5

"Elif - lâm - mîm. İşte bunlar, o hikmet dolu kitabın ayetleridir. Ki, (herbiri) muhsinler için, bir hidâyet ve bir rahmettir. Ki onlar, dosdoğru namazı kılanlar, zekâtı verenlerdir. Onlar, ahirete yakînen inananların da ta kendileridir. İşte onlar, Rablerinden bir hidayet üzerinedirler. Ve işte onlar, evet onlar, felaha erenlerdir".

Sûrelerdeki Tenasüb

Bu sûrenin başıyla, bir önceki sûrenin sonu arasındaki ilgi ve münasebet şudur: Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın bir mucize oluşuna işaret etmek için, "Andolsun ki, bu Kur'ân'da insanlar için, her çeşit misaller irâd etmişizdir..." (Rum, 58) buyurup, onların, ayetlerini inkâr ettiklerine de işaret etmek için, "Andolsun ki habibim onlara, her ne zaman bir ayet getirsen... "(Rum, 58) deyince, bu hususu, "Elif - lâm - mim. İşte bunlar, O hikmet dolu kitabın ayetleridir..." ifadesiyle beyan etmiştir, ama onlar yine, o ayetlere iman etmemişlerdir. Ki, bu hususa da Cenâb-ı Hak, biraz sonra gelecek olan, "Ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki bunları işitmemiş... gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir" (Lokman, 7) ifadesiyle işaret etmiştir. Ayetteki, (Hûdan) kelimesinin manası, "Bir beyân ve hak ile bâtılı ayırıcı olmak üzere" demektir.

İsm-i İşaret Hakkında

Bu ayetlerin tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (Bakara, 1-5) ayetlerinin tefsiri gibidir. Bakara'da, zalike (o) kelimesiyle hazâ (bu) manasının kastedildiği ileri sürüldüğü gibi, buradaki tilke kelimesiyle hâzihî (bu) manasının kastedildiği ileri sürülmüştür. Şöyle de denilebilir: Biz burada, tilke, gaibe bir işaret olup, manası, "Kur'ân'ın ayetleri, hikmet dolu kitabın ayetleridir" şeklindedir" diyoruz. ifadesiyle birlikte nazil olan bu ayetler inerken, bütün ayetler henüz inmemişti. O halde bu demektir ki, tilke, Kur'ân'ın ihtiva ettiği ayetlerin tümüne birden işarettir. Yani, "Kur'ân'ın ayetleri, işte bunlar, "hikmet dolu kitabın ayetleridir" demektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresinde, "o kitab" demiş, fakat orada, el-hakîm "hikmetle dolu" vasfına yer vermemiştir. Burada ise, el-hakîm ifadesini de getirmiştir. Kitabın vasıflarının zikri artınca, Allahü teâlâ, onun nitelikleri hususundaki şeylerin zikrini de artırarak, bir hidayet ve rahmettir..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak orada, "Müttakiler için bir hidayet rehberi" (Bakara, 2) buyurmuştur. O halde bu demektir ki, oradaki hüda, buradaki el-kitâb mukabili; buradaki rahmeten de, yine buradaki hakîm kelimesinin mukabilidir. Kitâb'ın hakîm olarak vasfedilmesi, "hikmetli, hikmet dolu" anlamında olup, tıpkı (Karia, 7) kelimesinin "Hoşnutluk ihtiva eden bir yaşantıda" anlamında olması gibidir.

Muhsin ve Muttaki

Cenâb-ı Hak orada, (Müttakiler için), burada ise (Muhsinler için) buyurmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, orada sadece Kur'ân'ın hidayet oluşundan bahsedip, başka bir özelliğinden bahsetmeyince, "Müttakiler için..." demiştir. Bu, "O Kur'ân'la şirkten, inaddan ve taassubtan ittikâ edip (korunup), Kur'an'a, inada düşmeden bakıp düşünenler ancak hak ve hakikate ulaşır" demektir. Burada ise ayrıca Kur'ân'ın bir rahmet oluşundan bahsedince, "Muhsinler için..." demiştir. Bu, "Şirkten ve inattan korunup, "ihsan (tevhid) kelimesini" getirenler için..." demektir. Binâenaleyh muhsin, imân eden; muttaki ise, küfrü bırakan manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah ittikâ edenler ve muhsin olanlarla beraberdir" (Nahl, 128) buyurmuştur. İnkârdan korunmuş oldukları için, bunlar muttaki olmuşlar ve cenneti elde etmişlerdir. Kim de imânın hakikatine ererse, muhsin olur ve cennetin yanısıra, fazlasını da elde eder. Çünkü Allah, "Muhsin olanlara, hüsnâ (en güzel şey olan cennet) ve fazlası vardır" (Yûnus. 26) buyurmuştur. Bir de Allahü teâlâ, Kur'ân'ın bir rahmet oluşundan bahsedince, "Muhsinler için..."demiştir. Çünkü Allah'ın rahmeti muhsinlere yakındır.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ orada, "Gaybe iman eden ve namazı dosdoğru küanlar..." (Bakara. 3) buyurmuş, burada ise "Dosdoğru namaz kılanlar..." demiş, imandan bahsetmemiştir. Çünkü müttakinin, küfrü bırakan kimse olduğunu, dolayısıyla bunun iman etmesi gerektiğini; muhsinin ise, imanın hakkını yerine getiren kimse olduğunu, binâenaleyh kâfir olmaması gerektiğini beyan etmiştik. İttikâ, imana iltizamı (dolaylı) olarak delâlet ettiği için, iyice açıklığa kavuşsun diye, orada imanı açıkça zikretmiştir, İhsan ise imana sarih olarak delâlet ettiği için, artık burada imânı açıkça-ayrıca zikretmemiştir.

Hak teâlâ "Ki onlar, dosdoğru namaz kılanlar ve zekât verenlerdir" buyurmuştur. Namazda ve dosdoğru kılınmasında, zekâtta ve zekatın edasındaki mana ve hikmetleri defalarca anlattık ve Enfal Sûresi'nin tefsirinin başlarında, namazın Efendiye (Rabbe) benzemeyi bırak manasına geldiğini, çünkü hem şeklen, hem hakiki manada bir kulluk olduğunu, Allah'a ibadet edilmesi olduğunu, Allah'ın ise bir başkasına ibadetinin düşünülemeyeceğini, kulun çok işte Efendisine (Rabbine) benzemeyi bırakması gerektiğini, dolayısıyla, otururken, onun oturmaması, efendisi yaslanırken, onun yaslanmasının yakışık almayacağını; zekâtın da, Efendiye benzemek manasına geldiğini, çünkü başkalarının ihtiyacını gidermek demek olduğunu, Rabbin de ihtiyaçları giderdiğini, âlimin kölesinin, askerlerin giydiği elbiseyi giymemesi, askerlerin kölelerin de, zâhid kimselerin elbiselerini giymemesi gibi, birçok işte ise efendisine benzemesi gerektiğini ve bu iki şeyle kulluğun tam ve mükemmel olacağını anlatmıştık.

Saptırmak İçin Lehviyat

5 ﴿