6

"Kim cihâd ederse, ancak kendisi için cihad eder. Çünkü Allah, bütün alemlerden müstağnidir...".

Bil ki Allahü teâlâ, mükellef tutmanın güzel ve yerinde olduğunu, bundan ötürü savuşturulması mümkün olmayan va'd ve va'îdlerinin bulunduğunu, beyan, edince, mükelleften bunu istemesinin kendisiyle ilgili bir faydası olmadığını, çünkü kendisinin halükârda, herşeyden müstağni olduğunu, kemâlinin, başkasına -başka şeylere bağlı olmadığını bildirmiştir. Bu gibi ifadeler, Kur'ân'da pek çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim sâlih amel işlerse, kendisi için yapmış olur" (Casiye, 15) ve "Eğer iyilik (ibadet) ederseniz, kendiniz için iyilik etmiş olursunuz"(Isra, 7) buyurmuştur. Ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Amel-i Salih

Önceki ayet, bu ayetle birlikte, kulun amel-i salihi çokça ve sağlamca yapmasını gerektirir. Çünkü bir padişah için bir iş yapan ve o padişahın, yaptığı işi göreceğini ve bileceğini bilen insan, işini hem güzel, hem de sağlam yapar. Kul, yaptığı işin faydasının kendisine ait olduğunu ve yaptığı işe göre takdir edileceğini bilirse, o işi çokça yapar. Binâenaleyh Allahü teâlâ, zâtının alabildiğine duyan ve bilen olduğunu belirtince, kul amelini hem sağlam yapar, hem de sırf O'nun için yapar. Cenâb-ı Hak, "Kulun çalışıp çabalaması kendisi içindir" dediği zaman, kul daha çok gayret eder.

Amellerin Karşılığı

Birisi şöyle diyebilir: "Bu, karşılığın (mükâfaatın), yapılan işe göre olduğunu gösterir. Çünkü Allahü teâlâ, "Kim cihâd ederse (çalışıp-çabalarsa), ancak kendisi için savaşmış olur" buyurunca, bundan, çalışıp-çabalayan kimsenin, bu gayreti olmaması halinde kazanamayacağı şeyleri, çalışıp çabalaması ile, gayreti ile kazanacağı anlaşılır." Biz diyoruz ki: Bu böyledir. Fakat mükâfaat, hak etmeye göre değil, Allah'ın va'dinin hükmüne göredir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Allahü teâlâ, mükellefin, çalışıp çabalaması halinde ona mükâfaat vereceğini beyan edip, mükellef de kendine düşeni yaptığında, bu kendisi için faydalı bir çalışma olmuş olur. Bunun böyle olduğunda münakaşa yoktur. Münakaşa ancak, eğer Allah'ın bir va'di olmasaydı, kulunu, o işinden dolayı mükâfaatlandırmasının Allah'a vacib (gerekli) olup olmaması ve herkese ancak ameli karşılığında ihsan ve lütufta bulunmasının caiz olup olmaması konusundadır. İşte bu hususla ilgili ayette birşey yoktur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, innemâ lafzı hasr (sadece) manasınadır. Buna göre, kişinin çalışıp-çabalamasının sırf kendisi için olması, bundan başkasının istifade etmemesi gerekir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü çalışıp çabalayan kimse, çalıştığı şeyden istifade edebildiği gibi, faydalı olmayı istediği kimse de ondan fayda görür. Hatta baba ve oğul, çalışıp-çabalamaları ve gayretlerinin bereketinden, birbirlerinden istifade edebilirler. Şimdi biz diyoruz ki: Bu, yine aslında baba için bir faydadır. Çünkü çocuğunun istifadesi de, babasının istifadesi sayılır. Buradaki "hasr"ın manası, insanların çalışıp çalışmasından, Allah'ın hiçbir faydalanması olmaması manasındadır. Bunun böyle olduğuna, ayetteki "Allah, bütün âlemlerden müstağnidir" ifadesi delalet eder. Bu ifade ile İlgili birkaç mesele vardır:

Aslahı Yapmak Meselesi

Bu ayet, daha faydalı olanı (aslanı) gözetmenin Allah'a vacib olmadığına delalet eder. Çünkü Allah en faydalı olandan da istifade etmez. Aksi halde, Cenâb-ı Hak, o fayda ile kemale ermiş olurdu. Halbuki o fayda, Allah'ın zâtının dışında, "âlemlerde ait bir şeydir. Bu durumda Cenâb-ı Hak, kendisi dışındaki birşeyle kemâle ermiş olması gerekir ve o şeye muhtaç olmuş olur. Halbuki Allah, "âlemlerden" müstağnidir. Bir de, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'ın fiilleri, herhangi bir sebebe bağlanamaz.

İkinci Mesele

Bu ayet, Allah'ın bir mekânda olmadığına, özellikle Arş üzerinde bir mekan tutmadığına delalet eder. Çünkü Arşı da "âlemler"dendir. Allah ise, âlemlerden müstağnidir. Mekândan müstağni olanın bir mekana girmesi mümkün değildir. Çünkü bir mekana girene başlıbaşına, "Burada, orada..." diye işaret edilebilir. Kendisi için, "Burada" veya "Orada" denilebilenin, burada veya orada olmaması imkânsız olur. Aksi halde akıl bir mekânda olmayan cismin, idrâk edilebileceğini mümkün görür. Halbuki bu imkânsızdır.

Üçüncü Mesele

Eğer birisi, "Cenâb-ı Hakk'ın kadir oluşu kudretle ve âlim oluşu ilimle değildir. Aksi halde O, kadir oluşu hususunda kudrete muhtaç olmuş olurdu. Kudret ise Allah'ın Kendisi dışında birşeydir. Kendisi dışında kalan herşey ise, "âlem"dendir. Böylece Allah ona muhtaç olmuş olurdu. Halbuki Allah herşeyden müstağnidir?..." diyebilir. Biz deriz ki: Siz, O'nun kudretinin "âlem"den olduğunu nasıl söyleyebiliyorsunuz? Çünkü âlem, sıfatları ile birlikte, Allah'ın dışında katan varlıklardır. Yani her mevcud, hayy, kadir, irade eden, âtim, semî, basîr ve mütekellim (konuşan) bir ilah mefhumunun dışındadır. O halde kudret, kadir mefhumundan, ilim de âlim mefhumundan hâriç değildir.

Dördüncü Mesele

Bu ayette hem bir müjde, hem bir inzâr vardır. Ayette bir inzâr (korkutma-ikaz)ın bulunduğunu şu şekilde isbat ederiz: Allah, âlemlerden müstağni olunca, bu demektir ki, eğer kullarını azab ile helak ederse, O'na herhangibir şey gerekmez. Çünkü O, Kendisi dışında kalan herşeyden müstağnidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın böyle oluşu büyük bir korkuyu gerektirir. Ayette bir müjdenin oluşunu da şöyle izah edebiliriz: Allah, herşeyden müstağni olunca, bu demektir ki, eğer O, herhangi bir kuluna bütün yarattıklarını verecek olsa, yine O'na birşey gerekmez. Çünkü O, herşeyden müstağnidir. Cenâb-ı Hakk'ın böyle oluşu da tam bir ümîdi gerektirir.

İman ve Amel-i Salih'in Mükâfaatı

6 ﴿