17"Musa gençliğine erip geliştiği zaman, biz ona hikmet ve ilim verdik, iyi hareket edenleri biz böyle mükâfaatlandırırız. (Musa), ahâlisinin gaflet üzere bulunduğu bir zamanda şehre girdi. (Orada) birbiriyle kavga etmekte olan ikiadam gördü. Birisi kendi taraftarlarından, öbürü de düşmanlarındandı. Derken taraftarlarından olan adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine Musa onu bir yumruk vurup öldürdü. (Musa): "Bu, şeytanın işlerindendir, o, gerçekten şaşırtıcı, apaçık bir düşmandır. Ya Rabbi, ben (böyle yapmakla) cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret et" dedi. Allah da ona mağfiret etti. Çünkü O, gafur ve rahimdir, "Rabbim bana in'âm ettiğin şeylerden ötürü (bana olan ihsanın hakkı için) artık suçlulara asla destek olmayacağım" dedi". Bil ki ayetteki, (......) ifadesi ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Her iki ifade de aynı manaya olup, kuvvetin kemale ermesi, karakter ve sutyenin dengeye ulaşması demektir. b) En doğru olan görüşe göre bu ikisi, birbirinden farklı manadadırlar. Bu görüşü savunanlar, şu değişik izahları yapmışlardır: 1) En doğrusuna göre, bedenî ve cismanî kuvvetlerin kemale ermesi; "istiva", da aklî kuvvetin mükemmelleşmesi demektir. 2) (......) kuvvetin tamamlanması; istiva ise, bünyenin ve hilkatin tamamlanmasıdır. 3) (......) buluğ çağı demektir. İstiva da, hilkatin tamamlanmasıdır. 4) İbn Abbas, "Esüdd, onsekiz-otuz yaş arasında olmadır. Otuzdan kırka kadar olan çağda insanlar, ne artarlar, ne eksilirler. Kırktan itibaren ise noksanlaşma başlar" demiştir. İbn Abbas'ın söylediği doğrudur. Çünkü insan, ömrünün başında büyüme ve gelişme çağındadır. Sonra bu iş, bir müddet duraklar. Sonra da gerileme başlar. Büyüme yaşının sonu yirmidir. Yirmiden otuza kadar çağda, gelişme gerçekten az olur. Ama kuvvet alabildiğine gelişir. Otuzdan kırka kadar artık bu iş duraklar, ne arar, ne eksilir. Kırktan altmışa kadar, çok belirsiz ve yavaş bir eksilme ve gerileme tavlar. Altmıştan ömrün sonuna kadar ise, belirgin bir gerileme başlar. Rivayet olunduğuna göre, peygamberler kırk yaşlarının başında peygamber olarak gönderilmişlerdir. Bunun hikmeti açıktır. Çünkü insanın kırk yaşına kadar şehevî ve gazabi kuvvetleri gelişir ve tamamlanır, duyuları kemale erer. Böylece insan bu kuvvetlere iyice çekilmiş olur. Fakat kırka dayandığında, bundan sonra bedenî kuvvetler noksanlaşmaya, aklî kuvvet artmaya başlar. İşte bu noktada insan en mükemmel ve olgun haline gelir. İşte bu incelikten ötürü Allahü teâlâ vahy için bu yaşı seçmiştir. Alimler, (......) kelimesinin müfredi hakkında ihtilaf etmişlerdir: Ferrâ, "Bunun müfredinin kıyasa göre, (......) şeklinde olması gerekir ama, bunun müfredi hiç duyulma derken, Ebu'l-Heysem, "Nasıl, (......) kelimesinin müfredi, "ni'met" şeklinde ise aynı şekilde (......) kelimesinin müfredi de, "şiddet"tir. Şiddet de, kuvvet ve celâdet demektir" demiştir. Ayetteki, "Biz ona hikmet ve ilim verdik" ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah verilmiştir: 1) Bu, nübüvvet ve nübüvvetle ilgili bilgiler, huylar demektir. Buna göre, ayette nübüvvetin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o Kıptîyi (Mısırlıyı) öldürmezden önce mi sonra mı olduğuna bir delil yoktur. Çünkü "ve şehre girdi" ifadesindeki vâv (ve) edatı, tertip (sıra) ifade etmez. 2) Bu, "Biz ona hikmet ve ilmi verdik" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Evlerinizde Allah'ın ayet ve hikmetlerinden okunanları hatırlayın" (Ahzâb. 34) buyurmuştur. Bu görüş şu sebeplerden ötürü daha uygundur: a) Nübüvvet, insanlara verilecek derecelerin en üstünüdür. Binâenaleyh nübüvvetten önce, hem ilim bakımından, hem de büyüklerin ve hükemânın yolu olan sîret (gidişat) bakımından mükemmel bir halin bulunması gerekir. b) Ayetteki, "iyi hareket edenleri biz böyle mükâfaatlandırırız" ifadesi, Hak teâlâ'nın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın muhsin (iyi) oluşuna bir mükâfaat olsun diye, ona bu hikmet ve ilmi vermiş olduğuna delalet eder. Halbuki nübüvvet, bir işin mükafaat olarak verilmez. c) Eğer ayetteki hüküm ve ilim ile nübüvvet kastedilmiş olsaydı, o zaman "Muhsinleri biz böyle mükâfaatlandırırız" ifadesinden ötürü, İyilikte bulunan (muhsin olan) herkes için nübüvvetin olması gerekirdi. Çünkü ayetteki bu ifade, daha önce geçen hikmet ve İlim verilişi ile ilgilidir. Kıptî'nin ölümüyle İlgili Bazı Meseleler Hak teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya o Kıptîyi öldürmezden önce, in'amda bulunduğunu bildirmiştir. Bu hususta birkaç mesele var: Alimler, ayette bahsedilen o şehrin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Alimlerin çoğu bunun, Firavunun yaşadığı şehir olduğu kanaatindedirler. Bu da iki fersah uzaklıkta bir yerleşim yeridir. Dahhâk, bu şehrin "Ayn-i Şems" olduğunu söyler. Alimler, ayetteki "Ahalisinin gaflet üzere bulunduğu bir zamanda..." ifadesinin manası hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir: Birinci Görüş: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), gençliğine erip olgunluk çağına eriştiğinde, Allah ona, hem kendi dini, hem atalarının dini ile ilgili bilgileri ve hikmeti verince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavunun ve kavminin bâtıl üzere olduklarını anladı, hakkı söylemeye başladı ve onların dinlerini tenkit etti. Bu öylesine yaygınlaştı ki iş, Firavun ve adamlarının, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı tehdit etmeleri ve böylece onun onlardan çekinmesi noktasına varıp dayandı. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, İsrailoğullarından, kendine tâbi olan ve sözünü dinleyen taraftarları vardı. Bundan dolayı Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavunun şehrine korkarak gireceği bir hale geldi. İşte bu şekilde o şehre bir gün, insanların gaflette (uykuda) olduğu bir zamanda girdi." Bu görüşte olanların çoğu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o şehre, ahalinin kaylûle (öğle) uykusuna yattıkları bir zamanda girdiği görüşündedirler. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan ayetteki bu ifade ile, akşam ile yatsı arasının kastedildiği rivayeti gelmiştir. Fakat önceki izah daha uygundur. Çünkü Allahü teâlâ bu "gaflet"i, o şehrin ahalisine nisbet etmiştir. Binâenaleyh kişi, korktuğu için, görünmeden bir yere girecek olursa, bu durumda gaflet (farkında olmayış) işi, oranın ahalisine nisbet edilmez. İkinci Görüş: Süddi şöyle der: "Musa (aleyhisselâm) büyüdüğünde, Firavunun bineklerine biner ve onun elbiselerini giyerdi. Bundan dolayı da, "Firavunun oğlu" diye çağrılırdı. Bir gün "Firavun'unki gibi bir bineğe bindi ve halkın kaylûle (Öğle) uykusuna yatmış oldukları bir yere rastladı. Ortalık ıssız iken, gündüzün tam ortasında o yere girdi. İşte ayetteki ifade ile bu kastedilmiştir." Üçüncü Görüş: İbn Zeyd şöyle der: "Ayetteki bu ifade ile, "o saatte bir gafletin bulunduğu" mânâsı kastedilmemiş, aksine oranın halkınca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan ve o nübüvvet işinden habersiz oluşları kastedilmiştir. Çünkü Musa (aleyhisselâm), küçükken, Firavunun başına sopayla vurmuş ve sakalını yolmuştu. Bunun üzerine Firavun onu öldürmek istemiş, ama sonra bir ateş koru getirilip Musa (aleyhisselâm)'nın eline verildiğinde, o onu avuçlayıp, ağzına atmış. İşte dilindeki tutukluk bunun eseri olarak kalmış. Bunun üzerine Firavun, "Onu öldürmeyeceğim. Ama onu bu şehirden çıkarın" demiş. Böylece Hazret-i Musa oradan çıkarılmış ve büyüyüp olgunlaşıncaya kadar, bir daha o şehre girmemiş. Oradakiler de, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı anmaz olmuşlar ve onu tamamen unutmuşlardı. İşte ayetteki "gaflet" ile kastedilen budur." Bu rivayetlerin birini diğerine tercih etmenin imkânı yoktur. Çünkü Kur'an'da bunlardan birine delalet edecek birşey yer almamıştır. Ayetteki "(Orada) birbiriyle kavga etmekte olan iki adam gördü. Şu kendi taraftarlarından, bu da düşmanlarındandı..." buyurulmuştur. Zeccâc şöyle der: "Cenâb-ı Hak, hikaye yoluyla ve her ikisi de gaib sığası ile "Biri, öbürü" buyurmuştur. Buna göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) orada dövüşen iki adama rastladı. Birisi anlara baktığında (zahiren), "şu birisi, onun taraftarlarından, beriki de onun düşmanlarından" derdi" demektir. Alimler bu hususta değişik İzahlar yapmışlardır: Mukâtil şöyle demiştir: "Dövüşen o iki adam da kâfirdi. Fakat biri İsrailoğullarından, diğeri Kıptîlerdendi." Mukâtil buna şöyle delil getirmiştir: "Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ona ertesi gün, "sen gerçekten besbelli bir azgınsın" (Kasas, 18) demiştir. Meşhur olan görüşe göre ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın taraftarlarından olan adam müslümandı. Çünkü birisine hem din, hem mezheb (gidişat) bakımından ters düşen kimse hakkında "Bu falancanın şî'asındandır (taraftarlarındandır)" denilemez. İsrailoğullarından olana musallat olan o Kıptî'nin, Firavun'un ocakçısı olduğu, onu mutfağına odun taşımak için görevlendirdiği rivayet edildiği gibi, dövüşenlerden Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın taraftarı olanın Sâmiri, diğerinin ise Firavun'un ocakçısı olduğu da rivayet edilmiştir. Doğrusunu Allah bilir. Musa (aleyhisselâm)'nın Kıptî'yi Öldürmesi Ayetteki "Derken taraftarlarından olan adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi" ifadesi, "o, ondan, kendini bu düşmandan kurtarmasını ve ona karşı kendine yardım etmesini istedi." Bunun üzerine "Musa onu bir vuruşta öldürdü" demektir. "Vekz", parmak uçları ile itmektir. Bu itmenin bütün avuçla olduğu da söylenmiştir. İbn Mes'ud bunu (......) şeklinde okumuştur. Bazıları "vekz"in, önden, döşten itmek, "lekz"in de sırttan itmek olduğunu söylemişlerdir. Musa (aleyhisselâm) güçlü-kuvvetli idi. Bazı müfessirler Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın onu, asası ile ittiğini söylemişlerdir. Fakat Mufaddal, bunun yanlış olduğunu, çünkü Arapça'da "Onu âsâ ile "vekz" etti" şeklinde bir kullanış bulunmadığını söyler. (......) yani Hazret-i Musa (aleyhisselâm) böylece o adamı öldürdü. Peygamberlerin ismeti olduğuna itiraz edenler, bu ayeti delil getirerek şu izahları yapmışlardır: 1) O Kıptînin, bu ölümü haketmiş olduğu veya etmemiş olduğu söylenebilir. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) daha niçin, "Burada, "Bu, şeytanın işlerindendir" ve "Ya Rabbi, ben cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret et" demiş, yine bir başka surede, "Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım" (Şuara. 20) demiştir. Eğer ikinci ihtimal, yani Kıptî'nin ölümü haketmemiş olması ihtimali söz konusu ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın onu öldürmesi bir günah olur. 2) Ayetteki "öbürü de düşmanlarındandı..." ifadesi, onun "harbî" bir kâfir olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh onun kanı mubahtır. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onun ölümünden ötürü mağfiret olunmasını istemiştir. Halbuki mubah bir işi yapmadan ötürü, bağışlanmayı istemek caiz değildir. Çünkü bu o mubahın haram olduğu zannını uyandırır. 3) Ayetteki "vekz" ile, açıkça ve kasten öldürme manası kastedilmemiştir. Binâenaleyh bu öldürme işi, hataen olmuştur. O halde daha niçin o, mağfiret olunmasını istemiştir. Birincisine şöyle cevap veririz: "Öldürülen şahıs kâfir idi. Bundan ötürü de kanı mubah idi" denilmesi niçin caiz olmasın? Hasmın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Bu şeytanın işlerindendir" deyişini delil getirmesine karşı şu izahlar yapılabilir: a) Belki de Allahü teâlâ, her nekadar o kâfirin öldürülmesini mubah kılmış ise de, "Evlâ olan onların öldürülmelerinin bir başka zamana ertelenmesidir" demiştir. Binâenaleyh Hazret-i Musa (aleyhisselâm), o adamı öldürünce, mubah ve mendub olan bir hususu (evlayı) terketmiş oldu. Dolayısıyla Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Bu şeytanın işlerindendir" sözü, "Benim mendubu yapmamam, şeytanın işlerindendir" manasındadır. b) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Bu" kelimesi, kendi yaptığı işe değil, öldürülenin işine işarettir. O halde, bu ifade, "O maktulün yaptığı iş, şeytana işlerindendir" manasında olur. Bununla, o kimsenin, Allah'ın emrine muhalefet etmesinden dolayı, ölüme müstehak olduğunu anlatma kastedilmiştir. c) Yine ayetteki hazâ ile, öldürülenin kendisine işaret edilmiştir ve "Bu şeytanın ordusundan ve hizbindendir" demektir Nitekim "şeytanın adamları" manasında, 'falanca şeytanın işlerindendir" denilir. Hasmın, "Hazret-i Musa(aleyhisselâm)'nın, "Rabbim, ben cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret et" şeklindeki sözünü kendilerine delil olarak ileri sürmelerine gelince, bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, tıpkı Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in metodunu kullanarak söylediği gibidir. Çünkü o da, "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik" (Arafat, 23) demişti ki bununla şu iki husustan biri kastedilmiştir. Bu, her nekadar ortada bir günah yoksa da, ya Allah'a yalvarıp yakarma ve görevlerini hakkıyla yerine getirmemeyi itiraf etmek için söylenmiş bir cümledir, yahut da mendûbu (evlâ) olanı yapmamak suretiyle, insanın kendini mükafaattan mahrum kılmış olması açısından söylenmiş bîr cümledir. Hazret-i Musa' (aleyhisselâm)'nın "Bana mağfiret et" deyişi de, "Bu mendubu yapmadığım için beni bağışla" demektir. Bu hususta şöyle bir diğer izah da yapılabilir: "Bu mel'ûnu öldürdüğüm için, ya Rabbi kendime zulmetmiş oldum. Çünkü Firavun bunu benim yaptığımı anlarsa, ona karşılık beni öldürür. Binâenaleyh, "Bana mağfiret et" yani, "bunu gizle ve bunun haberinin Firavuna ulaşmasına fırsat verme". Bunun üzerine (......) yani, Allah bu haberi Firavuna ulaşmaktan alıkoydu, Musa (aleyhisselâm) ile arasında sır olarak bıraktı." Böyle bir te'vilin yapılabileceğine, bunun peşinden, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın "Rabbim, bana ın'am ettiğin şeylerden ötürü ettiğin ihsan hakkı için, artık suçlulara asla destek olmayacağım" demiş olması da delâlet eder. Binâenaleyh burada mü'min olan tarafa yardım etmek, eğer bu mastyetin sebebi olsaydı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), böyle demezdi. Hasmın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım" (Şuara, 20) sözünü delil getirişine gelince, Hazret-i Musa, "Ben, bu işte hatalı oldum, sapıttım" dememiştir. Fakat Firavun, onun öldürdüğü sırada kâfir olduğunu iddia edince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kâfir olduğu iddiasını reddetmiş ve fakat (......) yani, ne yapması ve nasıl tedbir alması gerektiğini henüz o zaman bilmeyen bir şaşkın olduğunu itiraf etmiştir. Hasmın, "Eğer o harbî bir kâfir idiyse, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) niçin onu öldürmesinden ötürü bağışlanmasını istedi?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Kâfirin kanının akıtılmasının mubah olması, şeriatlara göre değişen bir durumdur. Belki de onları öldürmek o zaman haramdı. Yahut mubah idiyse de, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, evlâ olan onu yal anmamaktı düşmedir" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Bunu kabul etmiyoruz. Belki o adam zayıf, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ise güçlü-kuvvetli biri idi. Onu parmak uçlarıyla yitince, kesin olarak öldürmüş oldu. Sonra biz bunu kabul etsek bile, Musa (aleyhisselâm)'nın, o yahudiyi o kıptînin elinden bu, terki evlâ olan, parmak uçlarıyla itmeksizin (yumruk vurmaksızın) da kurtarabileceğini söyleyebiliriz. İşte bundan ötürü mağfiret edilmesini istemiştir. Şunu da belirtelim ki: Biz bu ayetin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan bir günahın sâdır olduğuna delâlet ettiğini kabul etsek bile, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o vakit peygamber olduğuna dair kesin bir delilin bulunmadığını beyan etmiştik. Binâenaleyh bu iş, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan, peygamber olmazdan önce sadır olmuş bir hadisedir ki bunda zaten münakaşa yoktur. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, günahları Allah'ın yarattığını söyleyen kimsenin görüşünün yanlışlığına delalet eder. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Bu, şeytanın işlerindendir" demiş ve bu işi, şeytana nisbet etmiştir. Binâenaleyh bu masiyet, eğer Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı, şeytandan değil, Allah'dan olmuş olurdu. Bu tıpkı, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un, "Benimle kardeşlerimin arasını şeytan bozduktan sonra" (Yusuf. 100), Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yol arkadaşı, Hızır (aleyhisselâm)'ın, "onu bana ancak şeytan unutturdu" (Kehf, 63) ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Şeytan, ebeveyninizi cennetten çıkardığı gibi, sizi de fitneye düşürmesin " (Arafat, 27) sözleri gibidir. Ayetteki, "Ya Rabbi bana in'am ettiğin şeylerden ötürü (bana olan ihsanın hakkı için), artık suçlulara asla destek olmayacağım" ifadesi ile ilgili bir kaç izah var: 1) Bu ayetin zahiri Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "sen bana böylesi bir in'amda ve lütufta bulununca, ben nasıl herhangibir suçluya destekçi olabilirdim. Aksine ben mü'mini desteklerim" demiş olduğuna delalet eder. Bu da, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kıptîye karşı, İsrailliye yaptığı yardımın, günah değil taat olduğuna delalet eder. Çünkü eğer bu bir günah olsaydı, o zaman Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Sen bana o günahtan ötürü tevbemi kabul ederek in'am edince, ben o günaha devam ettim" demesi gerekirdi. 2) Kaffal şöyle der: Hazret-i Musa (aleyhisselâm), sanki Allah'ın kendisine lütfettiği şeylere, yemin ederek, hiçbir suçluya destekçi olmayacağını bildirmiştir, "in'am ettiğin şeylere yemin olsun ki" ifadesinin başındaki "bâ", kasem (yemin) içindir. 3) Kisâi ve Ferrâ, "Bu, bir haber cümlesi olup, dua manasınadır. Buna göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sanki, "Ya Rabbi beni, isyankârlara destekçi kılma" demek istemiştir. Ferrâ bunu zaten Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh) şeklinde okuduğunu söyler. Bil ki bu ayette, zâlimlere ve fasıklara destekçi olmanın caiz olmadığına bir delalet vardır. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm) istisna yaparak (inşaallah diyerek) "Eğer Allah dilerse, mücrimlere destek olmayacağım" dememiştir. İşte bundan dolayı, ertesi gün buna mübtelâ olmuştur." İbn Abbas'ın bu görüşü zayıftır. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), ikinci gün o adama destekçi olmayı bırakmıştır. O düşman Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan korktuğu için, "Bu yerde ille yaman bir zorba olmak istiyorsun sen" demiştir. Yoksa Hazret-i Musa (aleyhisselâm), birşey yapmış değildir. |
﴾ 17 ﴿