4"Allah, gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı gönde yaratan, sonra (hükmü) Arş'ı istilâ edendir. Sizin, O'ndan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz"?. Allahü teâlâ, peygamberlikten bahsedince, peygamberin tevhide çağırma ve delil getirme hususunda, üzerine düşen görevleri de beyan etmek üzere, "Allah, gökleri ve yeri yaratandır" buyurmuştur. Buradaki "Allah" lafz-ı celâli mübtedadır. Haberi ise, ifadesi olup, "O, gökleri ve yeri yaratandır. Onları, tek bir zat yaratmıştır. O halde ilah tektir" demektir. Ayetteki, "alt günde" lafzının, düşünen kimselere göre, altı duruma işaret olduğunu, daha evvel (A'raf Sûresi'nde) söylemiştik. Bu böyledir. Çünkü "gökler", "yer" ve "bunların arasında" tabirleri üç ayrı şeydir. Bunların herbiri için zat ve sıfatlar söz konusudur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın göklerin zatını (kendini) yaratması bir hal, onun sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Yine yerin zatını yaratması bir hal; sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Keza Hak teâlâ'nın, bunların arasında bulunan şeylerin zatlarını yaratması bir hal, onların sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Böylece bu üç şey, altı hal üzere olan, altı şey olmuş olur. Cenâb-ı Hak, burada "gün" tabirini kullanmıştır. Çünkü insan, Allah'ın yaratmasına bakıp, onu düşündüğünde, bunu bir fiil olarak görür. Fiilin zarfı ise zamandır. Günler de zamanların en meşhurudur. Eğer böyle kabul edilmezse (bu anlaşılmaz); çünkü gökler yaratılmamdan önce gece ve gündüz diye birşey yoktu. Bu tıpkı birisinin, bir başkasına, "Senin doğduğun gün, müberak bir gündü" demesine benzer. O kimsenin gece doğmuş olması da mümkündür. Onun gece doğmuş olması, bu sözle kastedilen mananın hâricinde değildir. Çünkü bu kimsenin kastettiği husus, o kimsenin doğumunu içine alan zaman dilimidir. Daha sonra Hak teâlâ, "Sonra, O, Arş'a istiva etti" buyurmuştur. Bil ki, âlimler, bu ve benzeri ayetler hususunda şu iki yolu takib etmişlerdir: 1) Bu gibi ayetlerle neyin kastedildiğini izaha girişmeme yolu. 2) Bunları izah etmeye çalışma yolu. Birinci yol, daha emin ve hikmete daha uygundur. Bunun daha emin oluşu şundan dolayıdır: Bir kimse, "Ben bunu izaha yanaşmam. Bundan neyin kastedildiğini bilmiyorum" derse, bu kimsenin durumu, ya konuşması gerekli olmadığı zaman konuşan kimsenin durumuna, yahut da bitmesi gerekmeyen şeyi bilmemesine benzer. Çünkü itikad esasları, tevhide haşr ve nübüvveti kabul etme üzere üçtür. Fakat biz, hasrı bilmenin, herkese vacib olup, tafsilatını, ne zaman olacağını bilmenin ise vacib olmadığı hususunda icma ettik, işte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, Önceki sûrenin sonunda, "Kıyametin ilmi Allah katındadır" (Lokman. 34) buyurmuştur. Allah'ın zâtı konusu da böyledir. O'nun varlığını, birliğini ve icmâlen celâl ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğunu, mümkin varlıklara ait kusur ve noksanlıklardan münezzeh olduğunu bilmek vacibtir. Ama O'nun bütün sıfatlarını olduğu gibi bilmek vacib değildir. O'nun "istiva" sıfatı da kişinin, ne ve nasıl olduğunu bilmesi gerekil olmayan şeylerdendir. Dolayısıyla bir kimse, bunu izaha yanaşmazsa, bir vacibi terketmiş olmaz. Ama bunu izaha kalkışan, bu hususta hata edebilir ve böylece de, o konuda gerçeğe aykırı bir şeye inanmış olur. Birinci durumdaki insanın varacağı en son noktası "bilmiyor" olmasıdır. İkinci durumda ise, nerdeyse cehl-i mürekkebe varır. "Bilmemek" ise "cehl-i mürekkeb"e kıyasla, sükûtun yalana nisbeti gibidir. Susmanın, yalandan daha hayırlı olduğunda ise, hiç kimsenin şüphesi yoktur. Bunun hikmete daha uygun oluşu ise şöyledir: Bir kişinin yazıp şerhettiği bir kitabı okuyan insan, şerheden yazandan daha aşağı olduğu halde, görür ki şerheden, yazarın değindiği konuların tamamına değinmez. İşte bu sebeple çoğu kez, insanın saha önce o kitabı kaleme alan yazara karşı, birtakım müşkiller ortaya atıp, sonra da kendi fikrini destekleyenlere yer verip, "musannif, burada şunu değil, bunu kastetmiştir" dediğini görmekteyiz. Noksan bir bilgi ile yazılan, mahluklara ait kitapların durumu böyle olunca, kendisinde her türlü hikmetin yer aldığı aziz Kur'ân hakkındaki düşüncen ne olabilir? Allah, Allah! Bir âlim, "Ben, falan kitaptaki bütün incelikleri anladım, bildim" dese, bu sözü bile hoş karşılanmaz. Ya, Allah'ın kitabında olan herşeyi bildiğini iddia eden kimsenin hali nasıl olmuş olur? Hem sonra birisi, Allahü teâlâ, indirdiği herşeyi beyan etmiş, açıklamıştır" diye iddiada da bulunamaz. Çünkü gerekli açıklamanın, ihtiyaç duyulacağı vakte bırakılması caizdir. Belki de Kur'ân'da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dışında, hiç kimsenin ihtiyaç duymayacağı, böylece de sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e açıklanmış hususlar da olabilir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Kur'ân'da bilinmeyen (manası tam amaşılmayan) şeylerin bulunabileceği anlaşılır. Bu durum, "müteşabihliğin çok yoğun aması sebebiyle müteşabihin manasını bilemiyorum" diyen bir kimsenin haline daha yatandır. Fakat bu mezhebin bir şartı vardır ki, o da, kesin olarak bildiği bazı şeylerin (yani mahluklara ait sıfatların) murad olmadığını nefyetmesidir. Çünkü bir insan, "Bu günler falanca kadının, "kar' " (hayız veya temizlik) günleridir" dediğinde, bundan maksadının falanca kadının ölüm günü veya falancanın yolculuk günleri olmayıp, maksadının sadece falancanın hayız veya temizlik dönemine münhasır olduğunu bilir. İşte aynen bunun gibi, burada da Cenâb-ı Allah'ın zatında bir noksanlığa yolaçacak bir mananın kastedilmediği kesindir; çünkü bu imkânsızdır. Oturma, bir yere yerleşme, işte bu kabil imkânsız şeylerdendir. Binâenaleyh istiva ile bu gibi manaların kastedilmiş olamayacağına hükmedip, Allah için caiz olan manalar hususunda da tevakkuf etmek (konuşmamak)tir. İkinci yol, tehlikeli olan yoldur. Bu yolu şu iki grup benimsemiştir: a) "Bununla, ayetin zahirî manası kastedilmiş olup, bu istiva, kıyam (dikilme) veya bir yerde karar kılma manasınadır" diyenler... b) "Bununla, istilâ manası kastedilmiştir" diyenler... Birinci kısmın anlayışı sırf bir cehalettir. İkincilerinki de cehalet olabilir. Birincisi, bir cehalet olmanın yanısıra bir bid'attır, hatta neredeyse bir küfürdür, ikincisi, cehalet olsa bile, bir bid'ati doğuran bir cehalet değildir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Allah kâfirlere merhamet eder, onlardan hiçbirine azab etmez" diye inandığında, bunun bir cehalet, bir bid'at ve bir inkâr olması gibidir. Yine birisi, "Allah, durumu saklı (hali bizce meçhul) olan Zeyd'e merhamet eder" diye inandığında, onun bu inancının bid'at olmayışı gibidir ki, bu inancın neticesi, bunun vakıaya mutabık olan veya olmayan bir inanç oluşudur. Bu hususta şu da söylenmiştir: "Bununla, Allahü teâlâ'nın mülküne istiva ile hükümranlığı" kastedilmiştir. Çünkü Arş (taht), hakimiyeti ifade eder. Nitekim, bir memlekete girmese bile, "padişah, falanca ülkenin saltanat tahtına oturdu" denilebilir. Bu tıpkı, cimriliğe işaret olmak üzere, Hak teâlâ'nın yahudilerin söylediğini haber verdiği, "Allah'ın eli bağlıdır" (Maide, 64) ifadesi gibidir. Oysa yahudiler, hakiki olarak, Allah'ın elinde bir bağın bulunduğu manasında bunu söylememişlerdir. Eğer kasıt bu olsaydı, o zaman bu bir yalan olurdu. Allah'ın kelamı İse, yalandan münezzehtir. Hem burada şu iki izahı da yapabiliriz: Padişahlar derece derecedirler. Binâenaleyh küçük bir şehre veya beldeye sahip olan padişah için örf, onun hemen bir tahta oturması şeklinde olmaz. Fakat geniş ve büyük beldelere sahip olan ve emrinde çeşitli krallar bulunan bir hükümdarın ise, üzerine oturduğu bir tahtı, önünde de vezirinin oturduğu bir kürsüsü bulunur. O halde örfte, Arş ve kürsü ifadeleri, ancak saltanatın büyüklüğü durumunda sözkonusudur. Binâenaleyh gökler ve yerin mülkiyeti de son derece bir azamet ve ululuk arzedince, örfen büyüklük ifade eden şeylerle bu durum anlatılmıştır. Hak teâlâ'nın, "biz yarattık, biz süsledik, Biz yakınız, biz indirdik" gibi ifadeleri de, işte bu hususa dikkatini çeken şeylerdendir. Şimdi hangi müslüman, bu çoğul ifadelerin zahirine bakarak, Allah'ın ortakları olduğu manasının kastedildiğini zanneder veya şüphe eder? Yahut bunu izahta, başka bir mana bulabilir mi? Fakat örfen büyük olan, tek başına olmaz; onunla birlikte başkaları da bulunur. Örfen büyük bir kral da, üzerine oturacağı bir tahtı olmaksızın düşünülemez. Binâenaleyh "Arş" ve istiva (taht) kelimeleri de, Cenâb-ı Hakk'ın azameti kastedilerek kullanılmıştır. Şu husus da bunu destekler: Hezimete uğramış mağlub bir kimse hakkında, "Yeryüzü ona dar geldi. Kaçacağı bir yer kalmadı" denilir. Şimdi bu sözü söyleyenlerin, onun hiç yeri olmadığı manasını kastederek bunu söyledikleri düşünülebilir mi? Çünkü madde (beden) mekansız düşünülemez. Özellikle "onun ilahı bir mekândadır" diyen kimse, insanın mekansız olduğunu nasıl söyleyebilir? Bu tıpkı, hezimete uğramış ve firar eden kimse için, onun her halükârda kapladığı (tuttuğu) bir mekânı olmasına rağmen, "Onun hiçbir yeri yok" denilmesi gibidir. Yine kadir ve kahir olan Allah hakkında, her nekadar mekândan münezzeh oluşu vacib olsa dahi, "O, karar kılmıştır. O'nun Arş'ı vardır" denilebilir. İşte yaptığımız bu izaha göre, ayette kullanılan, "sümme (sonra)" kelimesi, "Gökleri ve yeri yarattıktan sonra durum (hâdise) şöyle oldu: O mülküne istiva etti" manasındadır. Bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca bana ikramda bulundu. Defalarca lütfetti" deyip, bu hususta birtakım şeyleri anlatıp, daha sonra da, "Halbuki o beni tanımazdı, ben de ona beni mükâfaatlandırmasına sebep olacak bir davranışta bulunmamıştım" demesi gibidir. Şimdi diyoruz ki: Buradaki sümme (sonra), hikaye edilen şey için değil, hikaye etmek için getirilmiştir. Bir başka izahda şudur: Buradaki (......) kelimesinin, "istilâ etti" manasına geldiği ileri sürülmüştür. (......) kelimesi, hem naklen hem de kullanım açısından, "istiva" manasına gelmektedir. Naklen bu anlama gelmesi çokça olup, lügat kitaplarında zikredilmiştir ki, bu kitaplardan birisi de, "Dîvânu'l-Edeb"dir. Yine, bu kelime, kendilerinden nakilde bulunmanın muteber addedildiği kitaplarda da bu manada kullanılmıştır. Kullanım bakımından bu manaya gelmesine gelince, bu, meselâ bir kimsenin "Muhakkak ki Bişr, kılıç kullanmadan ve kan akıtmadan Irak'ı istilâ etti" şeklindeki sözüdür. Bu İzaha göre, ayetteki "sümme" kelimesinin anlamı, bizim biraz önce de bahsettiğimiz gibi olup, Cenâb-ı Hak sanki, "Gökleri ve yeri yarattı. Sonra burada, bundan daha büyük olan bir durum ki, o da O'nun Arşa istivâsıdır, istilasıdır" buyurmuştur. Çünkü arş, Kürsî'den daha büyüktür; Kürsî İse, gökleri ve yeri içine alacak biçimde büyüktür. Bu husustaki bir üçüncü İzah da şudur: Bu tabirle "istikrar" manasının ileri sürüldüğü kastedilmiştir ki, bu söz açık olup, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekânda oluşunu tede etmez. Zira insan, "Falancanın görüşü, çıkma üzerinde karar kıldı" diyebilir. Şimdi hiç kimse, onun, "görüş"ün bir mekânda olunduğunu kastetmediğinde şüphe etmez ki "görüş" onun çıkmaya karar vermesidir. Çünkü "görüş" hakkında, "o mekân tutmuştur" veya "O, mekânda bulunanlar cinsindendir" denilmesi caiz olmaz. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, şimdi biz diyoruz ki, "istikrar" kelimesi kullanıldığında, "mekân işgal etme" manasının înıaşılması, o şeyin, mekân tutabilir cinsten olabilir şartına bağlıdır, öyle ki bir kimse, Zeyd, gemi üzerinde veya taht üzerinde karar kıldı" (istekarra) dediğinde, bu sizden, onun mekân işgal ettiği ve bir mekânda bulunduğu anlaşılabilir. Ama bir kimse, "Hükümdar, falanca üzerinde karar kıldı" dediğinde, bundan, o hükümdarın, sarıcanın içinde yer aldığı" manası anlaşılmaz. Şu halde "Allah arş üzerine istikrar etti" sözünden, Allah'ın bir mekânda olduğu anlaşılmamalıdır. Meğer ki onun bu mekânda olup olmamasının cevazı bilinebilsin. Öyleyse bu lafızdan onun bir mekânda olduğunun anlaşılması, onun bir mekânda inin caiz olmasına bağlıdır. Onun bir mekânda olacağı ise şayet bu lafızdan çıkarılıyorsa, bir şeyin kendi kendisine tekaddüm etmesinin caizliğinin kabulünü gvaktirir, oysa bu imkânsızdır. Allah'ın Mekândan Münezzehliği Sonra, Arş'ın, O'nun mekân olması manasında, O'nun Arş üzerinde olmasının olmayacağına, Kur'ân'daki şu hususlar da delâlet etmektedir: 1)Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki Allah, ganî, (müstağni) olandır" (Hacc, 64) ifadesidir. Bu, Allah'ın mutlak anlamda, "müstağni" olmasını gerektirir. Halbuki, bir mekânda olan herşey bekası ve hayatiyetini devam ettirme hususunda bir mekâna muhtaçtır. Çünkü aklın bedaheti, mekân olmazsa, o mekânda yer alan şeyin bakî kalamayacağına hükmetmektedir: O halde bu demektir ki, bir mekânda yer işgal eden şey, o mekân bulunmadığında bulunmaz. Başkası bulunmadığında bulunmayan her ise, devam etme hususunda o şeye muhtaç demektir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, kıldığını (istikrar) söylemek, devam etme hususunda, O'nun muhtaç olmasını gerektirir. Halbuki, Allah'ın her şeyden müstağnî oluşu, başka nasslarla beraber, az önceki nass ile de sabittir. 2) Cenâb-ı Hak, "O'nun zâtı hariç, her şey yok olucudur" (Kasas, 88) buyurmuştur. O halde, Arş da yok olacaktır. Her mekân da böyledir. Binâenaleyh, O baki olduğu halde, O'nun dışında hiçbir şey bakî değildir. Bu zamanda O, herhangi bir mekânda olmamış olur. Binâenaleyh O'nun, bir mekânda olmayışı, O'nun hakkında caiz olan bir husustur. O'nun hakkında caiz olan bu sıfat ise O'nun için vacib olabilir. Binâenaleyh O'nun, bir mekânda olmaması gerekir. 3) Cenâb-ı Hak, "O, sizinle beraberdir" (Hadid, 4) buyurmuştur. Bu ayetle şu şekilde istidlal edebiliriz: lafzı, mekân hakkında kullanıldığında, o şeyin, bizzat o mekânın üzerinde olduğu anlaşılır. Bu tıpkı, bizim meselâ, "Falanca, dam, satıh üzerindedir..." şeklindeki sözümüz gibidir. Ama, (......) lafzı, iki mümkin varlık hakkında kullanıldığında, bundan, onların bizzat birbirleriyle beraber oldukları anlaşılır. Bu da meselâ bizim, "Zeyd, Amr'la beraberdir" dememiz gibidir. Bu kelime kullanıldığında, eğer Allah'ın bir mekânda olduğu kabul edilecek olsa, biz de onunla beraber aynı mekânda olmuş oluruz. O halde, Allahü teâlâ'nın, "Muhakkak ki Allah, bizimle beraberdir" (Tevbe. 40) ve "O, sizinle beraberdir" (Hadid, 4) beyanlarının, bir birliktelik ve mukârenet anlamında olması gerekir. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Buna göre şayet, (......) kelimesi, o O'na meylettiği için; Allah, ilmi ve yardımı ile, kuluyla birlikte olduğu için kullanılmıştır. Nitekim, "Falanca hükümdar falanca hükümdarla beraberdir" denilir. Yani, "Yardım ve desteği ile onun yanındadır" denilir..." denilirse biz deriz ki: Alâ edatı, onun hükmü başkası üzerinde olduğu için kullanılır. Nitekim bir kimse "Falanca falanca üzerinde, yani, falancanın hükmü falancanın üzerinde olmasaydı, o falanca, helake düşer de, helakle yüzyüze getirdi" der. Yine, bakmak ve gözetmek anlamında, "Falanca falancanın emlâk ve arazisi üzerinde olmasaydı, o araziden hiçbir şey elde edemez ve onun hasılatından, bir şey elde edemezdi" denilir. O halde niçin biz, tabiri hakkında, tıpkı, "O, ilmiyle bizimle beraberdir" dediğimiz gibi, "O, hükmüyle Arş'a istiva etti, onu istilâ etti" diyemeyelim? 4) Cenâb-ı Hak, "Gözler O'nu idrâk edemez, O ise, gözleri idrâk eder"(En'am, 103) buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah bir mekânda olmuş olsaydı, o zaman o mekân O'nu, muhakkak ki kuşatırdı. Bu durumda da O, ya görülürdü, ya da görülmezdi. İkincisi, ittifakla imkânsızdır. Çünkü, "O, mekândadır, ama görülmez" şeklindeki bir hüküm, ittifakla bâtıldır. Eğer görülürse, o zaman O, kendisini kuşatan o mekânda görülür ve gözler de O'nu idrak eder. Ama bir mekânda olmazsa, İster görülsün ister görülmesin, gözlerin O'nu idrak etmesi gerekmez. Görülmezse, bu durum açıktır. Ama görülürse, göz, O'nu kuşatamaz ve O'nu idrak edemez. Biz, "Göz O'nu kuşatamaz" dedik; çünkü, gözün kendisini kuşattığı her şeyin, içinde bulunduğu bir mekânı vardır. Halbuki biz, mekânın olmayışını varsayabiliyoruz. Binâenaleyh insan, Kur'ân'ı iyice düşündüğünde, onun, Allah'ın bir mekânda olmadığını belirten tabirlerle dolu olduğunu görür. Üstelik bu sözü söyleyenin kendisine tutunmuş olduğu delil de, Cenâb-ı Hakk'ın, bir mekânda olması anlamında, Arş üzerinde olmadığına delâlet etmektedir. Bu böyledir, zira sümme kelimesi, "terahî-sonralık" ifade eder. Binâenaleyh, şayet o, mekânda olmak anlamında, Arş üzerinde olmuş olsaydı, "O zaman O onun üzerine, daha önce onun üzerinde olmamışken istiva etmiş, bulunmuş olurdu. Binâenaleyh bu demektir ki, O, bundan önce, ya bir mekândaydı, ya da değildi. Eğer bir mekânda idiyse, o zaman şu iki imkânsız şey zuhur eder: a) Mekânın ezelî olması... Ama bu sözü söyleyen, felsefecilere karşı olduğunu iddia ediyor, fakat göklerden bir semânın, (yani Arş'ın) kadîm olduğunu söyleyerek, böylece kendisi felsefeci oluyor... b) Allah'ın hareket ve intikâl edebilmesi... Halbuki bu da ya Allah'ın hadis olması neticesine götürür, veyahut da, maddelerin hadis oluşuna dair delilleri İptal eder. Eğer, bir mekân olmaz ve O, bir mekânda bulunmazsa, o zaman akıl, O'nun mekansız varlığını muhal kabul eder. Şayet bu caiz olmuş olsaydı, o zaman, cismin ezelî olması halinde, o cismin ezelde ya sakin olduğu, veyahut da hareketli olduğu söylenemezdi. Çünkü, hareketsizlik ve hareket, bir mekânda bulunmanın fer'i, yani onlardan sonra gelen bir husustur. Böyle olunca da, ya Allah'ın hadis olduğunun söylenilmesi veya âlemin hadis olduğunun söylenilmemesi gerekir. Çünkü bu kimse, O'nun, mekândan önce olmayacağını kabul ederse, o zaman onun, Allah'ın hadis olduğunu söylemesi gerekir. Yok, eğer kabul etmezse, o zaman ezelde cismin bir mekânda bulunmayıp, daha sonra bir mekânda var olması, bulunması söz konusu edilebilir ki, bu durumda onun, alemin hadis oluşu hususundaki delili tam olmaz, böylece de onun, âlemin hadis olduğunu söylememesi gerekir. Sonra bu kimse, "Sen, Allah'ı, yok olan bir şeye benzetiyorsun. Çünkü yok olan, bir mekânda değildir" diyor, halbuki, O'nu bir mekâna muhtaç kıldığı için kendisinin O'nu madûm (yok olan) bir varlık haline getirdiğini bilmiyor. Çünkü, muhtaç olduğu şeyin bulunmamasına nazaran, her muhtaç da yoktur. Eğer biz bu konudaki şeylerin tamamını yazacak olsaydık, söz ryıce uzardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizin O'ndan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz?" buyurmuştur. Allah, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olduğundan bahsedince, onlardan bazıları, "Biz de, göklerin ve yerin yaratıcısının tek olduğunu; bu tek olanın, göklerin ilâhı olduğunu; onların ise, yardım ve kuvvet, aldığımız yıldızların sembolleri olduğunu kabul ediyoruz" derken, diğer bazdan da, "Bu meleklerin sembolleri, Allah Kabnda bizim şefaatçilerimizdir" demişler, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Allah'dan başka ilâhınız yok; Allah'tan başka yardımcınız yok; Allah'ın izni olmaksızın, şefaatçiniz yok. Onlardan ötürü bu putlara tapmanız bâtıldır, boşunadır, temelsizdir. Onlar, sizin ne yaratıcınız, ne yardımcınız ne de şefaatçinizdir" buyurmuştur. Allah Tealâ, sözüne devamla, "O'nun, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna ve böylesi putların, bu büyük kütleleri yaratmaya ve böylece de size yardımcı olmaya kadir olamadıklarına; ve bu gibi önemsiz şeylerin, muazzam bir hükümdarın katında, hiçbir saygınlık ve azametinin bulunmadığına, bunun için de, onların bir şefaatinin bulunmayacağına dair bildiğimiz şeyleri tezekkür etmez misiniz?" buyurmuştur. |
﴾ 4 ﴿