5"Yoksa kötülükleri yapanlar Biz'den kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar? Ne kötü düşünüyorlar. Kim Allah'a kavuşmayı umarsa, şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği) o vakit mutlaka gelecektir. O, semi ve alimdir". Cenâb-ı Hak, "İnsanlar, bırakıhvereceklehni mi sandılar?" ifâdesi ile, mükellef tutmanın hikmeti ve güzel olduğunu beyan edince; bir görev verdiği halde bunu yerine getirmeyen kimseye azab edeceğini, hemen o anda azab etmese bile, ileride azab edeceğini; ne o anda, ne ileride hiçbirşeyin Allah'ın elinden kurtulamayacağını beyan buyurmuştur. Bu, "mükellefiyetler, yol göstermelerden ibarettir. Bunların yapılmaması halinde karşılık yapılan tehdidlerin, bir teşvik ve terhîb (korkutma) olduğunu, Allah'ın azab etmeyeceğini, azab etmiş olsaydı, peşinen azab etmekten âciz olmadığını dolayısıyla, cezasını ertelemesi gerekmediğini" söyleyenlerin görüşünün yanlışlığına delildir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, "Yoksa kötülükler yapanlar Biz'den kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar?" yani, "İş, onların dediği gibi değil. Aksine Ben, va'd ve va'îd hükmüne göre, azab olunacaklara azab eder, ödüllendirileceklere de mükâfaat veririm. Çünkü Ben, va'dimden dönmem" buyurmuştur. İmhâl, (yani mühlet verme, cezayı geriye bırakma), ihmal demek değildir. Amellerin karşılığını hemen vermek, derhal vermemesi halinde bunu bir daha yerine getiremeyeceği endişesini taşıyanların işidir. Cenâb-ı Hak daha sonra "Ne kötü hükmediyorlar?" yani, "Onların, "insanlar Allah'ın emrine muhalefet edebilirler, ama bunun cezasını çekmezler" şeklindeki hüküm ve düşünceleri, çok kötü ve yanlış bir düşüncedir. Çünkü güzel hüküm, aklın ve şeriatın verdiği hükümdür. Akıl, Allah hakkında hükmedemez, karar veremez. Zira Allah istediğini yapar. Şeriatın hükmü de, bu iddiada olanların söylediklerinin aksinedir. O halde bunların hükümleri, vardıkları netice, son derece kötü, yanlış ve âdî bir hükümdür" buyurmuştur. Cenâb-ı Allah daha sonra "Kim Allah'a kavuşmayı umarsa, şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği) o vakit mutlaka gelecektir. O, semi' ve alîm'dir" buyurmuştur. Hak teâlâ, "insanlar... sanıyorlar mı?" ifadesi ile, kulun dünyada başıboş bırakılmayacağını beyan edip, "Yoksa kötülükleri yapanlar, Biz'den kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar?" ifadesiyle de, mükellefiyetlerini yerine getirmeyenlerin azab göreceklerini bildirince, ahirete inanıp, ahiret için hazırlık yapanların, bu hazırlıklarını zayi etmeyeceğini, onları umduklarına nail edeceğini beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var: Biz, pekçok yerde üç asıl inanç prensibini ifadeye çalıştık: Birincisi, Allah'ın varlığına ve birliğine imandır; sonuncusu âhiret gününe imandır; ortası da birinciden gönderilen ve sonuncuya ulaştıran peygamberdir. İlahiyat meselelerinde, bu üç şey, neredeyse birbirinden ayrılmazlar. O halde Hak teâlâ'nın, "İnsanlar, "inandık" demekle... bırakıhvereceklerini mi sandılar?" ifadesi, birinci asla işarettir. Yani, "Onlar, ilk aslın (birinciye imanın) yeterli olduğunu mu sanıyorlar?" demektir. Hak teâlâ'nın, "imtihana çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Andolsun ki Biz onlardan evvelkileri de, kendilerine peygamberler gönderip, yollarını bildirmek suretiyle, imtihan ettik" buyruğu ikinci asla, yani peygamberlik müessesesine işarettir. "Yoksa kötülükleri yapanlar..." ve "Kim Allah'a kavuşmayı umarsa..." ifadesi ele üçüncü asla, yani "âhirete" bir işarettir. Bazı müfessirler, Allah'a kavuşmanın "Allah'ı görme" manasına olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş zayıftır. Çünkü "lika" ve "mülakat" aynı manaya olup, Arapça'da "kavuşmak" manasınadır. Hatta iki cansız şey birbirlerin kavuşturulduklarında, yanyana getirildiklerinde, "Birbirlerine mülâki oldukları" söylenir. Bazı müfessirler, ayetteki "yercûne" (umarlar) kelimesinin, "Recâ ederler, korkarlar" manasında olduğunu söyleyerek, bunun "Kim Allah'a kavuşmaktan korkarsa..." manasına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüş tutarsızdır. Çünkü "recâ"nm meşhur manası, başka şeyi değil, hayrı ummaktır. Bir de "recâ"nın bu manaya geldiğinde ittifak etmişiz. Nitekim "Allah'ın fazlına recâ ederim (umarım)" denilir. Tabii ki bundan, "Allah'ın fazlından korkarım" manası anlaşılmaz. Kelime bu mana için kullanılınca, müşterekliği çok anlamlılığı, bertaraf etmek için, başka manaya kullanılmaz. Ayetteki "ecelellah" (Allah'ın eceli) ifadesi ile, (Allah'ın belirlediği) ölümün kastedilmiş olabileceği gibi, "haşr" ile meydana gelecek dirilişin kastedilmiş olması da mümkündür. Binâenaleyh eğer bu, "ölüm manasına alınırsa, ayet ölümden sonra da ruhların (canların) bakî kaldıklarını ifade eder. Nitekim hadislerde de bu şekilde vârid olmuştur. Çünkü birisi, "Kim hayrı umuyorsa, bilsin ki sultan gelecektir" dediğinde, bu sözden, o hayır ümidinin, padişahın gelişine kadar süreceği anlaşılır. Hatta padişah gelse ve hayır sonraya kalsa, o zaman bunu diyene, "Sen şöyle şöyle dememiş miydin! Sultan geldi, ama ortada hayır yok" denilebilir. Binâenaleyh ölürken "lika" (kavuşma) olmamış olsaydı, misalimizde olduğu gibi, ayetteki bu ifade yerinde olmuş olmazdı. Binâenaleyh bunun böyle olduğu anlaşıldığına göre, beka olmasaydı, "Ukâ" olmazdı. Ayetteki, "Kim Allah'a kavuşmayı umarsa" cümlesi şart; "Şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği) o vakit mutlaka gelecektir" cümlesi ise bunun cevabıdır. Şarta bağlı olan şey, o şart bulunmadığı zaman gerçekleşmez. Binâenaleyh Allah'a mûlakî olmayı (kavuşmayı) ummayanlar için, Allah'ın bu eceli gelmez. Fakat bu söz konusu olamaz. Binâenaleyh buna nasıl cevap verilir? Biz diyoruz ki: Buradaki "ecelin gelişi" ile kastedilen, itaat eden kimseye, ölümünden sonra, va'dedilen mükafaatın gelmesidir. Yani "Kim, bu kavuşmayı umarsa, Allah'ın eceli geldiğinde, o kimsenin taatlarına karşı elde edeceği mükâfaat da beraberinde gelir. Bunu ummayana ise, Allah'ın ecelinin, mükâfaat görecek şekilde gelmeyeceğinde şüphe yoktur. Cenâb-ı Hak, bu ayetin sonuna, "aziz" ve "hakîm" gibi sıfatlarını değil de, "semi" (işitici) ve "alîm" sıfatlarını getirmiştir. Çünkü, "insanlar, "inandık" demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?..." cümlesinde, "deme" (söz); "imtihan edilmeksizin" ve "Allah... bilir" ve "Kötülük yapanlar... sandılar mı?" ifadelerinde ise "fiiller" geçmiştir. Sözün duyma (sem') ile, bilineceğinde şüphe yoktur. Amellerden ise niyetler gibi göz ile idrak olunmayanlar olduğu gibi, idrak olunanlar da vardır. "İlim", her ikisini de kapsar. O halde Allah, onların dediklerini duyan, söylediğinde sâdık olanları, yalancı olanlardan bilip ayıran bir âlimdir. Sonra Allah amel edenleri bilen, ona göre mükâfaat ve ceza veren bir âlimdir. Burada şöyle bir incelik vardır: Kulun, üç çeşid hasenatı vardır: a) Kalbinin amelleri... Bu, kalbin tasdiki (imanı)dır ve görülüp duyulmaz, fakat bilinir. b) Dilinin amelleri... Bu, sadece duyulur. c) Uzuvlarının ve bedeninin amelleri. Bunlar da görülür. Binâenaleyh kul, bunları yaptığında, Allah onun duyulan amellerini, hiçbir kulağın duymadığı şeyleri; görülen amelleri için, hiçbir gözün görmediği ve kalbinin amelleri için de, hiç kimsenin akıl ve hayaline gelmeyen mükâfaatlar verir. Nitekim bu husus, cenneti anlatan haberde de belirtilmiştir. |
﴾ 5 ﴿