklinde (......) şeklinde okuyanlara göre mana, "Evet ya, onlar ne zaman diriltileceklerini bilirler" şeklinde olup, sonra o, bu istifhamla, onların ahireti bilmediklerini kastetmiş olur. O, onların ahireti bilmediklerini belirttiğinde ve yine o, onların, ahiretin varlığına dair bilgilerinin mevcut olmadığını söylediğinde, onlarda ahiretin ne zaman olacağına dair bilgi de meydana gelmemiş olur. Eğer sen, Bu ayetteki üç "idrâb"ın, (yani "öyle değil böyle" demenin) manası nedir?" dersen ben derim ki, bu onların, bu konudaki derecelerini ve mertebelerini beyandır. Çünkü Cenâb-ı Hak onları ilk önce, öldükten sonra dirilmenin vaktini bilmemekle vasfetmiş, daha sonra. Kıyametin olacağını da bilmediklerini belirtmiş, bunun peşinden onların şekk ve şüpheleri için de şuursuzca hareket ettiklerini bildirmiş, daha sonra da en kötü vasıfla nitelemiştir ki, bu da onların kör olduklarını belirtmesidir. Burada şöyle bir nükte de bulunmaktadır: Allahü teâlâ, ahireti, onların körlüklerinin başlangıcı kabul etmiştir. İşte bundan dolayı (......) kelimesini an ile değil de, ibtidâ ifade eden min ile müteaddî kılmıştır. Onların ahireti ve cezayı inkâr etmeleri, onları adeta hayvanlar haline getiren şeydir.

Ahireti İnkâr Karşısında Allah'ın Hilmi

66 ﴿