6

"Peygamber, mü'minlere öz nefislerinden daha yakındır. Zevceleri ise (mü'minlerin) analarıdır. Akraba da, Allah'ın kitabında, birbirine diğer mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Fakat bu, dostlarınız için herhangi bir ihsanda bulunmanıza mani değildir. Bu, kitapta yazılıdır".

Bu ayet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, Zeyneb'le evlenmesi hususunun doğruluğunu ifade eden bir açıklama olup, sanki, şöyle bir sorunun cevabıdır: Bu da birisinin 'Farzedelim ki, evlâtlık, senin de söylediğin gibi, öz oğullar gibi olmasın. Ne var ki bir kimse onu, kendi oğlu diye adlandırsa ve oğlu diye adlandırdığı evlatlığının da güzel bir şeyi olsa, onu oğlu diye adlandıran kimsenin kişilik ve mürüvvetine, o güzel şeyi ondan alması uygun düşmez ve bu hareket tarzı örfen tenkid edilir..." şeklinde sormasıdır. İşte Cenâb-ı Hak, bu sorunun cevabı olmak üzere, "Peygamber, mü'minlere öz nefislerinden daha yakındır" buyurmuştur ki bu, şöyle izah edilebilir: İhtiyaçları gidermek, derece derecedir. Meselâ yabancıların ihtiyacını gidermek; neseb cihetinden yakınların, akrabaların ihtiyacını gidermek; usûl ve fürûun ihtiyacını gidermek ve kişinin, kendi ihtiyacını gidermek. Birincisi örfen, ikincisinden aşağıdadır. Şer'an da böyledir. Çünkü "âkile-katilin diyetini veren yakınları ve akrabaları", birbirlerinden dolayı diyeti üstlenirler, fakat o diyeti, yabancı kimseler sebebiyle üstlenip vermezler. İkincisi de üçüncüsünden aşağıdır ki, bu, nafaka vermeyi gerektiren delilden dolayı açık ve zahir olan bir şeydir. Üçüncüsü de dördüncüsünden sonra gelir. Çünkü kişinin nefsinin, başkasına karşı önceliği vardır ki, işte bu hususa da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İşe, önce kendinden başla; sonra da bakımını üstlendiğin kimselerden" Müslim, zekat, 95-97 (2/717) hadisiyle işaret etmiştir. Bunu iyice kavradığına göre, bir insanın yanında iki ayağından birisi, veyahut da, bedeninin iki kısmından birisini örtüp, böylece de ihtiyacını giderecek bir şey bulunması halinde o adam, bunların birinden o örtüyü alsa ve öbürünü örtse, bu durumda hiç kimse, "Ne kötü yaptın!" demesi şöyle dursun, ona, "Niçin böyle yaptın?" dahi diyemez. Meğer ki, meselâ insanın gözünü, eliyle koruması, duyu organlarının merkezi durumunda olan başından da soğuğu savuşturup, ayağını, böylece üşümeye maruz bırakması durumu gibi, -ki yapılması gerekti olan hareket tarzı da aklen budur- iki uzuvdan birisi diğerinden daha kıymetli olsun. Binâenaleyh, işte bu durumda kim bunun aksini yaparsa ona, "Niye böyle yaptın?" dinilir. Bunun böyle olduğu ortada olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, mü'min kimseye, onun kendi nefsinden daha kıymetli olunca, kalksa, o mü'min peygamberin ihtiyacını değil de kendisinin ihtiyacını giderse, bunun durumu tıpkı, saçlarını düzenlemek kastıyla, aşın bir soğukta saclarını yağlayan ve başını açan, fakat bu durumun, saçların kendisinde bittiği o başa eziyet ve zarar verdiğini bilmeyen kimsenin durumu gibidir. Kişinin, ibadetin nasıl yapılacağının ancak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den öğrenileceğini bilmeden, kendisini bütünüyle ibadete vermek için nefsinin ihtiyacını gidermesi de buna benzer. Binâenaleyh, şayet insan, ihtiyacını, ibadet amacı olmaksızın giderse, bu, ihtiyacı giderme olmaz. Çünkü ihtiyacı gidermek, maslahatı elde etmenin üstünde olan bir şeydir. Bu ise, ihtiyacı olması şöyle dursun, kendisinde hiçbir maslahat bulunmayan bir şeydir. Binâenaleyh, bu ihtiyacı giderme işi, ibadet kasdıyla olduğu zaman, bu kimse, ibâdetin nasıl yapılacağı peygamberini bir ihtiyaç içinde bırakmış ve başının durumunu ihmal etmesine mukabil saçlarını düzeltme kabilinden, kendi nefsinin ihtiyacını gidermiş olur. Böylece, çok açık bir hikmetle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir şey istediğinde, ümmetinin o şeye ilişmesi ve sataşmasının ümmete haram olduğu, net bir biçimde ortaya çıkmış olur.

Mü'minlerin Anneleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Zevceleri, (mü'minlerin) analarıdır" buyurmuştur ki, bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Zeyneb ile evlenişinin doğruluğunun, diğer bir biçimde ortaya konuluşudur. Çünkü Allahü teâlâ, peygamberin hanımlarını, ümmetinin bakışlarını peygamberin maksadının kendisine iliştiği şeylerden (hanımlardan) kesmek için, anne hükmünde kabul etmiştir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönlü bir kadına iliştiğinde, o kadın bu ilgi hususunda, diğer hanımları gibi olur ve diğer hanımların bir başkasına haram olması gibi, o da başkasına haram olur.

İmdi eğer birisi, "Cenâb-ı Hak, daha önce çocuğu doğurandan başkasının, hiçbir surette anne olamayacağı hususuna bir işaret olsun diye "Kendilerinden "zıhar" yaptığınız kanlarınızı o, sizin analarınız (yerinde) tutmadı" (Ahzab, 4) buyurmuş ve işte bundan dolayı da, bir başka yerde, "Anaları kendilerini doğuranlardan başkası değildir" (Mücâdele, 2) buyurmuşken, daha nasıl, "Zevceleri, (mü'minlerin) analarıdır" buyurmuştur?" derse, biz deriz ki: Bunun cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın az önceki ayetindeki, "Allah hakkı söyler ve O, (doğru) yolu gösterir" (Ahzab, 4) beyanı olup, bu, "Şeriat, hakikat gibidir. İşte bundan dolayı, hakikati nazar-ı dikkate almak imkânsızlaştığında insan, o zaman şeriata başvurur. Bu meselâ, tek bir çocuğun kendilerine ait olduğunu iddia eden, fakat ikisinin de buna dair delili bulunmayan; ama ne var ki, çocuğun kendisine ait olduğuna dair birisi yemin eden iki kadının durumu gibidir ki, her ne kadar, yemin eden kadının bulûğ yaşından küçük olduğu veya bakire olduğu bir delil ile sabit olsa bile, şeriat bu çocuğu, daha önce yemin etmeyene değil de, yemin edene verir ve onun lehine hükmeder. Böylece, hakikate muttali olunamadığı durumlarda şeriata müracaat edileceği anlaşılmış olur. Bu bir yana, hatta, nadirattan dahi olsa, bazı durumlarda şeriat (bilinse dahi), hakikate gâlib gelir. Çünkü, (şeriat) zina eden kimseyi, o zinadan doğan çocuğun babası kabul etmez. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, bu demektir ki hüküm, kanun koyucuya aittir. O halde bir kimsenin, (annesi olmayan birisine), "Bu, annemdir" demesi, hakikatten kaynaklanmayan ve kendisine de hiçbir hakikatin dayanmadığı, manası anlaşılan bir sözdür. Şâri'in (kanun koyucunun) sözü ise, hak olan sözdür. Bu hususun şâriin, hakikatlerin onun gayesinde hakikat olabildiği ve o hakikatlerde, mutlak manada tasarruf sahibi olması da teyid eder. Baksana anne, ancak Cenâb-ı Hakk'ın o çocuğu onun rahminde yaratması sayesinde anne olabilmiştir. Binâenaleyh şayet o çocuğu, başkasının rahminde yaratmış olsaydı, o zaman anne, o başkası olmuş olurdu. Binâenaleyh, gerçek anneyi anne yapan Allah olunca, O'nun herhangi bir kadına anne deme ve ona, annelik hükmünü verme yetkisi vardır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımlarının, annelerimiz olarak addedilmesi hususunun aklî izahı da şudur: Allahü teâlâ, babanın hanımını, oğuta haram kılmıştır. Çünkü hanım, kişinin kıskançlık göstereceği ve hakkında çekişmeye girişeceği bir mahaldir. Ziraoğulun, babasının nikâhı altında bulunan kadınlarla evlenmesi, sıla-i rahmi ve ana-babaya ait olan hakları keserek sona erdirme sonucuna götürür. Fakat şurası muhakkak ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), babadan daha kıymetli; derece itibariyle daha üstün ve razî ve memnun edilmeye daha layıktır. Çünkü baba, evladını sadece dünya hususunda eğitir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İse, hem dünya hem de ahiret hususlarında eğitir. Binâenaleyh O'nun hanımlarının, tıpkı babalarımızın hanımları gibi olması gerekir.

Buna göre şayet Çirişi, "o halde Cenâb-ı Hak daha niçin, aynı manayı ifâde ettiği halde, "Nebî, babamzdır" veya, "Onun hanımları, babanızın hanımları (gibi)dir" dememiştir?" derse, biz deriz ki, bu sözleri bir hikmetten dolayıdır: Biz, biraz önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ümmetinden herhangi birisinin hanımıyla evlenmek istediğinde, Peygamber onunla evlensin diye, o kimsenin hanımım boşamasının vâcib olduğunu beyân ettik. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak, "Sen onların babasısın" demiş olsaydı, o zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, mü'minlehn hanımları ebediyyen haram olurdu. Bir de Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i mü'minlere, kendi nefislerinden daha üstün kılmıştır. Halbuki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İşe, önce kendinden başla. Sonra da bakımını üstlendiğin kimselerden" ifadesinden dolayı, kişinin kendi nefsi, babadan önce gelir. İşte bundan dolayı, azığa muhtaç olan bir kimsenin, o azığı babasına vermesi vâcib olmadığı halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vermesi vâcibtir. Sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımları için, bir kimsenin babasının hanımlarının hükmü söz konusudur. Ta ki onun evlatları, kızkardeşleri ve anneleri mü'minlere haram olmasın. Her ne kadar bunların hepsi, gerçek ya da süt anneler hakkında haram olsa dahi.

Miras Yakınlığı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, miras hakkına işaret olsun diye, "Akrabalar, Allah'ın kitabında, birbirine diğer mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Fakat bu, dostlarınız için ihsanda bulunmanıza mani değildt. Bu, kitapta yazılıdır" buyurmuştur. Bu son cümle, vasiyyete bir işarettir. Yani, "vasiyyet ederseniz, varis olanların dışındakiler evlâdır. Eğer vasiyyet etmezseniz, sizin bıraktığınız şeylere, mirasınıza, varisler daha evlâ olur" demektir.

İmdi şayet, "Yaptığınız bu izaha binâen, miras ve vasiyyetin, sizin bu söylediğiniz şeyle ne ilgisi vardır?" denilirse, biz deriz ki, burada, ancak Allah'ın kendi nuruyla hidayet ettiği kimseler hariç, gözükmeyen, gizli ve çok kuvvetli olan bir münasebet vardır ki, bu da şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başka hiçbir insana başkasının malını almak mubah olmaz; öldükten sonra da, bu kimsenin malı, sadece varislerine mubah olur. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hayatta iken, isterse, başkasının malı onun olur; Peygamberin kendi malı ise, vefatından sonra varisleri için olmaz. Böylece Cenâb-ı Hak sanki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendi kudretiyle onun mirasını varislere vermemesine mukabil, hayattayken başkasının malına onu mâlik kılmayı hükmetmiş; buna karşılık mü'minlere de, varislerinin, ölümünü müteakip onun malına müracaat etmeleri hükmünü ve karşılığını vermiştir. Böylece de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mü'minlerden herhangi birisinden birşey istediğinde, o şeyin, Peygamberin malı haline dönüşmesi; vefatından sonra da bütün mü'minlere miras olmak üzere, o şahıslara rücû etmemesini anlama hususunda bir ukde ve bir sıkıntı kalmamış olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Akrabada, birbirine daha yakındırlar" buyurmuştur ki, bu, "Sizin, kendi aranızda mirasçı olma hakkınız vardı. Böylece sizden birisinin malı, veraset yoluyla başkasına geçmiş olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile akrabaları arasında, bir veraset söz konusu değildir. Binâenaleyh, buna mukabil, onun, kendisi hayatta iken, sizin elinizde bulunan şeylere daha layık ve daha fazla hak sahibi olması gerekir" demektir.

Bu husustaki ikinci bir izah da şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mü'minlere kendilerinden daha yakın olduğuna dair bir delil zikretmiştir ki, bu da, O'nun, "Akrabalar da, birbirine daha yakın ve evlâdır" şeklindeki ifadesidir. Daha sonra bir kimse, bir dostuna ihsanda bulunmak ister de, ona bir şey vasiyyet ederse, bu durumda da bu kimse, o kimsenin akrabasından daha evlâ olmuş olur. Böylece bu kimse, vasiyyetiyle veraset zincirini adeta kesmiş ve, "Bu, benim malımdır. Bu mal benden ancak, benim istediğim kimselere geçebilir..." demiştir. İşte aynen bunun gibi Allahü teâlâ, dünyada, dostu Peygamber için, onun istediği her şeyi vermiş; daha sonra ondan (peygamberden) geri kalan şeyleri ise, başkaları için kılmıştır.

Cenâb-ı Hak, "Bu kitapta yazılıdır" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Buradaki "kitap"tan maksat Kur'ân olup, yazılan bu şeyler, miras ve vasiyyet ayetidir...

b) Buradaki “kitap” sözüyle, Levh-i Mahfuz kastedilmiştir.

Nebilerin Mîsakı

6 ﴿