32"Artık Musa, müddetini tamamlayınca, ailesiyle yola çıktı. Tur yanında, bir ateş farketti. Ailesine dedi ki: "(Siz burada) bekleyin; çünkü ben, bir ateş gördüm; olur ki, oradan size bir haber, yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm. Derken oraya gelince, mübarek bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaçtan; "Ya Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben! Asanı bırak..." diye nida olundu. (Musa), asasını, bir yılan gibi deprenir görünce, arkasını dönüp uzaklaştı, geri dönmedi. "Ya Musa, beri gel, korkma; çünkü sen emniyyette olanlardansın. Elini yakanın içine sok. Af etsiz bembeyaz olarak çıkacaktır o. Korkudan ellerini kendine kavuştur. İşte bu ikisi, Firavun'a ve cemaatine Rabbinden iki burhandır. Çünkü onlar fâsıklar güruhudur". Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Musa, o iki kızın küçüğü ile evlendi ve o iki vakitten uzun olanını yerine getirdi" dediği rivayet olunmuştur. Mücâhid, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bu süreyi on sene olarak tamamladı ve bundan sonra Şuayb (aleyhisselâm)'in yanında bir on sene daha kaldı" demiştir. Ayetteki "Artık Musa müddetini tamamlayınca, ailesiyle yola çıktı. Tür yanında bir ateş farketti..." ifadesi, bu hissetme işinin, bu iki işten sonra olduğuna delalet eder. Fakat bunun, iki işin sadece birisinden sonra yani o müddetin tamamlanmasından sonra meydana geldiğine delalet etmez. Böylece Kâdi'nin, "Bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, o müddetten fazla kalmadığına delalet eder" şeklindeki sözü bâtıl olmuş olur. Ayetteki, "Ailesiyle yola çıktı..." ifadesinde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın sadece hanımıyla yola çıktığına dair bir delalet yoktur. Çünkü ayette daha sonra gelen, 'bekleyin" ifadesinde, bunların iki kişiden fazla bir cemaat olduklarına bir işaret vardır. Ayetteki, "Bir ateş farkettim" ifadesinin izahı, Tâhâ ve Neml sûrelerinde geçti. Ayetteki "Olur ki oradan size bir haber yahut, ısınmanız için bir ateş parçası getiririm" ifadesiyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki üç şekilde, yani "cezve", cüzve" ve "cizve" şekillerinde kullanılır ve bu şekillerde de okunmuş olup, bu, ister ucunda ateş olsun, ister olmasın, kalın sopa demektir." Zeccac ise, "cezve"nin, kuru ağaçtan koparılmış kalın bir parça olduğunu söyler. İkinci Bahis: Tahâ sûresinde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yolculuk ettiği bu gecede, çölde alabildiğine zifiri bir karanlık olduğunu, şiddetli bir rüzgârın estiğini, hayvanlarının eğildiğini, yolu kaybettiklerini, bir yağmura tutulduklarını, böylece de çok üşüdüklerini, işte tam o sırada uzakta bir ateş gördüklerini, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kendilerine yol gösterecek birisini bulmak üzere o ateşe doğru gittiğini anlatmıştık ki bu, ayette "Oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası (yanan bir odun) getireyim" ifadesi ile anlatılan husustur. Ayetin, "Olur ki oradan size bir zaber getiririm" kısmında, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yolu kaybettiğine; "Isınmanız için bir ateş parçası getireyim" kısmında da üşüdüklerine bir delalet vardır. Ayetteki, "Derken oraya gelince, mübarek bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, iğaçtan, "Ya Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben" diye nida olundu" sadesine gelince, bil ki, şâtı'u'-vadi, "vadi tarafından" demektir. Çünkü o nida, vadi vatından, ağaç tarafından, Musa (aleyhisselâm)'nın sağ yanından gelmişti. Ayetteki, "ağaçtan" ifadesi, "vadinin kıyısından" ifadesinden bir "bedel-i istimal"dir. Çünkü o ağaç, vadinin o kenarında idi. Bu tıpkı, (Zuhruf. 33) ayetindeki bedel gibidir. Cenâb-ı Hak, bu ayette, o bölgeyi "mübarek" diye nitelemiştir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğinin başlangıcı ve Allah'ın ona konuşması, orada olmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Kelamullah'ın Mahiyeti Hakkında Mu'tezile, "Allah herhangi bir cisimde yarattığı kelamla konuşur" şeklindeki görüşlerine, ayetteki, "ağaçtan' ifadesini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o sesi, o ağaçtan duyduğu ve bu şekilde nida edenin Allahü teâlâ olduğu hususunda açık bir ifadedir. Allahü teâlâ ise, bir cisim içinde olmaktan münezzehtir. Dolayısıyla Allahü teâlâ'nın, kelamını bir maddede yaratmak suretiyle konuştuğu sabit olur." Cenâb-ı Hakk'ın kelamının kadîm (ezeli) olduğunu savunan (ehl-i sünnet) şöyle derler: Bu meselede bizim şu iki görüşümüz var: 1) Ebu Mansur el-Maturidi ve Mavera ün nehir alimlerinin görüşüne göre, Cenâb-Hakk'ın zâtı ile kâim (birlikte) olan kadîm kelâmı duyulmaz. Duyulan şey ancak sesler ve harflerdir. İşte o ağaçta yaratılan ve duyulan budur. Böyle olması halinde. Mu'tezile'nin görüşü sakıt olur, düşer. 2) Ebu'l-Hasan el Es'ârî'nin görüşüne göre, harf ve ses olmayan Allah kelâmının, tıpkı cisim (madde) ve araz (sıfat) olmayan zât-ı ilâhinin görünmesinin mümkün oluşu gibi, duyulması mümkündür. Bu görüşe göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o harfleri ve seslen ağaçtan duyması ve kadîm kelâmı (sözü) de, ağaçtan değil, Allah'tan dinlemiş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bu iki şey arasında bir uyuşmazlık söz konusu değildir Ehl-i sünnet, görüşüne şöyle delil getirmiştir: "Ayetteki, "Alemlerin Rabbi olan Allah benim ben!" sözünün çıktığı ve duyulduğu yer, eğer o ağacın kendisi olmuş olsaydı, o zaman o ağaç, "Allah benim" demiş olurdu." Mu'tezile buna şöyle cevap verir: "Bu, o sözü söyleyenin, sözün faili (sahibi) değil de, sözün mahalli (söylendiği yer) olması halinde söz konusu olur ki, esas meselemiz de budur.." Ehl-i sünnet buna şu şekilde cevap verir: "Zehirli bir but, "Benden yeme, çünkü ben zehirliyim" dediğinde, bu sözün faili Allah olur. Çünkü eğer bunu söyleyen but, bizzat bu sözün sahibi olsaydı, o zaman Allah'ın, "Benden yeme, çünkü ben zehirliyim" demiş olması gerekirdi ki, bu olamaz. Binâenaleyh eğer konuşan, sözün yeri olmuş olsaydı, o zaman o ağacın, "Ben Allah'ım" demiş olması gerekirdi ki, bütün bunlar olamaz. Şöyle de denebilir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'de, duyduğu o sözün, Allah'ın sözü olduğuna dair kesin bir bilgi yaratmıştır." Mu'tezile buna da itiraz ederek şöyle der. "Çünkü eğer, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), o sözün, Allah'ın sözü olduğunu kesin olarak bilmiş olsaydı, o zaman Allah'ın varlığını da kesin (bedihî) olarak bilmiş olması gerekirdi. Çünkü sıfatın (arazın) zarurî olarak bilinmesi ve bu sıfatın zatının (cevherinin) İse istidlali olarak bilinmesi imkansızdır. Binâenaleyh eğer, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Cenâb-ı Allah"ı zarurî (bedihî) olarak bilmiş olsaydı, mükellefiyet ortadan kalkardı." Şöyle de denebilir "Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ya harf ve ses olmayan o kelâmını duyurunca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) böyle bir sözün, mahlûkâtın sözlerinden olamayacağını anlamıştır." Şu da ileri sürülebilir: "Bu sözün o ağaçtan çıkması, böyle bir sözün ancak Allah'dan olacağı bilinmesi yönünden, tıpkı çakıl taşlarından tesbîhatın çıkışı gibidir." Şu da söylenebilir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yaş bir ağaçta ateşi görmesi mucize olunca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), ateşle, yaş ve yeşil bir ağacı bir arada tutmaya kadir olanın ancak Allahü teâlâ olduğunu anlamış oldu." Şu rivayetin doğru olması da muhtemeldir: İblis, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Onun Allah'ın nidası olduğunu nasıl anladın?" dediğinde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) "Çünkü ben onu, bütün cüzlerimle, her tarafımla duydum" demiştir. Binâenaleyh o, bu duyma işinin bütün bedeninden olduğunu hissedince, bunun Allah'dan başka hiç kimsenin kadir olamayacağı şeylerden olduğunu anladı." Bu ancak, biz ehl-i sünnete göre doğru olabilir. Bize göre hayatın bulunması için, bünye şart değildir. Cenâb-ı Hak, Neml Sûresi'nde, "Kendisine şöyle nida olundu: "Ateşte bulunana da, çevresinde olan kimselere de muhakkak bereket verildi" (Neml, 8) buyurulmuş; burada "Alemlerin Rabbi olan Allah benim ben!" diye nida olundu" buyurulmuş; Tahâ Sûresi'nde ise, "Ben senin Rabbinim" diye nida olundu" (Tâha, 12) buyurulmuştur. Bu üçü arasında bir tezat yoktur. Binâenaleyh Allahü teâlâ, bütün bunları zikretmiş, ama her sûrede bunlardan birini nakletmiştir. Hasan el-Basri "Musa (aleyhisselâm)'ya konuşma nidası değil, vahiy nidası yapıldı. Bunun delili ise, "Vahyolunana kulak ver" (Taha, 13) ayetidir" demiştir. Ekseri âlimler ise, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya vahyen değil, vasıtasız olarak konuştuğu kanaatindedirler. Bunun delili, Hak teâlâ'nın, "Allah, Musa'ya konuştu" (Nisa. 164) ayeti ve benzeri ayetlerdir. Hasan el-Basrî'nin delil getirişi zayıftır. Çünkü, "Vahyedilene kulak ver" (Tâha, 13) sözü ona, vahiy ile olmamıştır. Çünkü eğer bu da vahiy ile olmuş olsaydı, o zaman işin sonu, mükellefin duyduğu ve vahiy olmayan bir söze dayanmalıdır. Aksi halde teselsül gerekir. Aksine "Vahyedilene kulak ver" ifadesi ile kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, artık bundan sonra kendisine vahiy yoluyla gelen emirler hususunda titiz olması manasıdır. Ayetteki "Asanı bırak" diye nida olundu. Şimdi (Musa), âsâyı bir yılan gibi deprenir görünce, arkasını dönüp uzaklaştı, geri dönmedi. "Ya Musa beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın..." ifadesinin tefsiri daha önce geçmişti. Ayetteki, "yılan gibi" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın o âsâyı yılana benzettiğini açıkça göstermektedir. Allah, âsânın bizzat yılan olduğunu söylememiştir. Binâenaleyh bu ifade, o âsânın ejderha (yılan) olmasına ters düşmez. Aksine Cenâb-ı Hak, o âsâyı, miktar bakımından değil de, hareket etme ve deprenme bakımından yılana benzetmiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın niçin korktuğunu daha önce açıklamıştık. Ayetteki, (......) ifadesi, "geri dönmedi" demektir. Nitekim, savaşan birisi, kaçtıktan sonra geriye döndüğünde Arapçada (......) denilir. Vehb şöyle demiştir: "O âsâ, ağaç ve kaya nâmına orada ne varsa hepsini yutmuştur. Hatta Musa (aleyhisselâm), onun dişlerinin gıcırtısını ve kayaların onun karnında çıkardığı sesleri duymuştur. İşte o zaman dönüp kaçmıştır. Alimler, bunun hangi âsâ olduğu hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir 1) Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'in yanında, geçmiş peygamberlerin asaları vardı. Bir gece Musa (aleyhisselâm)'ya şöyle dedi: "Bu eve girdiğinde, o asalardan birini al"dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) ile birlikte cennetten inen âsâyı aldı. Peygamberler, o âsâya Şuayb (aleyhisselâm)'a gelinceye kadar hep vâris olmuşlardır. Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) ona, "Bana aldığın âsâyı göster" dedi ve âmâ olduğu için, o âsâyı eliyle yokladı ve onu vermemek istedi. Bunun üzerine, "Başkasını al" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) yedi defa (rastgele) bir âsâ seçmek istedi, yedisinde de bu âsâ eline geldi. Böylece Şuayb (aleyhisselâm), Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o âsâ ile epey işi olduğunu anladı. Yine rivayet olunduğuna göre, Şuayb (aleyhisselâm), kızına, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için evden bir âsâ getirmesini istedi. O da o eve girip, bu âsâyı alıp babasına verdi. Şuayb (aleyhisselâm) onu görünce, kızına "Başkasını getir" dedi. Kızı onu yere attı, başkasını alıp götürmek istedi. Fakat eline yine o âsâ geldi. İhtiyar Şuayb (aleyhisselâm) bunu görünce önce razı oldu, sonra pişman oldu ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı aramaya başladı. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya rastlayınca "o âsâyı geri ver" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "o, benim âsâmdır" deyip, ona vermemek istedi. Derken münakaşa ettiler. Sonra da ilk rastlayacakları adamı bu hususta aralarında hakem kılmak üzere anlaştılar. Derken, yürüyerek (İnsan şeklinde) bir melek geldi ve aralarında şöyle hükmetti: "O âsâyı yere bırakın. Bundan sonra onu kim kaldırabilirse, o onundur." Bunun üzerine Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) onu kaldırmak istedi, ama gücü yetmedi. Musa (aleyhisselâm) ise, onu kolaylıkla kaldırdı. İhtiyar Şuayb (aleyhisselâm) böylece onu ona verdi ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ona on yıl çobanlık etti. 2) Ibn Salih, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şunu rivayet etmiştir: "Şuayb (aleyhisselâm)'in kardeşinin oğlu Bîrûn'un evinde, sadece Birûn ile, Birûn'un Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yla evlendirdiği o kızından başka hiç kimsenin giremediği bir oda vardı. Çünkü o kızı, orayı temizliyor ve süpürüyordu. O odada onüç tane âsâ vardı. Bîrûn'un da onbir erkek çocuğu vardı. Onlardan olgunluk çağına gelenlere, o odaya girip, asalardan bir tane almalarını emrederdi. Bir gün Hazret-i Musa (aleyhisselâm), geceleyin Bîrûn'un evine geldi. Fakat evde kimseyi bulamadı ve koyunları gütmek için bir âsâya ihtiyaç duydu. Böylece o odaya girip, asalardan birini alıp çıkardı. Hanımı bunu görünce, babasına gidip, durumu haber verdi. Birûn buna sevindi ve kızına, "senin kocan peygamberdir ve onun bu âsâ ile yapacağı pek çok işler vardır" dedi. 3) Bazı rivayetlerde şu yer almıştır: Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Şuayb (aleyhisselâm)'la o anlaşmayı yapıp, ertesi sabah olup, Musa (aleyhisselâm) koyunları gütmeye gitmek isteyince, Şuayb (aleyhisselâm) ona, "o koyunları, bu âsâ ile sür, götür, yol ayrımına geldiğinde, her ne kadar sağ daha otlak ise de, sen sola sap. Çünkü sağ tarafta büyük bir ejderha var. O yılanın sana ve koyunlara zarar vermesinden korkarım" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da koyunları alıp gitti. Yol ayrımına gelince koyunlar sağa gitmek istediler. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onları sola çevirmek için çok çaba sarfetti ama başaramadı. Mecburen onların peşinden gitti ve bir de ne görsün, alabildiğine geniş bir otlak... Derken uyudu. Koyunlar otluyortardı. İşte o sırada o yılan çıkageldi. Musa (aleyhisselâm)'nın âsâsı hareketlenip dikildi ve o yılanla, öldürünceye kadar mücadele etti. Öldürünce, kana bulanmış olarak Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yanına döndü. Musa (aleyhisselâm) uyanınca, asasının kana belenmiş ve yılanın ölmüş olduğunu gördü. Allahü teâlâ'nın o asada bir mucizesinin olduğunu ve bir kudretin bulunduğunu anladı. Şuayb (aleyhisselâm)'ın yanına döndü; o, kör idi. Koyunlara dokunduğunda, bir de ne görsün; onlar, öncekinden daha güzel ve besili... Bunun üzerine, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, bunun sebebini sordu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da ona hadiseyi anlattı; o da buna sevindi ve hem Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın hem de o asanın, kadr ü kıymeti olduğunu anladı. Sürüsünü güzelce güttüğü için, ikram olsun ve de kızı için de bir destek olsun diye, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı mükafaatlandırmak isteyince şöyle dedi: 'Koyunlarımın bu sene doğuracağı, dişi olsun erkek olsun, siyah beyaz, alacalı bütün kısımları sana hediye ettim. Bunun üzerine Allahü teâlâ Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Âsânla, kendisiyle koyunları suladığın suya var!" diye variyetti. O da bunu yaptı, sonra da koyunlarını o sudan suladt. O koyunlardan hiçbiri müstesna olmamak Üzere de, herbiri, erkekli dişili olmak üzere siyah-beyaz alacalı yavru doğurdu. Böylece Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm), bunun Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya ve esine gönderdiği bir rızık olduğunu anladı ve ona vermiş olduğu sözü de eksiksiz yerine getirdi. 4) Bazıları da şöyle demişlerdir: "Bu âsâ, Adem (aleyhisselâm)'nın âsâsıdır. Cebrail (aleyhisselâm), o öldükten sonra bu asayı almıştı. Ta ki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), geceleyin onunla karşılaşıncaya kadar..." 5) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bu, rastgele karşısına çıkan bir ağacın gövdesinden alıp yaptığı bir âsâ idi. Yani onu, ağacın enli kısmından almıştı. Bir şeyi seçerek almayıp, rastgele aldığında, Arapça'da, (İ'terada) denilir. Kelbî'den de şu rivayet edilmiştir: "Kendisinden Musa (aleyhisselâm)'ya nida edilen ağaç, Avsec ağacıdır. Âsâsı da ondandı." Bu izahlardan kimini diğerlerine tercih etmemize imkân verecek bir şey yoktur; çünkü Kur'ân-ı Kerim'de, buna delâlet eden bir şey bulunmamaktadır. Haberlerse birbiriyle çelişmektedir. Allah, bunu daha iyi bilir. Cenâb-ı Hakk'ın "Elini yakanın içine sok. Afetsiz bembeyaz olarak çıkacaktır..." ifadesine gelince, bil ki Allah bunu, üç ibareyle zikretmiştir: a) Buradaki ifade. b) Tâhâ süresindeki, (Tahâ, 22) "Bir de elini koynuna sok da, o ayıpsız ve bembeyaz bir halde çıkıversin..." ifadesi. c) Neml süresindeki "Elini koynuna sok da..." (Neml, 12) ifadesi. Garibu'l-Kur'ân adlı eserinde, el-Azizî, (......)'nin anlamı, "elini koynuna sok, girdir" şeklindedir" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesine gelince, bu konuda en güzel sözü söyleyen, Keşşaf sahibi olup, o şöyle demiştir: "Bunun iki anlamı vardır: a) Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için, âsâyı yılan haline çevirince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) dehşete kapıldı ve tedirgin oldu, korktu. Bir şeyden korkan kimsenin yaptığı gibi, eliyle ondan korunmaya, sakınmaya çalıştı. Bunun üzerine ona, "Elinle ondan korunmada, düşmanlarına karşı senin için bir zillet ve nakîsa bulunmaktadır. Onu attığında o nasıl yılan haline geliveriyorsa, aynı şekilde, elinle sakınacağın yerde onu koltuğunun altına sok. Sonra da, şu iki şeyin meydana gelmesi için, onu bembeyaz çıkarıver. Bu iki şey de, sana karşı bir nakîsa olan şeyden sakınma ve bir başka mucize izhâr etme... Buradaki cenah kelimesinden maksat, eldir. Çünkü İnsanın iki eli, kuşun iki kanadı mesabesindedir. Kişi, sağ elini sol koynuna soktuğunda, kanadını kendine yapıştırmış olur. b) "Kanadın kendine çekilmesi "yle, kuşun davranışından istiare yapılarak, Asanın yılana çevrilmesi sırasında titreyip korkmasın diye, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın serinkanlı olması, kendine hakim olması ve metin, cesur davranmasıdır. Çünkü kuş korktuğunda, iki kanadını yayar ve onları salıverir. Aksi halde İse, kanatları gövdeye yapışık ve kendine doğru çekilmiş olur. ifadesinin anlamı ise, "korkudan ötürü" şeklindedir. Yani, "yılanı görmen esnasında sana bir korku isabet ederse, ellerini kendine topla" demektir. ifadesi, iki tefsirden herbirine göre, aynı anlamdadır. Fakat lafızlar farklıdır. İki yerdeki maksatlar farklı olduğu için, aynı mana tekrarlanmıştır. Şöyle ki: İki yerden birindeki gaye, ellerin bembeyaz çıkmasıdır. İkinci yerden gaye ise, korkuyu gizlemek ve örtmektir. Eğer, "el" anlamına gelen el-cenah (kanat), bir yerde toplanmış, çekilmiş (madmûm) olarak nitelendiği halde, diğer yerde, "kendisine toplanmış, kendisine çekilmiş" (madmûun ileyh) olarak nitelenmiştir. Bunlar (Tâhâ, 22) ifadesidir. O halde bunların arası nasıl ulaştırılabilir?" denilirse, biz deriz ki: "Toplanmış cenâh"tan maksat, sağ eldir; kendisine doğru toplanılan, çekilen -madmûun ileyh- "cenah" ise, sol eldir. Sağ ve sol ellerden herbiri, bir kanattır..." İşte bütün bu açıklamalar, Keşşaf sahibinin sözü olup, bunlar son derece güzeldir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesine gelince bu, hem şeddeli, hem de şeddesiz olarak okunmuştur. Şeddesiz olarak okunması halinde bu, (......) kelimesinin tesniyesidir. Şeddeli (Fe zânnike) okunması halinde ise, (......)'nin tesniyesidir. (......)'nin anlamı, "Onun peygamberliğinin doğruluğu ve kendisine davet ettiği tevhîd akidesinin gerçekliği hususunda, apaçık iki hüccettirler" biçimindedir. İfadenin zamiri, Allahü teâlâ'nın bunu ona, nezdinde izhâr edeceği mucizelerin ne olduğunu bilebilmesi için, Firavunla karşılaşmasından önce emretmiş olmasını gerektirir. Çünkü Allahü teâlâ bundan sonra, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın "Rabbim, ben, onlardan olan bir cana kıydım; bu sebeple beni öldürmelerinden korkuyorum" (Kasas. 33) dediğini nakletmiştir. Kâdî şöyle demiştir: "Durum böyle olursa, iki mucizenin de zuhur etmesi durumunda, gerek ehlinden olsun gerekse başkasından, burada, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kendilerini risâletine davet etmiş olduğu kimselerin bulunması gerekir. Çünkü mucizeler peygamberler elinde ancak, resul olarak gönderilmeleri anında zuhur eder; önce değil. Onlar ancak kendileriyle, başkaları risâlete istidlal etsinler diye zuhur ederler..." Bu, zayıftır; çünkü mucizeler izhar etmenin mutlaka bir hikmeti vardır. Başkasının, kendisiyle, iddia olunanın gerektiğine istidlal etmesinden daha büyük bir hikmet ise yoktur. Burada bir hikmetin bulunmayışına gelince, bunu kabul etmiyorum. Çünkü, muhtemeldir ki, burada da, bundan başka pekçok hikmet ve gayeler bulunur. Hele hele bu ayetler, burada Hazret-i Hum (aleyhisselâm)'yla birlikte başka bir kimsenin bulunmamış olduğu hususunda tam mutabık İken... |
﴾ 32 ﴿