7

"îman eden ve salih ameller işleyenlerin kötülüklerini örteriz ve her halde, o işlemekte olduklarının daha güzeliyle onları mükâfaatlandınnz".

Cenâb-ı Hak, kısaca salih amel yapan kimsenin, bunları kendisi için yapmış olduğunu beyan edince, kısmî bir tafsilat ile de, sâlih amel yapmak suretiyle itaatta bulunanın mükâfaatının da, kişinin ameli olduğunu açıklamak üzere, böyle buyurdu. Ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayet, amellerin imandan başka birşey olduğuna delalet eder. Çünkü atıf başkalığı gerektirir.

İman-Amel Münasebeti

Ayet, amellerin imandan maksûd olan, gaye edinilen şeye dâhil olduğunu gösterir. Çünkü günahların bağışlanması ve amellerin en güzeli ile mükâfaatlandırılması işi, Sâlih amellerin işlenmesi şartına bağlanmıştır. Çünkü ameller, imanın meyvesidir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bu, tıpkı meyve veren bir ağaca benzer. O ağacın damarlarının ve dallarının ağaçtan olduğunda şüphe yoktur. Fakat yerden çektiği su ve etrafını çevreleyen o toprak ağaca dahil değildir. Fakat meyvesi, ancak kendisine dahil olmayan bu su ve toprak sayesinde elde edilmiştir. İşte iman ile amel-i salih münasebeti de böyledir. Hem sonra o ağacın etrafını, işe yaramaz otlar, zararlı dikenler sararsa, meyve mutlaka az olur. Eğer bunlar büsbütün o ağaca hükümran olur, onu mağlub ederlerse, ağacın hiç meyvesi olmaz ve ağaç kurur. İşte günahlar da imana bu tesiri yapar.

Hûsn ve Kubh

İman, tasdik (doğrulama, kabul etme) demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sen bize iman edici değilsin"(Yusuf, 17) yani "tasdik edici değilsin" buyurmuştur. Bu kelime şeriat ıstılahında, Allah'ın ve Rasûlüllah'ın buyurdukları şeylerin tamamını, tafsilatlı bir şekilde tasdik etmek, kabul etmektir, eğer tasdik eden kişi, bunun Allah'ın veya Rasûlüllah'ın sözü olduğunu ayrıntılı olarak biliyorsa... Allah'ın ve Rasûlüllah'ın söylediği şeylerin tamamını icmâlen tasdik etmektir, eğer bunları ayrıntılı olarak bilmiyorsa... Bize göre sâlih amel, Allah'ın emrettiği her bir şeydir. Binâenaleyh bu, Allah emrettiği için "sâlih" olmuştur. Eğer Cenâb-ı Hak, onu yasaklamış olsaydı, o zaman o fiil sâlih olamazdı. O halde "salah" ve "fesad". fiillerin ayrılmaz vasfı değildir. Mu'tezile ise, bunun aksini iddia ederek, salah ve fesadın, fiillerin ayrılmaz sıfatı olduğunu ve emirler ile yasakların, bundan ötürü yapıldığını söylemiştir. Mu'tezile'ye göre sıdk (doğruluk), aslında "sâlih", iyi bir şeydir. İşte bundan ötürü Allah, doğruluğu emretmiştir. Bize göre İse, salah ve fesad, hüsün ve kubüh (iyilik ve kötülük), emretmeye ve yasaklamaya dayanan mefhumlardır (yani Allah emrettiği için, emrettiği o şey güzel, Allah yasakladığı için, yasakladığı o şey kötüdür). Mu'tezile'ye göre ise, birşey aslında güzel veya çirkin olduğu için, Allah tarafından emredilmiş veya yasaklanmıştır. Bu mesele, akâid kitablarında enine boyuna ele alınmıştır.

Dördüncü Mesele

Amel-i sâlih, bakîdir, kaybolmaz, yitmez. Çünkü "sâlih", fasidin zıddıdır. Fâsid ise, telef olan, yok olan demektir. Arapça'da, "Ekin yok olduğunda veya istifade edilme halinden çıktığında"denilir. Yine Arapça'da "O, henüz sâlihür, yani olduğu gibi devam etmektedir" denilir. Bunun böyle olduğu bilinince diyoruz ki: Amel-i sâlih, kendi kendine bakî kalamaz. Çünkü o bir arazdır, cevher değildir. O, âmili (yapanı) ile de kalamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk, onu yapanın (kulların) helak olacaklarını bildirmiştir ve "Allah'ın zâtı dışında herşey helak olacaktır" (Kasas, 88) buyurmuştur. Binâenaleyh amel-i Salih'in bakî oluşunun, mutlaka bakî olan birseyden dolayı olması gerekir. Fakat bakî olan, sadece Allah'ın zâtıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'ın zâtı dışında herşey helak olacakhr" buyurmuştur. Binâenaleyh o amelin bakî kalabilmesi ve sâlih olabilmesi için, Allah rızası uğrunda yapılmış olması gerekir. Allah rızası için olmayan şeyin ise, ne kendisi, ne yapanı ve ne de uğruna yapıldığı şey ile bakî kalamaz, dolayısıyla da sâlih amet olamaz, O halde amel-i sâlih, mükellefin, sırf Allah rızası için yaptığı şeylerdir.

Amelde Niyet

Bu, sâlih amellerde niyetin şart olmasını gerektirir. Niyet, o işi sırf Allah için yapmaya kastetmek demektir. İmam Züfer dışındaki fukahaya göre, bunun içine oruç niyeti; Ebu Hanife dışındaki fukahaya göre, abdest niyeti de girer.

Amellerin Tasnifi

Sâlih ameller "yükseltilir". Çünkü Cenâb-ı Hak, "Amel-i sâlihi (hoş kelimeler) yükseltir" (Fâtır, 10) buyurmuştur. Fakat amel-i sâlih, kelime-i tayyibe (kelime-i tevhid, yani iman) ile yükselir. Çünkü kelime-i tayyibe, kendi kendine yükselir. Zira Cenâb-ı Hak, "Kelime-i tayyibe, (hoş kelimeler) O'na (yani Allah'a) yükselir" (Fatır, 10) buyurmuştur. İşte amel-i sâlihi, tutup yükselten de budur. Binâenaleyh mü'min olmayanın ameli, kabul olunmaz. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, imanı amelden önce zikretmiştir. Burada şöyle bir incelik vardır: Mükelleflerin amelleri üç kısma ayrılır: Tefekkürü, inancı ve tasdiki demek olan, kalbinin amelleri; zikri ve şahadeti demek olan, dilinin amelleri; taatı ve ibadeti demek olan, uzuv ve bedenlerinin amelleri... Binâenaleyh bedenî ibadetler, kendi başlarına değil, ancak diğerleri sayesinde yükselebilirler. Doğru söz ise, ayette de beyan edildiği gibi, kendi kendine yükselebilir. Kalbin ameli demek olan tefekkür ise, ona İner. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, en yakın semaya iner ve "Yok mu bir tevbe eden, tevbesini kabul edeyim" diye nida eder. Müslim, musâfirin,, 172 (1/523) Müsned, 2/433.

"Tevbe eden", kalbi ile pişmanlık duyandır. Yine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah Azze ve Celle, buyuruyor ki: "Ben, kalbi kırık ve mahzun olanların yanındayım" Keşfu'l-Hafa, 1/203 yani "Kendi aczini ve Benim kudretimi, kendi önemsizliğini ve Benim azametimi düşünenlerin yanındayım" demiştir. Bu, aklen de böyledir. Çünkü kim, Allah'ın nimetleri hususunda tefekkür ederse, Allah'ı bulur ve O'nu zihninde tutar. Böylece anlaşılır ki, kalbin ameli için Allah iniyor. Dilin amelleri ise Allah'a gidiyor ve uzuvların amelleri Allah'a kavuşuyor. İşte bu, kalbin amelinin (tefekkürün) ne kadar faziletli birşey olduğuna dikkat çekmektedir.

İman ve Cennet

Allah, kulunun amellerinden, iman ile amel-i salih çeşitlerini dile getirmiş ve Kendi fiillerinden olmak üzere, bu ikisinin mukabilinde şu iki şeyi, yani günahları örtmeyi (silmeyi) ve en güzel bir şekilde mükâfaatlandırmayı zikretmiştir. Çünkü O, "(Onların) kötülüklerini örteriz ve her halde, o işlemekte olduklarının daha güzeliyle onlan mükâfaatlandırırız" buyurmuştur. Binâenaleyh, günahları örtmek, imanın mukabili; "daha güzeîiyle mükâfaatlandırma" da, amel-i salih mukabili zikredilmiştir. Bu ise şunları ortaya kor:

1) Mü'min ebediyyen cehennemde kalmaz. Çünkü onun imanı günahlarını örter. Dolayısıyla ilahî azabta ebedî kalmaz.

2) Burada bahsedilen "daha güzel mükâfaat", cennet dışında bir mükâfaattır Çünkü mü'min cennete imanı sayesinde girecektir. Çünkü cennet onun kötülüklerini örter. Kötülükleri örtülmüş olan kimse ise cennete girer. O halde "en güzel (daha güzel) mükâfaat" cennetten başka birşey olup, bu da hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmeyen birşeydir. Bunun rü'yetullah (Allah'ı görme) olması, uzak bir ihtimal değildir.

3) İman, dünyada günahların çirkinliğini örter. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak da mü'minin kusurlarını âhirette örter. Amel-i sâlih, dünyada sâlih kimsenin hâlini güzelleştirir. Dolayısıyla Allah o kimseyi âhirette en güzel mükâfaatla mükâfaatlandınr. Binâenaleyh imanı, günahlar ibtal edemez. Aksine günahlara galib gelen, onları örten ve işleyeni pişmanlığa sevkeden imandır.

Mü'min ve Günah

Ayetteki, "Kötülüklerini örteriz" ifadesi, örtülebilmesi için, bir takım günahların bulunması gerekir; "iman eden ve sâlih ameller işleyenler" ifadesine göre ise, onlar için günah söz konusu değildir? Buna şu iki bakımdan cevap verilir:

1) Herkese bir takım şeyleri va'detmek, her bir kimseye, va'dedi tenlerden herbirinin va'dedilmiş olmasını gerektirmez. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Padişah, bir yerdekilere "Bana itaat ederseniz, babalarınıza (büyüklerinize) ikram eder, oğullarınıza saygı duyar, size in'am ve ihsanda bulunurum" dediğinde, bu, o hükümdarın, babası ölmüş kimsenin atalarına ikram etmesini veya çocuğu olmayan kimsenin oğullarına saygı duymasını gerektirmez. Tam aksine onun bu sözünden anlaşılan, onun, babası olanların babasına ikramda bulunacağı; oğlu olanların da oğullarına saygılı davranacağı anlaşılır. İşte, aynen bunun gibi, ayetin ifadesi de, "O, kötülüğü olanların kötülüklerini örter" şeklinde olur.

2) Her mükellefin, mutlaka bir hatası bulunur. Peygamberlerin dışında kalanların durumu açıktır. Peygamberlere gelince, onların, efdâl, evlâ olanı yapmamaları, başkalarının seyyieleri mesabesindedir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Hay Allah affedesice neden izin verdin onlara "(Tevbe, 43) buyurmuştur.

Daha Güzel Mûkâfaat

Cenâb-ı Hakk'ın, "...Daha güzeliyle onları mükâfaatlandınnz" ifadesi, şu iki manaya gelebilir:

a) "Biz onları, amellerinin en güzeline göre, mükâfaatlandınnz."

b) "Biz onları, amellerinden daha güzeliyle mükâfaatlandırırız". Birinciye göre ayetin anlamı, "Biz onların amellerini, olabilecek en güzel şekilde değerlendirir ve ona göre onlara mükâfaat veririz" şeklindedir. Yoksa, "onlardan en güzeli alınır, ona göre mükâfaat verilir, gerisi değerlendirmeye tâbi tutulmaz" şeklinde değildir, tercisine göreyse, bu ifadenin manası, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim iyi (hal) ile gelirse,için bundan daha hayırlısı vardır" (Kasas, 64) ve "Kim (Allah'a) bir iyilikle, güzellikle gelirse, işte ona bunun on katı..." (En'am, 160) ifadelerinin anlamına yakındır.

Onuncu Mesele

Cenâb-ı Hak, azâb edeceğine kısaca işaret olsun diye, kötülük yapanların halini, "Yoksa kötülükler yapanlar bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar?" (Ankebût, 4) ifadesiyle belirtmiş, iyilikte bulunanların durumunu, "Kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad eder" (Ankebût, 6) ifadesiyle kısaca, rahmetinin gazabından daha tam ve mükemmel; lütfunun, adlinden daha kapsamlı olduğuna bir işaret olsun diye de, bu ayetle de, tafsilatlı biçimde anlatmıştır.

Anne ve Babaya İyi Davranma

7 ﴿