2

"Elif-Lâm-Mîm. İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?".

Bu ayetin tefsiri ve tefsir ilmini alâkadar eden şeyler hakkında birkaç mesele vardır:

Önceki Kısımla Münasebet

Bu sûrenin, başının, daha önceki kısımla münasebeti hakkında olup, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Cenâb-ı Hak, bu sûreden önce, "Herhalde o Kur'an'ı sana farz kılan, seni dönülüp-varılacak yere döndürecektir." (Kâsas, 85) buyurup, bundan maksadın da, açıkça Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberini Mekke'ye, kâfirlere üstünlük sağlamış ve zafer elde etmiş olarak; cezalandırmak maksadıyla, Mekke'ye geri döndürmesi olup, bunda da, savaşın getirdiği sıkıntılara katlanma meselesi yatınca, bu iş, bazılarına zor geldi. İşte bunun üzerine de Allahü teâlâ, 'İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılıp da, cihadla emrolunmayacaklarını mı sandılar?" buyurmuştur.

2) Allahü teâlâ, önceki sûrenin sonlarında, "Rabbine davet et" buyurmuştu. O'na çağırma meselesinde de, süngüleşme, muharebe etme ve mukâtele işin içine girmektedir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı, kâfirler sırf davet ile iman etmezlerse cihadla emrolunmuşlardı. Hal böyle olunca, bu iş, bazılarına zor geldi. İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak, "İnsanlar, inandık demeleriyle burakıiıvereceklerini mi sandılar?" buyurdu.

3) Allahü teâlâ, Önceki sûrenin sonunda, "Allah'ın zâtı hariç, her şey helak olucudur" buyurunca, bundan sonra haşrl inkâr edenlerin görüşünü ibtâl edecek hususa yer vererek, "Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz..." (Kasas, 88) buyurmuştur. Yani, "Hiçbir şey rücû olmaksızın helak olucu değildir. Tam aksine, her helak olanın, mutlaka Allah'a dönmesi söz konusudur" demektir. Bunun böyle olduğu ortaya çıkınca, bil ki, haşri inkâr edenler, "Mükellef tutmanın faydası yoktur. Çünkü teklifler o anda bir sıkıntı doğurur. Fakat bunların, ilerde bir faydası yoktur. Çünkü, helak olup son bulduktan sonra, rücû diye, Allah'a dönüş diye bir şey yoktur. Binâenaleyh bu demektir ki, mükellef tutulmada bir fayda yoktur. Bu sebeple, Allahü teâlâ, onların, kendisine döndürüleceklerini beyan buyurunca, bu işin, onların sandığı gibi olmadığını, tam aksine, şükredenleri mükâfaatlandırmak, nankörlük edenleri de cezalandırmak için mükellef tutmanın makul olduğunu beyan ederek, "İnsanlar, kendisi sebebiyle Rablerine döndürülecekleri amelleri olmaksızın, mükellef tutulmadan bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" buyurmuştur.

Hurûf-u Mukattaanın Hikmeti

Bu, sûrenin hecâ harfleri ile başlamasının hikmeti hakkındadır. Biz sûrelerin bu harflerle başlaması hususunda önce genel bir açıklama yapıp şöyle diyoruz: Hakîm olan, gafletteki yahut kalbi birşeyle meşgul olan kimseye hitab ettiğinde, sayesinde muhatab kendisine dönsün ve bütün kalbiyle kendisine yönetsin diye, söyleyeceği esas sözden önce, başka birşey söyler ve sonra esas maksadına geçer. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre diyoruz ki: Esas söylenecek şeyden önce söylenen o söz, bazan manası anlaşılan bir söz olur: Mesela, birisinin, "Dinle", aklın bende olsun", "bana dikkat et" demesi gibi. Bazan da manası anlaşılan söz manasında olur. Mesela birisinin, "Ey Zeyd", "yâ Zeyd", "Dikkat ey Zeyd" demesi gibi... Bazan da bu, manasız bir ses olur. Mesela, birisinin arkasından dönmesi için çalınan ıslık gibi... Bazan da o ses, ağızdan çıkmayan bir ses olur. Mesela, duyanların dönüp bakması için, insanın ellerini birbirine vurması (çırpması) gibi... Sonra gaflet edilecek husus ne kadar tam ve söylenmesi gereken söz de ne kadar ehemmiyetli olursa, esas sözden öyle söylenecek söz de o nisbetle çok olur.

İşte bundan ötürü, yakın kimseye "hemze" ile nida edilip, mesela "Ee Zeyd"; uzakta olana yâ ile nida edilip, "Ya Zeyd"; gafil (dalgın) kimsenin de önce dikkati çekilip, sonra nida edilerek, "Dikkat, ey Zeyd" denilir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi diyoruz ki: Hernekadar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hep kalbi uyanık ise de, o da bir işin kendini meşgul edebileceği bir insandır. Binâenaleyh hakîm olanın, bir ikaz-uyarı niteliğindeki bir takım harfleri, esas maksadını söylemezden önce söylemesi güzel olur. Ayrıca, o harfler, manası anlaşılmayacak biçimde oldukları zaman, uyarma-dikkat çekme işinde bu maksadı ifadede manalı olan harfleri getirmekten daha mükemmel olur. Çünkü harflerin önce telaffuz edilmesi, dinleyen kimseyi, o harflerden sonra gelecek sözü dinlemek gayesiyle, konuşana yöneltmek için olup, ilk söylenen söz düzgün ve manası anlaşılan bir söz olduğu zaman, dinleyen onu duyduğunda, maksadın hepsinin bundan ibaret olduğunu, artık başka bir sözün gelmeyeceğini zanneder ve o söze olan ilgisini sürdürmez. Fakat konuşandan, manası olmayan bir ses duyduğunda, o sese iltifat eder, duyduğu şeyin, esas söylenecek şey olmadığını kesin olarak düşündüğü için, ondan sonra başka birşey duymadıkça, dikkatini ondan kesmez. Binâenaleyh vaz' (konuş-icad ediliş) bakımından manası olmayan harflerin, esas söylenecek sözden önce getirilmesinin üstün bir hikmeti olduğu anlaşılır.

Münferit Harflerle Başlayan Sûreler

İmdi, eğer birisi, "Bu harflerin sadece bazı sûrelerin başında olmasının hikmeti nedir?" derse, biz deriz ki: İnsanın aklı, bütün tafsilatı bu ince şeylerin hakikatini idrak etmekten acizdir. Herşeyi bilen ise Allah'dır. Ancak biz yine de, Allah'ın muvaffak kıldığı ölçüde bu konuyu ele alıp şöyle diyoruz: Başında hecâ harfleri bulunan her sûrenin evvelinde, ya "kitab", ya "Tenzîl" veya "Kur'ân" lafzı getirilmiştir. Mesela ayetlerinden olduğu gibi. Ancak, üç sûre yani, (Meryem, 1); (Ankebut, 1) ve (Rum, 1) sûreleri müstesna. Kendisinde Kur'ân, kitab veya Tenzil lafızlarının yer aldığı sûrelerin bu harflerle başlamasının hikmeti şudur: Kur'ân, büyüktür. O'nu inzal etmek (indirmek) ağır bir iştir. O'nun kitabeti (yazılması) da, zor bir yüktür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz biz sana ağır bir söz bırakacağız (vahyedeceğiz)" (Müzzemmil, 5) buyurmuştur. Başında "Kur'ân, Kitab ve Tenzil" sözünün geçtiği her sûrede, bunlardan önce, muhatabı O'nu dinlemeye sevkedecek bir uyarıcı söz getirilmiştir."

Her sûre Kur'ân'dır. O'nu dinlemek ise, ister içinde "Kur'ân"ın ismi bizzat geçsin, ister geçmesin; Kur'ân'ı dinlemektir. Binâenaleyh (sizin bu izahınıza göre), her sûrenin başında böyle bir dikkat çekici lafzın olması gerekirdi. Ayrıca "tenzil", "kitab" gibi kelimelerin yer alıp da, başında böyle hecâ harfleri bulunmayan sûreler de vardır. Meselâ (Kehf, 1); (Nur, 1); (Furkan, 1); (Kadir, 1) sûrelerinde olduğu gibi" denilmesin. Çünkü birinci hususaşöyle cevab veririz: Her sûrenin Kur'ân'dan olduğunda şüphe yoktur. Fakat içinde Kur'ân ve Kitab lafızları geçen o sûreler, Kur'ân'dan olmanın yanısıra, Kur'ân'ın bütününe dikkat çekmektedirler. Zira ayeti, Kur'ân'ın bir parçası olmasına rağmen, Kur'ân'ın bütününden bahsedilmektedir. Binâenaleyh bunun misal., tıpkı padişahtan adamlarına gelen ve içinde bir mesele yazılmış olan bir mektup gibidir. Yine bunun misali, padişahtan adamlarına gelen ve içinde, "Biz sana, emirlerimiz bulunan bir mektup yazıyoruz. Binâenaleyh ona uy" diye yazılan bir başka mektup gibidir. Bu sonraki mektubun ağırlığının, birincisinden daha çok voktur.

İkinci hususa da şöyle cevap verebiliriz: "Elhamdülillah" ve "Tebâreke" gibi ifadeler, asıl maksadı teşkil eden bir takım tesbihattır. Kul, Rabbisini tesbihten gafil olamaz. Dolayısıyla burada bir uyarıcıya -dikkat çekiciye- ihtiyaç yoktur. Ama, emirlerin ve yasakların yer aldığı sûreler böyle değildir. Bu sûrelerde "kitab" kelimesinin zikredilmiş olması İse, tesbihatın yapıldığı zât'ın büyüklüğünü anlatmak içindir. ifadesine gelince, biz bunun, Kur'ân'ın indiril işinden bahseden bir sûre olduğunu daha önce beyan etmiştik. Bizim bahsettiğimiz sûrelerde ise, Kur'ân'ın bütününün bahsi esastır. Binâenaleyh Kur'ân'ın bütün olarak zikredildiği sûreler, aslında daha ağır ve büyüktürler . "Biz onu indirdik" (Kadr, 1) ifadesine gelince, biz diyoruz ki: Bu, kalbi başka bir işle meşgul bir kimseye hitaben değildir. Bunun delili, bu ifadede "hû" (onu) zamirinin yer almış olmasıdır. Bu zamir, ya daha önce bahsedilmiş bir şeye, yahut da çok bilinen bir şeye râcîdir. Binâenaleyh bu "hû" (onu), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, malum olan bir şeyi ifâde etmektedir. Zaten Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dikkati çekilmesine gerek kalmayacak kadar, o şey için pür dikkattir.

Bil ki Kur'ân'da manası anlaşılmayan bu harflerin dışında başka lafızlarla da, dikkat çekilmiştir. "Yâ eyyühen'nas..." "Ey insanlar, Rabbinizden ittikâ ediniz. Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir. "(Hacc. 1); "Ey Peygamber, Allah'dan ittika et..."(Ahzab, 1) ve "Ey Nebi, niçin Allah'ın sana helâl kıldığını, haram kıldm..." (Tahrim, 1) ayetlerinde olduğu gibi... Çünkü bu ayetlerde bahsedilen hususlar, önemli ve büyük şeylerdir. Çünkü Allah'dan hakkıyla ittika etmek büyük birşeydir. Dolayısıyla, bunların önü sıra, uzakta bulunan habersiz kişileri uyarmak için, nida edatları getirilmiştir.

İçinde kitab ve Kur'ân lafızları yer almadığı halde, hecâ harfleriyle başlayan sûrelerin, bu şekilde başlaması ise, o sûrelerde yer alan konuların ve manaların ehemmiyetinden ötürüdür. Tefsir ettiğimiz bu sûrede ise, bütün mükellefiyetler zikredilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "insanlar, "inandık" demeleriyle, bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?" yani "Onlar sırf bu söz ile bırakılacaklarını mı sanıyorlar? Aksine onlar her türlü mükellefiyetle emrolunmuşlardır" buyurmuştur. Binâenaleyh, emir ve yasakları ihtiva eden, "Kur'ân"ın isminin zikredildiği o sûrelerdeki mana, bu sûrede de (zımmen) mevcuttur.

Eğer: Tevbe süresindeki şu ayet, bu sözün hem lafız, hem mana bakımından aynısıdır: "Allah sizden cihad edenleri bilmeden, (ortaya koymadan), bırakılıvereceğinizi mi zannettiniz?" (Tevbe, 16), "Ama bunun başında hecâ harfleri yer almamıştır?" denilirse deriz ki: "Bunun cevabı gayet açık olup şöyledir: Tefsir ettiğiniz ayet, sûrenin ilk cümlesidir. Bundan ötürü, istifham "hemze" olarak getirilmiştir. Tevbe süresindeki bu ayet ise, sözün ortasındadır. Bunun delili, istifhamın (fi) şeklinde getirilmiş olmasıdır. Dikkat çekme işi, sözün ortasında değil, başında olur. ayetiyle ilgili izah, inşaallah o sûrenin tefsirinde yapılacaktır. Bu harflerle ilgili sözümüz bundan ibarettir.

Üçüncü Mesele

'in i'rabı hakkındaki açıklamamızın tamamı, bunun tefsirine dair nakledilen diğer İzahlarla birlikte, Bakara sûresinde geçmişti. Fakat burada, onlara ilaveten, bu harflerin i'rabtan mahalleri olmadıklarını, çünkü bunların uyarıcı sesler niteliğinde olduklarını beyan ediyoruz.

Nüzul Sebebi

Ayetin sebebi nüzulü hakkında şunlar ileri sürülmüştür:

1) Ammâr b. Yasir, Ayyaş b. Ebî Rebîa, el-Velid b. el-Velîd ve Seleme b. Hişam hakkında nazil olmuştur.

Bunlar Mekke'de iken işkenceye maruz kalmışlardı.

2) Bu ayet, hicret ettiklerinde peşlerine kâfirlerin takıldığı, vuruşma neticesinde bir kısmının şehid düşüp, bir kısmının kurtulduğu Mekkell bazı müslüman gurublar hakkında nazil olmuştur.

3) Bedir günü öldürülen Muhca' b. Abdullah hakkında nazil olmuştur.

Beşinci Mesele

Bu ayetteki ifadesinin tefsiri hususundadır. Bu, "Onlar, sırf "inandık" demekle yakalarının bırakılacağını mı sanıyorlar?" "Bedenî ve malî bir takım mükellefiyetlerle imtihan olunmadıkça..." demektir. Nahiv imamları (alimleri), ayetteki ifadesinin tahlilinde ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazı alimler, bunun takdirinin "demek ile" şeklinde olduğunu söylerlerken; bazıları da, "inandık diyerek..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu ifadenin zahirinin muktezası (manası), sanki onların "inandık" demekten yasaklanmalarıdır. Bu tıpkı birisinin, "sen Zeyd'i dövmekten alıkonulacağını mı sanıyorsun?" yani "Bunun sana yasaklanacağını mı sanıyorsun?" demesi gibidir. Zâhirindeki bu mana, doğruluktan uzak bir manadır. Çünkü Allah hiç kimseyi, "inandım" demekten menetmez. Fakat bu müfessirin maksadı, onların, imtihan edilmeden, sırf "inandık" sözleri ile yakalarının bırakılmayacağıdır. Binâenaleyh farzların gerekli kılınması ile, buradaki bütün şeylerden menedilmiş duruma girmişlerdir.

Bazı Deruni Meseleler

Bu ayetteki manevî (deruni) bir takım incelikler hakkındadır. Bunlar şöyledir: İnsanlardan istenen en önemli şey, ibadettir. İbadetlerin en önemli gayesi ise, hadis-i şerifte de varid olduğu gibi, kişide "muhabbetullah"ın gerçekleşmesidir. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Kulum Bana ibadetleri ile yaklaşmaya devam eder, nihayet Ben onu severim... " Müsned, 6/256; Buhari Rikak, 36. Fakat hadiste ibadet yerine, Mvifil (yani nafile ibadetle) lafzı vardır.

O halde kalbi Allah sevgisi ile dolup taşan kimse, Allah katında en büyük dereceyi alır. Fakat kalbin tercümanı vardır. Bu da dildir. Dilin de tasdikcileri vardır. Bunlar da bedenin diğer uzuvlarıdır. Bu tasdikcilerin de, tezkirecileri vardır. Mesela insan diliyle, "inandım" dediğinde, bu kimse kalbinde Muhabbetullah'ın yerleştiğini iddia etmiş olur. Binâenaleyh bu kimsenin iddiasına şâhidler getirmesi gerekir. İman binasının üzerine oturacağı şeyleri yapmak için bütün uzuvlarını kutlandığında, iddiasına, tasdikci şâhidler tahakkuk etmiş olur. Bu kimse canını ve malını Allah yolunda harcayıp, amellerini Allahü teâlâ dışındaki herşeyi bir tarafa bırakarak tezkiye ettiğinde (temizlediğinde), iddiasında kendisini tasdik eden şâhidlerini de tezkiye etmiş olur. Böylece de ismi, "muhibbîn" (Allah'ı sevenler) defterine kaydedilir ve mukarrebler bölümüne girmiş olur. İşte buna, 'insanlar inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?" ifadesiyle işaret edilmiştir ki bu, "Onlar, davalarının, şâhidler olmaksızın ve şâhidlerinin tezkiye edicileri olmaksızın kabul edileceğini mi sanıyorlar! Hayır, aksine onların "muhibbîn"den olabilmeleri için, bunların bulunması gerekir" demektir.

İkinci İncelik: Kulun en aşağı derecesi, müslüman oluşudur. Çünkü müslüman oluşun hemen altında, küfür (inkâr) derekesi vardır. Binâenaleyh kulun elde ettiği ilk derece müslüman olmasıdır. Binâenaleyh kul böyle bir mertebeyi elde ettiğinde, ismi müslümanlar arasına yazılır, bölümü belirlenir. Fakat padişahlar nezdinde hizmet edenler pek çok kısımlara ayrılırlar: Kimileri, kendisine verilen görevi can-u gönülden içten gelerek yapar ve kendini işine verir. Dolayısıyla bu kimse, yaptığı o hizmetten alınıp, derece bakımından daha yüksek bir hizmete verilir. Kimileri de tembel olur, görevini aksatır. Dolayısıyla bu, o hizmetten alınıp, daha düşük bir hizmete verilir. Kimileri, hiç yeri değiştirilmeden, aynı işte bırakılır. Kimilerinin de ilgisi tamamen kesilir, defterlerden ismi silinir. İşte Allah'ın kulları da böyledir: Müslüman bazan âbid olur, kendini tamamen ibadete verir, saadeti benimser. Böylece bu kimse, mü'minler derecesinden, daha üst derece olan, mûkınîn derecesine yükseltilir ki bu, mukarrebîn'in derecesidir. Kimilerinin de taatı az olur, nefsine düşkün olur, dolayısıyla bu kimse, mevcut derecesinden, daha aşağı bir dereceye yani asîler ve kalbi katılaşmış kimseler derecesine indirilir. Bu kimse, kusurları küçük görür, çokça günah işler, ibadetten nasibini almaktan mahrum olur. Kovulur ve "ehl-i inâd"a katılır. Kimileri de cennetin ilk derecesinde kalır. Bunlar da aptallardır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, işe cân-ı gönülden sarılan ve onu benimseyenleri müjdelemek için, "İnsanlar... bırakılıvereceklerini mi sandılar?" buyurmuştur. Yani, "Onlar, kendilerinin ilk makamda bırakılıvereceklerini mi sandılar. Hayır, hayır. Aksine onlar, derecelerin en üstüne çıkarılırlar". Nitekim Cenâb-ı Hak, "ilimden kendilerine dereceler verilmiş olanlar..." (Mücadele, 1); "Allah, mücâhidleri, oturanlardan (geri duranlardan) bir derece üstün kılmıştır" (Nisa, 95) ve bunun zıddını tembeller için söyleyerek, "İnsanlar, "inandık" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sanırlar?" buyurmuştur, yani, "tembel olan, "iman ettim" deyip, günah işlemek suretiyle, sözünün aksine yaptığında, öylece bırakılıp, kendisinden razı olunacağını mı sanır? Hayır, aksine, daha düşük bir makama, yani ya günahkârlar, ya kâfirler makamına indirilir.

Öncekilerin İmtihanı

2 ﴿