9"Sonra O, onun zürriyetini, hakir bir sudan meydana gelen bir tohumdan yapmıştır. Sonra onu düzeltip tamamladı, içine ruhundan üfürdü. Sizin için kulaklar, gözler, günüller yarattı. Ne az şükredersiniz". Bu ifadenin tefsiri, biraz önce yaptığımız iki açıklamadan birincisine göre aşikârdır. Çünkü Adem (aleyhisselâm), çamurdan; onun zürriyeti ise, "hakîr bir sudan meydana gelen tohumdandır" ki bu da, nutfedir. İkinci tefsire göre onun aslı, çamurdandır; sonra bu asıldan, bir tohum, bir sülâle meydana gelmiştir ki, bu da, hakîr bir sudandır. Buna göre şayet birisi, "İkinci izah doğru değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı" (Secde, 7) ve "Sonra O, onun zürriyetini..."secde. 8) ifadeleri, bu zürriyetin, insanın yaratılmasından sonra çamurdan meydana getirildiğine dair bir delildir" derse, buna şöyle cevap verilir: Hayır, ikinci tefsir, ayetin lafzının tertîbine daha yakındır. Çünkü Allahü teâlâ işe, insanın yaratılmasındaki şeyi zikrederek başlamış ve, "insanın yaratılma işine, çamurdan başladı. Sonra onu, bir tohum kıldı; sonra onu düzeltip tamamladı ve ona ruhundan üfledi..." buyurmuştur. Halbuki, sizin bahsettiğinize göre, "Sonra onu düzeltip tamamladı. İçine ruhundan üfledi" (Secde,9) ifadesinin de Adem (aleyhisselâm)'e ait olduğunun söylenmesi uzak bir ihtimal haline gelir. Çünkü bu cümlenin başındaki sümme, terahî ifade eder. Böylece, düzeltip tamamlama işi...", "zürriyeti bir tohumdan kılma, meydana getirme işinden sonra olmuş olur ki, bu, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in yaratılmasından sonradır. Bil ki, afakî deliller, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine daha fazla delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Göklerin ve yerin yaratılışı, İnsanların yaratılışından elbet daha büyüktür" (Mü'min. 57) buyurmuştur. Enfüsî deliller de, iradesinin nüfuz ve müessiriyetine daha fazla delalet etmektedir. Çünkü, nefislerdeki değişiklikler pek çoktur, işte bu hususu Cenâb-ı Hak, 'Sonra O, onun zürriyetini (...) kıldı. Sonra, onu düzeltip tamamladı" ifadeleriyle işaret etmiştir ki, bu, "o, çamur idi. Derken O onu, menî haline getirdi. Daha sonra da, düzgün bir beşer haline getirdi" demektir. Cenâb-ı Hak "Ona ruhundan üfledi" buyurmuştur. Buradaki ruh" kelimesinin, Allah'ın zâtına nisbet edilmesi, tıpkı (beyt-ev) kelimesinin Allah'a zâfe edilip de, "Beytullah - Allah'ın evi" denilmesi gibi, teşrif ve gaye vermek içindir. Bil ki hristiyanlar, Allah'a yalan uydurarak, "İsâ, rûhullahdır; o halde O'nun oğludur" diyorlar; halbuki onlar, "ve insana ruhundan üfledi..." ifadesinden hareketle, her insanın Allah'ın ruhundan olduğunu anlayamıyorlar. Ayetin bu ifadesi, O'nun mülkü olan ruhundan" demek olup, tıpkı bir kimsenin, "Evim, kölem..." demesi gibidir. Cenâb-ı Hak, İnsana, cisminden verdiğini söylememiştir. Çünkü şeref, rûh ile olur. Böylece Cenâb-ı Hak, rûh üflemeden kaynaklanan işitme, görme ve bilme gibi şeyleri, cisme değil de, ruha nisbet etmek üzere "Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne az şükredersiniz!" (Secde, 9) buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak hitab ederek, "sizin için ...yarattı" buyurmuştur. Halbuki, daha önce muhatap yoktu. Çünkü, hitap canlılara olur. Binâenaleyh, "Ona ruhundan üfledi"buyurunca, insana bundan sonra hitap etmiş ve "sizin için ... yarattı" demiştir. Buna göre şayet, "Hitap, başından önce de vardır... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi bir topraktan yaratmış olması, O'nun ayetlerindendir"(Rum, 20) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak orada, sıraya konulmuş birtakım şeylerden bahsetmemiş, sadece hilkatin ve yaratmanın tamamına bir işarette bulunmuştur. Halbuki burada, sıraya konulmuş birtakım şeylerden bahsetmiştir ki, bu da İnsanın, önce çamur, sonra hakir bir su, sonra da çeşitli kuvvetlerle donatılmış tastamam, kusursuz bir yaratık olmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak bu merhalelerin bazısı hakkında hitapta bulunmuştur. "Kulaklar, gözler ve gönüller" ifadelerindeki tertip, hikmete göredir. Zira insan, ilk önce, ana-babasından veya diğer insanlardan birtakım şeyler duyar, akabinde bunları anlar; sonra da onda, bu sayede bir görme (basiret) ve anlama kabiliyeti gelişir. Böylece de meseleleri görür de, onları icra eder. Daha sonra, bu sayede onda, tam bir anlayış ve mükemmel bir zihin gelişir. Böylece artık, olaylar onun tarafından çıkarılır, ortaya konulur. Bunun örneği, bir hocadan birtakım şeyler duyan; sonra da kendisinde, kitapları mütalâa etme ve onların manalarını anlama liyakati oluşan; daha sonra da onda, telif kabiliyeti meydana gelen ve böylece, ezberinden bir kitap yazabilen bir şahıstır. İşte aynen bunun gibi, insan da önce duyar,sonra kâinatın sayfalarını mütalâa eder, daha sonra da, gizli kalmış pekçok şeyi anlar, kavrar. Cenâb-ı Hak, işitme konusunda masdarı "sem" (işitme); görme ve kalb hususunda da ismi zikretmiştir. İşte bundan dolayı da, ebsâr ve (gözler ve gönüller) kelimelerini çoğul getirmiş; sem' kelimesini ise çoğul yapmamıştır. Çünkü masdar, çoğul yapılmaz. Bu şöyle bir hikmetten dolayıdır. İşitmek, tek bir kuvvettir ve onun, tek bir fiili vardır. Çünkü insan, aynı anda, iki sözü zaptedemez. Kulak, işitmenin mahalli olup, işitmede herhangi bir irade ve ihtiyar söz konusu değildir. Çünkü ses, hangi cihetten olursa olsun, hemen oraya ulaşır. Kulağın, kuvvetini, işitilen şeylerden bir kısmını değil de diğer kısmını anlamaya tahsis etme kudreti yoktur. Ama görmenin mahalli gözdür. Fakat, göz için, bir çeşit irade ve ihtiyar söz konusudur. Çünkü göz, başka tarafa değil de görülen şeyin tarafına hareket edebilir. Gönül de böyledir. Gönül idrakin mahalli olup, bunun da bir çeşit başkasına değil de, istediği tarafa yönelebilme iradesi ve ihtiyarı vardır. Durum böyle olunca, işitmede, mahal olan kulağın bir tesiri yoktur. Burada kuvvet, tek başına hareket etmektedir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kulak hususunda işitme kuvvetini zikretmiş; göz ve gönül hususunda ise, kuvvetlerin mahalline, bir çeşit irade ve ihtiyar nisbet etmiş, bu sebeple de mahalli zikretmiştir. Çünkü fiil, irade edene isnad olunur. Baksana sen, "Zeyd duydu, Amr gördü" dersin. Fakat istisnaî durumlar hariç, "Zeyd'in kulağı duydu, Amr'ın gözü gördü" demezsin. Çünkü biz, biraz önce, irade eden failin asıl olduğunu; diğer şeylerin ise onun vasıtası olduğunu söylemiştik. O halde bu demektir ki, bir irade ve ihtiyarı olmadığı için, işitme mahalli olan kulak değil de, işitmek asıldır. Göz de, bir astl gibidir. Görme kuvveti ise, onun aleti durumundadır. Kalb de böyle olup, anlama kuvvesi de bunun aleti durumundadır. İşte böylece Cenâb-ı Hak, işitme hususunda, kuvvet demek olan masdarı zikretmiş; görme ve kalb hususunda da, kuvvetin mahalli olan isimleri zikretmiştir. Bir de işitmenin, tek bir kuvveti ve tek bir fiili vardır. İşte bundan dolayı insan, aynı anda, iki sözü zaptedecek bir tarzda duyamaz, ama aynı anda iki veya daha fazla şekilleri kavrayıp birbirinden ayırtedebilir. Cenâb-ı Hak burada niçin duymayı, "Allah onların kalblerini ve işitmelerini mühürledi" (Bakara, 7) ayetinde de kalbi önce zikretmiştir? Cevap: Biz diyoruz ki: Bu da, bizim biraz önce zikrettiğimiz şeyi doğrular. Çünkü Cenâb-ı Hak verirken, önce en düşüğünü ele almış, daha sonra da en yukardakine doğru çıkmış ve, "Ben size duymayı verdim" demiş; daha sonra da, ondan daha şerefli olanı verdiğini bildirmiştir ki, bu da kalbtir. Ama alırken, "Onların idrâk edecekleri kalbleri yoktur ve onların, -bundan daha aşağı olarak- hakikatleri anlayan ve o hakikatleri bulup ortaya koyan kalbleri bulunan kimselerden dinleyecek olan kulakları da yoktur" demiştir. Ki biz, Bakara'da, bizim burada zikrettiğimiz tertipte ortada bulunan görme işinin geriye bırakılışının sebebini zikretmiştik. Bu sebep de şudur: Kalb ve duyma kuvvetlerinin alınması tabiî olup, böylece Cenâb-ı Hak ikisini bu noktada birleştirmiş ve görme kuvvetinin alınması da, onun üzerine perde çekme ile olduğu için, bunu sonra zikretmiştir. |
﴾ 9 ﴿