11

İnsanlardan öylesi vardır ki, "Allah'a inandık" der de Allah uğrunda eziyete (duçar) olduğu zaman insanların fitnesini Allah'ın azabı imiş gibi tanır. Rabbinden bir nusret gelirse, onlar, "Biz de hakikaten sizinle beraberdik" diyecekler muhakkak. Allah, alemlerin sineleri içinde ne var, çok iyi bilen değil midir? Allah iman edenleri de elbet bilir, münafıkları da elbette bilir...".

Biz deriz ki: Mükellefler üçe ayrılır:

a) Hüsn-i itikadıyla kendisini ortaya koyan mü'min.

b) Küfrü ve inadıyla, açıktan hareket eden kâfir.

c) Bu ikisi arasında dönüp dolaşan (münafık).

Çünkü o, lisanıyla, iman ettiğini açıklıyor, kalbinde ise küfür saklıyordun Allahü teâlâ, "Allah iman edenleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir" ifadesiyle, ik iki kısmı açıklayıp, "Yoksa kötülükler yapanlar..," (Ankebut, 4-9) ifadesiyle de o iki grubun durumunu ortaya koyunca, üçüncü kısmı da beyan etmek üzere: "İnsanlardan öylesi vardır ki: "Allah'a inandık" der" buyurmuştur. Bununla İlgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, daha sonra buyurarak, fiilleri müfred getirdiği halde, burada "inandım" buyurmamış "inandık" buyurmuştur. Çünkü münafık, kendisini mü'mine benzeterek, "Benim, imanım senin imanın gibidir" diyerek, "iman ettik" demiştir. Bu, kendi imanının, mü'minin imanı gibi olduğunu ihsas ettirerek, "Ben ve mü'min kimse, gerçekten iman ettik" demektir. Bu tıpkı şuna benzer: Aciz ve korkak bir kimse, kahraman savaşçılarla savaşmaya çıkıp da, onlar düşmanlarını hezimete uğrattığında, o korkak kimse de, "Savaşa çıktık, onlarla savaştık ve onları hezimete uğrattık!" der Onun sözünü duyan kimsenin, bu durumda, "Senin onlar arasında ne işin vardı ki. şimdi de kalkmış, "Biz savaşa çıktık ve onlarla savaştık" diyebiliyorsun!?" demesi doğru olur... Bu reddetme, o kimsenin sözünden, o korkağın çıkışının ve savaşmasının, onlarınki gibi olduğunun anlaşıldığına delalet etmektedir. Çünkü, çıkma ve savaşma konusundaki iddiasında onu yalanlamak doğru olmaz... "Ben ve kıral falancayla karşılaştık ve onu istikbâl ettik" diyen kimsenin sözü de, bunun gibi yadırganır. Çünkü bundan anlaşılan, eşitlik ve müsavat, kendini kıratla bir tutmadır. İşte münafıklar da, kendi imanlarının hak yolda olanların imanı gibi olduğunu göstermek istediklerinde, içlerinden birisi, "iman ettik" yani, "Ben ve hak üzerinde olan, iman ettik" diyordu.

Zor Karşısında Münafık

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah uğrunda eziyyete (duçar) olduğu zaman..." ifadesine gelince, bu, "... Yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda işkenceye uğradılar" (Âl-i İmran, 195) ayetinin ifade ettiği anlamdadır Ancak ne var ki Al'i İmran 195 ayetiyle murad edilen, kâfirlerin eziyyetlerine sabredenler olduğu halde, burada kastedilenler ise, buna sabredemeyenlerdir Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, orada, "Benim yolumda işkenceye uğradılar buyurmuşken, burada, "Allah uğrunda eziyete düçür olduğu zaman" "Allah yolunda..." buyurmamıştır. Buradaki nükte şudur: Allah, sabredip dayanan mü'minir ne kadar şerefli olduğunu; öte yandan da, inançsız münafığın ne kadar adî ve bayağ olduğunu beyan etmek istemiştir... Bunun için de, "Mü'mine, onu terketmesi için Allah yolu uğrunda işkence edildi de, buna rağmen o, onu terketmedi; inançsız münafığa da işkence edildi ve hemen o, kendisini kurtarmak için Allah'ı terketti' buyuruldu. Münafığın, kendisine yapılan eziyyet, ikrah derecesine varsada mü'minlerie bir olduğunu; kalbinin iman ile mutmain olup, Allah'ı terketmediğir göstermesi (böyle bir hava vermesi) de mümkündür; böyle bir durumda o, (aksine) bunu yapmamış, doğrusu, Allah'ı bütünüyle terketmiştir. Mü'mine ise eziyyet edilmiş ama o, Allah yolunu terketmemiştir. Bilakis, kelime-i şehadet'i söylemiş ve taat ve biadete sabretmiştir.

Halktan Korkma, Haktan Korkma

Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanların fitnesini Allah'ın azabı imiş gibi tanır" ifadesine gelince, Zemahşerî şöyle der; "Nasıl, Allah'ın azabı, küfürden döndürücü ise, bunun gibi bu da, insanların fitnesini, imandan döndüren bir sebep bilmiştir" anlamındadır." Bunun, "Onlar, tıpkı Allah'ın azabından korktukları gibi, insanların eziyyetinden korktular" manasında olduğu da söylenmiştir. Kısaca, bu ifadenin manası şudur: "İnsanların fitnesini onlar, zayıf ve sona erici olduğu halde, Allah'ın, son derece elim ve devamlı olan azabı gibi addettiler de, bundan dolayı, bu meselede tereddüde düşerek, "Eğer iman edersek, insanların eziyyetine duçar kalacağız; ama imanı terkedersek bu sefer de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizi tehdit ettiği şeye maruz kalacağız" dediler. Böylece de, bu dünyada gelebilecek olan eziyyetten kurtulmayı tercih ettiler... Oysa ki tereddüt, eşitlik söz konusu olduğu zaman olur. Halbuki, bu nerede, o nerede?! İnsanların işkencesi, ne son derece şedid, ne de, nihayetsiz... Zira bu işkence, meselâ ateş ve başka şeylerle yapılan işkenceler gibi, çok şiddetli olursa, insan derhal ölür ve böylece de işkence devam etmez. Hapsetmek ya da gözetim altında tutmak gibi, uzun süreli olsa, o zaman da çok şiddetli olmuş olmaz. Allah'ın azabı ise, hem şiddetlidir hem de kesintisiz. Yine, insanların işkencesinin önüne geçilebilir, ama Allah'ın azabının önüne ise, hiç kimse geçemez. Bunun gibi, insanların işkencesine mukabil, mü'mine büyük bir sevab ve mükâfaat vardır. Allah'ın azabından sonra ise, çok elim ve acı bir azab vardır. Eğer meşakkatin peşinden büyük bir rahatlık geliyorsa, o hoştur ve bir azab sayılmaz. Bu tıpkı, bir urun kesilmesi ve onun, işkence sayılmaması gibidir.

Musibete Sabır

Allahü teâlâ buyurmuş, buyurmam ıştır. Çünkü kulun fiili, Allah tarafından bir sınama ve imtihandır. Onun fitnesi, kimi insanları, ona eziyyet etsinler diye iman kelimesini izhar eden kimselere musallat etmesidir. Böylece onun durumu, tıpkı mükellefiyet ve sorumlulukları, bir imtihan ve sınama vesilesi yapmış olan kimse gibi olmuş olur. Ve bu da, insanı sınamak ve imtihan etmek için zuhur eden musibetlere sabretmenin, ibadetlere sabretmek gibi olduğuna bir işarettir.

İkrah Geçerli Değil mi?

Buna göre şayet bir kimse, "Bu durum, mü'minin, İkrah halinde kelime-i küfrü izhâr etmemesini iktizâ eder; çünkü, dünya azabından korunmak amacıyla, ikrahtan dolayı kelime-i küfrü izhar eden kimse, böylece, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi kabul etmiş olur" demiş olsa, biz deriz ki: "Hayır, böyle değil. Çünkü, kalbi imanla dolu olduğu halde küfre zorlanan bir kimse, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi addetmiş değildir. Çünkü Allah'ın azabı, kendisi sebebiyle azab edilen şeyi, hem zahiren hem de batınen terketmeyi gerektirir. İnkara zorlanan bu mü'min ise, kendisinden dolayı işkenceye duçar olduğu şeyi sadece zahiren terketmesi sebebiyle insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi addetmemiştir. Bilakis, onun için dopdolu imandır.

Zafer Esnasında Münafık

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Rabbinden bir nusret gelirse, onlar, "Biz de sizinle beraberdik" diyecekler muhakkak..." buyurmuştur. Bu şu demektir: Münafığın adeti şudur: Eğer o, üstünlük ve galibiyetin kâfirde olduğunu görürse, gizlediğini ortaya döküp, onlara bağlılığını ve tebaiyyetini izhar eder." Bu ifadeyle ilgili olarak, birkaç mesele halinde zikredeceğimiz bazı faydalar bulunmaktadır.

Allah ve Rabb Lafızları

Cenâb-ı Hak, "Rabbinden" buyurmuş, ama, daha önce ifadelerinde lafzâ-i celâl geçtiği halde burada "Allah" demeyip "Rabb"inden" buyurmuştur. Çünkü Rab kelimesi, hususi delaleti, şefkat ve merhamet olan bir isimdir. Lafzâ-i Celâl'in delâleti ise, heybet ve azamettir. Nasr ve muzafferiyet söz konusu olduğunda, rahmet ve merhamete delâlet eden lafız; azâb söz konusu olduğunda ise, azamete delâlet eden lafız zikredilmiştir.

Mü'minlere İlahî Yardım

Cenâb-ı Hak, niçin dememiş de, demiştir. O yardım şayet onlara gelmiş olsaydı, onlar "Biz de sizinle beraberdik" diyemezlerdi. Bu, onların, yardım geldiğinde, ister onlara isterse mü'minlere gelsin, "Biz sizinle beraberiz" demelerini gerektirir. Şimdi biz diyoruz ki bu söz, onların, o yardım geldiğinde, "Biz sizinle beraberdik" demiş olmalarını gerektirir. Fakat o yardım sadece mü'minlere gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Mü'minlere yardım, üzerimize bir hak (bir vazife) oldu" (Rum, 47), buyurmuştur. Bir de kâfirin, müslümana galib gelmesi yardım değildir. Çünkü yardım, sonu selamet olan şeydir. Bunun delili şudur: İki ordudan birisi o anda yenilse, yenilen taraf, geri dönüp galipleri yense, "yardım etmiş" ifadesi, ancak en son neticeyi alan taraf için söylenir. Müslüman da böyledir. Hernekadar o anda hayal kırıklığına uğrasa bile, netice mûttakilerindir. O halde gerçekte yardım da onlar içindir.

İşkence Karşısında

Ayetteki, (......) kelimesi iki şekilde okunmuştur:

a) (......) şeklinde, lâm'ın fethasıyla... Bu, yine ayetteki, kısmına hamledilerek meftuh okunur. (......) takdirindedir. İnandık der, fakat eziyete maruz kalınca, bu sözü terkeder. Zafer gelince ise: "Biz de sizinle beraberdik" der. olarak, (derler) şeklinde okunmuştur. Çünkü münafıklar bir gurubtu.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların böylece insanları şaşırtmayı, aldatmayı istediklerini, ama bunun onlar için iyi olmayacağını, çünkü böyle aldatmanın ancak, kişinin sözünün, kalbindekine uymadığı zaman söz konusu olduğunu, dinleyenin işi onun sözüne göre ele alacağını, kalbindeki niyetin ne olduğunu bilemeyeceğini ve bu sebeble de o işin, dinleyen açısından karışacağını, bir aldatmaca olacağını, Zât-ı ilahiyyesinin ise, sinelerde (kalblerde) olan şeyleri hakkıyla bildiğini, zira insanın kalbindeki, o insandan daha iyi bildiğini ve bu işin Kendisi nazarında karışık olmadığını, aldatmaca olamayacağını beyan buyurmuştur. Bu, kalblerde olanın esasen nazar-ı itibara alındığına bir işarettir. Binâenaleyh iman etmiş görünüp, içinde küfrünü gizleyen münafık, kâfirdir; zahiren kâfirmiş gibi görünüp, imanını kalbinde saklamak mecburiyetinde bırakılan mü'min ise, gerçek mü'mindir. Çünkü Allah, bütün insanların kalblerinde olanı en iyi bilendir.

Allahü teâlâ, Kendisinin bütün âlemin kalbinde olanları en iyi şekilde bildiğini beyan buyurunca, mü'mini, imanını ortaya koymasa bile, münafığı, iman ettiğini ilan etse bile, bildiğini beyan buyurarak, "Allah iman edenleri de elbet bilir, münafıkları da elbet bilir" buyurmuştur. Bunun izahı daha önce geçti. Fakat burada şöyle bir husus vardır: "Allahü teâlâ orada, "Allah, sâdık olanları bilir" (Ankebût, 3) buyurmuş; burada ise, "Allah iman edenleri bilir" buyurmuştur. Binâenaleyh diyoruz ki: Orada konu, mü'minler ve kâfirler olup, kâfirler "Allah birden çoktur" demek suretiyle sözünde yalancı; mü'minler de, "Allah birdir" demek suretiyle sözünde sâdık olup; orada ortaya koyduğunun aksini içinde saklayanlardan (münafıklardan) bahsedilmemiştir. Dolayısıyla orada, birisi sâdık, diğeri kâzib iki esas kısım söz konusu olmuştur. Bu ayette ise, münafık da sözünde (zahiren) sâdıktır. Çünkü o da "Allah bir" demektedir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, münafık hakkında kalbinin durumunu nazar-ı dikkate alarak, "(Allah) münafıkları da elbet bilir" demiş; mü'minin, tasdikten ibaret olan kalbî durumunu da nazar-ı dikkate alarak, "Allah iman edenleri de elbet bilir" buyurmuştur.

İnkâra Çağıranlar

11 ﴿