4"Sana Rabbinden ne vahyolunuyorsa ona uy. Muhakkak ki Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdârdır. Allah'a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter. Allah hiç bir adamın içinde iki kalb yaratmadı. Kendilerinden zıhar yaptığınız karılarınızı o (Allah), sizin analarınız saymadığı gibi, evlatlıklarınızı da oğullarınız gibi kabul etmez. Bu, sizin ağzınızdaki laftandır. Allah hakkı söyler ve O, doğru yola iletir". Bu ifadeler de, biraz önce bahsettiğimiz gibi, Allah'ın hakîm olduğunu, O'na ittibâ etmenin şart ve vacib olduğunu göstermektedir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Muhakkak ki Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır"buyurmuştur. O, kendisinin, kullarının kalblerindekileri hakkıyla bildiğini söyleyince, sizin amellerinizden de bihakkın haberdar olduğunu beyan etmiştir. O halde kalblerinizi düzeltin, amellerinizi ıslâh edin. Allahü teâlâ daha sonra, "Allah'a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter" yani "Allah'dan kork. Eğer bir kimseden ötürü bir vehme, bir korkuya kapılırsan, Allah'a tevekkül et. Çünkü koruyucu ve müdafaa edici olarak O yeter. O, fayda verendir. O olunca, sana hiçbirşey zarar vermez. Ama O zarar verirse, O'na karşı sana hiçbirşey fayda vermez" buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmadı" buyurmuştur. Bazı müfessirler. bu ayetin, "Benim iki kalbim vardır. Bunlardan sadece biriyle bile, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in anladıklarından daha çok anlar ve bilirim" diyen, Ebu Ma'mer hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Allahü teâlâ bu ifadesiyle, onun bu sözünü reddetmiştir. Zemahşerî "Allahü teâlâ "Kendilerine zıhar yaptığınız kanlarınızı, o (Allah), sizin analarınız saymadığı gibi..." buyurmuştur ki bu, "O, bir adama iki ana, bir oğula iki baba kılmadığı gibi, bir adam (insan) için iki kalb de kılmamıştır" demektir" şeklinde bir izah yapmıştır. Bu izah zayıftır. Doğrusu, şöyle demektir: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Peygamber Allah'tan ittikâ et" ayetiyle, ittikâyı emredince, bu onun için, üzerinde dahası bulunmayan bir takvayı emir olur. Binâenaleyh kim böylesine ittikâ eder ve korkarsa, onun kalbine başka birşey giremez. Baksana, alabildiğine korkan kimse, o korku esnasında bütün işlerini unutur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, "Ey Peygamber, Allah'tan, korkulması gerektiği gibi kork" demiş olur. Bu şekilde korkmanın hakkı ise, kalbinde, Allah'tan başkasının korku ve endişesinin yer almamasıdır. Çünkü kişinin iki kalbi yoktur ki, bunlardan birisiyle Allah'tan, diğeriyle başkalarından korkabilsin. Eğer bir kimse Allah'tan başkasından korkuyorsa, bu iş ancak, o kimsenin kalbini, Allah'tan başka yöne çevirmesiyle olur ki bu da, Allah'tan gerçek manada korktuğunu iddia eden müttakînin haline uygun düşmez. Daha sonra Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, hiç kimseden korkmaması -çekinmemesi, Zeyd'in hanımı Zeyneb'in kıssasındaki duyduğu endişe gibi bir korkuya düşmemesi gerektiğini hatırlatmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İnsanlardan korkuyorsun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha çok layıktır" (Ahzab. 37) yani "Böylesi bir korkunun senin kalbinde yer almaması gerekir" buyurmuştur. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu durumu hatırlatınca, ondan kötülükleri defedecek şeyi de zikredip, "Evlatlıklarınızı da oğullarınız gibi kabul etmedi" buyurmuştur. Yani, Allah kişinin evladlığını, öz oğlu saymamıştır. Daha sonra O, bundan önce, bu çirkinliği defetme hususunda daha kuvvetli bir delil getirmişti. Bu da, "Kendilerine zıhar yaptığınız kanlarınızı, o (Allah) sizin analarınız saymadı" ifadesidir. Yani "Sizler, hanımlarınıza, "Sen bana anamın sırtı (zahrı) gibisin" demesi halinde, hanımı, herkesin ittifakıyla kendisinin annesi olmuş olmaz. İslâmiyet döneminde bunun böyle olmaması, bunun vat'ı (kişinin hanımıyla cinsî münasebetini) haram kılmayan bir "zıhar" oluşundan ötürüdür. Câhiliyye döneminde ise, bu bir talâk kabul ediliyor ve kocası onunla yeniden nikahlanıyordu. Binâenaleyh bir kimsenin, kendi hanımına, "Sen benim anam gibisin, yahut anamın sırtı gibisin" demesi halinde, bu o hanımın anne olmaya dönüşmesini gerektirmediği gibi, yine bir kimsenin evlatlığına, "Sen benim oğlumsun" şeklindeki sözü de, onun öz oğlu olmasını gerektirmez. Dolayısıyla da o evlatlığının hanımı, öz oğlunun zevcesi (gelini) haline dönüşmez ve bu sebeple de hiç kimsenin bu hususta hiçbirşey deme hakkı doğmaz. Binâenaleyh senin insanlardan çekinmene gerek yoktur. Nasıl olsun ki? Eğer bu korkulması gereken bir İş olmuş olsaydı, Allah'tan başkasından korkman caiz olmazdı. Yahut da senin iki kalbin yoktur. Kalbin, Allah ittikasıyla dopdolu ve O'nunla meşguldür. Dolayısıyla hiç bir kimseden korkman gerekmez. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, sizin ağzmızdaki lafmızdır" buyurmuştur. Bunda şöyle bir incelik vardır: Nazar-ı dikkate alınan sözler ikiye ayrılır: a) Olmuş bitmiş bir şey hakkındaki sözler. Bunlar olduğu gibi söylenir. b) Söylenen bir söz olup, o sözün söylenildiği gibi olmasıdır. Birincisi, olanı söyleyen sâdıkların sözüdür. Diğeri ise, birşey söylediklerinde, Allah'ın o şeyi, onların söylediği gibi kıldığı sıddîklerin sözüdür. Bu iki söz de kalbten çıkar. Sadece ağızdan söylenen sözler ise, tıpkı eşeğin anırması ve köpeğin havlaması gibidir. Çünkü muteber söz, kendisine güvenilen sözdür. Kalbten çıkmayan ve samimi olmayan sözlere güvenilmez. Allahü teâlâ, insanları kerîm kılıp, onu diğer canlılara üstün kıldığına göre, insanın diğer canlıların huylarını kapmaktan sakınması gerekir. Buna göre bir kimsenin, onun öz oğlu olmadığı halde, "Bu falancanın oğludur" şeklindeki sözü, gerçek bir söz olmaz. Çünkü gerçek söz, kalbten gelen ve kalpte olandır. Bu ise sadece ağızda olan ve ağızla söylenen bir sözdür. Böyle olmasındaki incelik de şudur: Allahü teâlâ burada, "Bu, sizin ağzınızdaki lafınızdır" buyurmuş, bir başka ayetinde ise, "Hristiyanlar, "Mesîh, Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarındaki sözleridir" (Tevbe,30) buyurmuştur. Yani bir şahsı, esas babasının dışında birisine nisbet edip, onun oğlu olduğunu söylemek, hakikati olmayan, kalbten çıkmamış olan ve kalbe girmeyen bir sözdür. O halde bu, tıpkı hayvanların sesleri gibi, sadece ağızla söylenmiş bir sözdür. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Allah hakkı söyler" buyurmuştur. Bu da şöyle ince bir manaya işarettir: İnsanın sözünün, ya akıldan veya şeriattan kaynaklanması gerekir. Binâenaleyh insan, "Falan oğlu filan..." dediği zaman, bunun gerçek olması gerekir. Yahut gerçek olduğunu bilmiyorsa, bunun şer'an onun oğlu sayılması suretiyle, şeriatten kaynaklanan bir söz olması gerekir. Meselâ bir kimse bir kadınla evlense, o kadın altı ayda çocuk doğursa ve daha önce bir başka şahsın hanımı olmuş olsa, bu çocuğun o önceki kocadan olması muhtemeldir. Biz onu, "yatak" bulunduğu için, ikinci kocaya ait sayarız ve onun oğlu olduğunu söyleriz. Halbuki bu evlât oluşta, ne hakikat tahakkuk etmiştir, ne de şeriat bunu gerektirmiştir. Çünkü şeriat hakkı söyler. Bu ise, hakkın aksine bir durumdur. Çünkü onun gerçek babası ortadadır ve herkesçe bilinmektedir. Bu hususta diğer bir izah da şöyledir: O müşrikler, "Bu (Zeyneb), onun oğlunun hanımıdır. Binâenaleyh onunla evlenmesi haramdır" demişlerdir. Allahü teâlâ ise, "Bu senin için helaldir" buyurmuştur. Müşriklerin sözü nazar-ı dikkate alınmaz. Çünkü bu onların ağızlarından çıkan bir söz olup, tıpkı hayvanların sesleri gibidir. Allah'ın sözü ise haktır. Binâenaleyh ona uyulması gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "O, doğru yola iletir" ifadesi, "Allah hakkı söyler" ifadesini te'kid etmekte olup, "Hak ve hâdî olduğu için O'na ittibâ etmek gerekir" demektir. Allahü teâlâ, "Bu sizin ağzınızdaki lafzmızdır. Allah hakkı söyler" buyurmuştur. Bu ifadede şöyle bir incelik vardır: Sadece ağızla söylenen söz, kalbten kaynaklanmayan hayvan seslerine benzer. Kalbten söylenen söz de, bazan hak-doğru, bazan bâtıl olur. Çünkü birşeyi inanarak söyleyenin bu sözü, bazan gerçeğe uygun olur, böylece hak; bazan da uygun olmaz, böylece de bâtıl olur. O halde, sizin sözlerinizden nazar-ı dikkate alınabilecek, kalbten söylediğiniz sözler de, bazan hak, bazan bâtıl olur. Çünkü söylediğiniz söz, o şeyin var olup-olmamasına bağlıdır. Allah'ın sözü ise mutlak olarak haktır. Zira varlık o söze tâbidir. Çünkü Allahü teâlâ, ya olmuş-bitmiş birşeyden bahsetmektedir, yahut da bahsetmiştir ve bahsettiği şey o şekilde olmuştur. O halde Allah'ın sözü, sizin kalblerinizden kaynaklanan sözlerinizden daha hayırlıdır. Ya Allah'ın sözü, sizin ağızlarınızla söylediğiniz sözlere kıyaslanırsa, durum nice olur? Binâenaleyh sizin yalan ve boş sözlerinizi alıp, Allah'ın gerçek sözlerini bırakmak caiz değildir. Bu sebeple kim, "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Zeyneb (radıyallahü anhnhâ) ile evlenmesi güzel olmadı" derse, Allah'ın gerçek sözünü bırakıp, sırf ağızdan çıkan sözlere tutunmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah'ın indirdiğine uymanın, başkasının sözüne itibar etmekten daha hayırlı olduğuna bir işaret olsun diye, "O, doğru yola iletir" buyurmuştur. Daha sonra o hidayetinin ne olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: |
﴾ 4 ﴿