8

"Kendileri hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi? Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri hak ile ve belli bir müddetin dolmasına sebeb olmaktan başka bir sebeble yaratmamıştır. Hakikaten insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı cidden inkâr edicilerdir.".

Cenâb-ı Hak, "Kendileri hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi?" buyurmuştur. ırden, "Fakat insanların ekserisi bilmezler" (Rum, 8) ayetinde bildirildiği üzere, Allah'ın va'dini ve va'dinden caymayacağını inkâr ettikleri için, Allah'ı inkâr; ve yine "Âhirette ise onlar, gafillerin tâ kendileridir" (Rum, 7) ayetinde bildirildiği üzere, inkâr sudur edince, Cenâb-ı Hak, onların bu gafletlerinin ve bilmeyişlerinin Kendi ile olduğunu beyan buyurmuştur. Aksi halde, hatırlama sebepleri mevcut olup, da onların bizzat kendi varlıklarıdır. Şayet onlar o varlıkları ve nefisleri üzerinde iyiye tefekkür edecek olsalardı, Allah'ın bildiğini anlar ve haşri tasdik ederlerdi.

İnsan Kendi Bedenini Düşünsün

Allah'ın birliğini anlamaları hususuna gelince, Allah'ın onları en güzel biçimde yaratmış olmasından dolayıdır. Biz onların yaratılışlarının güzelliğine dair, onların milyonda bir cüz'ünü ele alalım: Allah, insanda, diğer uzuvların güç ve kuvvet elde edebilmeleri için gıdaları hazmeden bir mide yaratmıştır. O midenin birisi, yiyeceklerin girmesi, diğeri de çıkması için olan iki deliği vardır. O mideye yiyecekler girdiğinde, diğer delik kendisinden hiçbir zerrenin çıkmayacağı ve sızmayacağı bir biçimde kapanır. Ve o yiyecekleri, elverişli ve yarayışlı bir hale gelinceye kadar bir şey orada tutar. Daha sonra ise, o yiyecekler diğer delikten çıkıverir. Cenâb-ı Hak, midenin tıpkı kendisiyle o şeylerin süzülüp saflaştığı süzgeç gibi, ince fakat sert damarlar ve delikler yaratmıştır. Böylece o süzgeçten, saf ve temiz olanları (kara) ciğere iner, tortusu da, çıkışa yönelik olan ve midenin altında yaratılmış olan bağırsaklara dökülür. Ciğere giden, mezkûr o damarlara İbranice'de, el-Mâsârîkâ ismi verilir. Ibranice, genelde, Arapça'nın bozulmuş bir şeklidir. Nitekim meselâ, Musa (aleyhisselâm)'ya, Mîşâ; İlâh'a da îl denilir, vs. O halde masarîka'nın manası, ciğerin ihtiva edip, kendisini başka bir olgunluğa ulaştırdığı şeydir. Ki, bu mideden ciğere yönelen gıda ile birlikte, (o gıdanın) incelmesi ve ismi geçen ince (kılcal) damarlara geçebilmesi için, fazladan bir sıvı da bulunur. Halbuki, ciğerin bu suya ihtiyacı yoktur. Böylece orada, bu su ayrılır; ciğer kabarcıkları tarafından böbreğe dökülür. Ki kendisiyle, böbreğin vs. şeylerin gıdalanması için, bu sıvıda hafifçe de bir kan vardır. Böylece süzülmüş olan saf kan ciğerden çıkar ve ana damarlara dökülür. Sonra bu ana damarlar kanallara, kanallar tali damarlara, tali damarlar da bir alt derecedeki damarlara, bunlar da kılcal damarlara ayrılır ve böylece, işte bu sayede o kan, bedenin tamamına dağılmış olur. İşte bu, insanın yaratılışındaki tek bir hikmet olup, Allah'ın fâil-i muhtar, kadir, kâmil ve ilmi her şeyi kapsayan bir alim olduğunu bilme hususunda kâfidir. Böyle olan ise, tek olur. Aksi halde, ortağı, Kendisinin irâde ettiğinden başkasını irâde ettiğinde, aciz olur, irâdesini yürütemez.

İnsanın, haşr'e delâlet edişine gelince, bu şöyledir: İnsan, kendisi hakkında iyiden iyiye düşündüğünde, kendisindeki o kuvvetlerin yok olmaya yüz tuttuklarını, cüzlerinin de çözülmeye meylettiğini görür. O halde bu demektir ki, o insan için, ister istemez bir yokluk söz konusudur. Binâenaleyh, şayet o insan için bir başka hayat olmamış olsaydı, o zaman onun, yok olmak için bu şekilde (sapasağlam) yaratılmış olması, abes ve anlamsız olurdu. Cenâb-ı Hak da buna, "Ya sizi boş yere yarattığınım mı sandınız?" (mü'minun, 115) ayetiyle işaret etmiştir ki, bu gayet açıktır. Çünkü, boş ve anlamsız yere bir şeyi yapan kimse, şayet onu muhkem ve sapasağlam yapmaya çalışırsa, buna gülünür. Ama o onu, beka için yaratıp, "tikâsız" (ahiret hayatı olmaksızın) da beka olmadığına göre, ahiret mutlaka var demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, enfusî delilden sonra afakî delili zikretmiş ve "Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri hak ile ve belli bir müddetin dolmasına sebep olmaktan başka bir sebeple yaratmamıştır" buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, bu göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışının, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine işaret içindir. Ki biz bunu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şüphe yok ki bunda iman edenler için mutlak bir delâlet vardır" (Ankebût,44) ayetinin tefsirinde izah etmiştik. Ama o izahı, burada da yapacağız. Zira yapılan tekrar, akıl sahipleri için bir takrir ve sağlamlaştırma ifade eder. Şimdi biz diyoruz ki, bu yaratma İşi gerçek bir gaye olduğuna göre, onda bâtıllık (butlan) bulunmamaktadır. O halde bu demektir ki, yer ile gökte bir bozukluk yoktur. Çünkü fasit olan herşey, bâtıldır. Yer ile gökte veya bu yaratmada bozukluk olmadığına göre, yerde ve gökte, birden fazla İlâh yok demektir. Aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın da, "Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'dan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiyâ, 22) buyurduğu gibi, orada bir fesad ve bozulma olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve belli bir müddetin dolmasına..." ifadesi de, onların kabul terlemedikleri başka aslı ve esası hatırlatır.

Rabbe Kavuşmayı İnkâr Edenler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hakikaten insanlardan çoğu Rabbine kavuşmayı cidden inkâr edicilerdir" buyurmuştur. Yani, "Onlar, bu hayattan sonra, mutlaka bir kavuşma (likâ)'nın veya mutluluk ya da bedbahtlık içinde sürüp gidecek bir bekanın olduğunu bilemezler" demektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır.

Üslup Değişikliği

Cenab-ı Hak burada, enfusî delilleri afakî delillerden; "Gerek afakta gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi onlara göstereceğiz" (Fussilet, 53) ayetinde de afakî delilleri önce getirmiştir. Çünkü, bir şey anlatmaya çalışan, bir şey ifade ettiğinde onu, tercih ettiği yeni bir tarz üzere getirir. Binâenaleyh, şayet onu, dinleyen ve yararlanmaya çalışan dinleyici anlarsa, ne âlâ. Aksi halde onu bir öncekinden daha açık bir şekilde ele alır ve üslûbunu, derece derece netleştirir... İstifade etmek isteyene gelince o da, ilk önce en açık olanı anlar, daha sonra, anlayamadığı o daha kapalı şeyi anlamaya doğru yönelir, ona terakkî eder, böylece de en son olarak zkredilen daha açığı anladıktan sonra onu, yani o kapalı olan manayı anlar. O halde bu demektir ki, ifade etmeye çalışan kimse tarafından en son olarak zikredilen şey, dinleyici nezdinde, ilk önce anlaşılandır.

Bu iyice bilinince, biz şimdi diyoruz ki, buradaki fiil, dinleyenlere nisbet edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kendileri hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi?" buyurmuştur. Yani, "ilkin anlayıp da, bundan sonra, ikinci sırada anlayacakları şeye yönelmedikleri şeyler hususunda..." demektir. Ama, (Fussilet, 53) ayetinde iş, duyurana, anlatana nisbet edilmiştir. Böylece de o, ilk önce afakî delilleri zikretmiştir. Eğer onlar bunu anlayamazlarsa, sıra enfusî delillere gelir. Çünkü insan, enfusî delillerden gaflet edemez. Bu sıra, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstünde iken, Allah'ı hatırlayıp anarlar." Yani, onlar Allah'ı, diğer haller hususunda enfusî delillerle bilirler. Ve afakî delillerle de, "Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler" (Al-i İmran, 191) ayetinde de gözetilmiştir.

Hak İle Yaratma

"...Hak ile yaratma" işinin, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine delâlet etmesinin yönü, açıktır. Ama bunun, haşr'e delâlet etmesi ciheti nasıl izah edilebilir?

Cevap: Gökleri harap etmesi tahakkuku, akıl ile bilinmez; akıl ile ancak bunun mümkün olduğu bilinir. Ama bilfiil tahakkuk edeceği İse, ancak nakil ile bilinir. Çünkü Allahü teâlâ, cennet ve cehennemi yarattıktan sonra, ebedî tattığı gibi, sonradan var olan şeyleri de, ebedî kılmaya kadirdir. Halbuki yaratma işi, yok olmanın mümkün olduğunun delilidir. Çünkü yaratılmış olan şeyin, kıdemi (kadîm, ezelî ve ebedî oluşu) vâcib değildir. Binâenaleyh bunun yokluğu söz konusu olabilir. O halde muhbir-i sadık (Allahü teâlâ ve Peygamber) bir şeyin mümkün olduğunu haber vermişse, insana düşen, onu tasdik etmek ve boyun eğmektir. Bir de, âlemin yaratılması hak ile olunca, bu hayattan sonra, sona ermeyen diğer bir hayatın olması gerekir. Çünkü bu hayat, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Bu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" (Ankebût, 64) ayetiyle beyan ettiği gibi, ancak bir oyun ve eğlencedir. Halbuki, göklerin ve yerin, bir oyun ve eğlence olsun diye yaratılması abes ve anlamsızdır. Abes ise, hak değildir! O halde, gökler ve yer hak ile yaratılmış olduğuna göre, bundan sonra mutlaka bir hayatın bulunması gerekir.

Farklı Anlatım

Cenâb-ı Hak burada, "Hakikaten insanlardan çoğu..." buyurmuş, bundan önceki ayette de, "Fakat insanların ekserisi..." (Rum, 6) buyurmuştur. Niçin?

Cevap: Çünkü bundan önce bu iki asla (Cenâb-ı Hakk'ın birliği ve haşr) dair bir delil zikredilmemiştir. Burada ise Cenâb-ı Hak, açık deliller ve göz alıcı burhanlar zikretmiştir. Delilden sonra olacak imanın, delilden önceki imandan daha kuvvetli olacağında şüphe yoktur. O halde, delillerden sonra, bu "ekseriyyet"ten bir topluluğun mutlaka iman etmesi gerekir. Binâenaleyh, o ekser (sayıca), artık o eskiden olduğu gibi kalmamıştır. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak, delil getirdikten sonra, "...çoğu..."; delilden önce ise, "...insanların ekserisi..." demiştir. Kendisinden gafil olmanın mümkün olmadığı delilden ve mümkün olsa dahi, gaflet etmenin vuku olmayacağı delilden sonra -ki bu gökler ve yerlerdir. Çünkü, insanın, üzerindeki semâdan ve altındaki yerden habersiz olması akıldan uzak bir şeydir-, kendisinden gafil olunabilecek şeyi zikretmiştir ki, bu da onlarla ilgili darb-ı mesellerin hal ve durumlarının nakledilmesidir.

İbret İçin Seyahat

8 ﴿