38"Peygambere, Allah'ın farz kıldığı herhangi bir şeyi (yapmada) hiçbir vebal olmaz. Daha evvel geçmiş olanlarda da Allah'ın âdeti budur. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir". Daha önce geçenlerin şeriatı da böyle idi. Yani geçmiş peygamberler, pek çok bakire ile ve başkalarının boşandığı kadınlarla evlenmişlerdir. "Allah'ın emri, takdir edilmiş, bir kaderdir" yani, "herşey kaza ve kader iledir. Kader, takdir (ölçüp-biçme, hesaplama) demektir. Geçen iki ayetin sonlarındaki, "mef'ûl" ve "mekdûr" kelimeleri arasında, tıpkı kaza ve kader arasında bulunduğu söylenmiş olan bir fark vardır. O halde kaza, asıl olarak kastedilen, kader ise, ona tabî olan (onun peşisıra gelen) şey demektir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kimse bir şehre gitmeye niyetlense de, o şehre giden yolda bir han veya köyde konaklasa, bu köye gelip girmiş olsa bile bu durumda, "Bu köye niçin geldin?" diyene cevaben, örfen, "Ben buraya gelmedim. Esas gayem, falanca şehre gitmek. Fakat bu köy, yol üzerinde rastladı" demesi doğru olur. Bunu iyice anladığında, bil ki, ne kadar iyi ve güzel şeyler varsa, hepsi kaza; bütün zararlar da kader iledir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, mükellefi, aklı ve dini kendilerine hâkim kılma hususunda gayret göstermesine karşılık en güzel bir şekilde mükâfaatlandırılsın diye, bazı şeylere arzu duyan ve öfkelenen bir varlık olarak yaratmıştır. Binâenaleyh bu yaratılışı, bazan onu zinaya veya katilliğe sevkedebilir. Halbuki, ondaki bu iki özelliği, (şehvet ve öfkeyi), her nekadar Allah'ın kaderiyle olsa bile, ondan katillik ve zina meydana gelsin diye yaratmamıştır. Bunu da iyice kavradığına göre, Hak teâlâ'nın, Önce "Allah'ın emrî yerine getirilir" buyurmasında, sonra da "Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir" buyurmasında şöyle bir incelik var: Allahü teâlâ, "Biz onu sana zevce yaptık" buyurunca, bunun peşisıra, "Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir" demiştir ki, bu "Zeyneb'i sana zevce yapmamız, hükmolunmuş, takdir edilmiş ve yapılması gözetilmiş olan bir kazadır" manasına gelir. Allahü teâlâ, Üryanın hanımı ile imtihan edilmiş olan Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm)'un kıssasına işaret olarak, "Daha evvel geçmiş olanlarda da Allah'ın sünneti budur" buyurunca, burada da "Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir" buyurmuştur ki bu, "Bu, İkinci derece bir durumdur, hükümdür, yani kaderdir" demektir. Eğer birisi, "Bu, ya Mu'tezile'nin dediği gibi, sebepler zinciri, yahut da felsefecilerin, ateşin tabiî olarak yakma özelliğine sahip olduğunu söylemeleri gibi, eşyanın birtakım özellikler üzere oluşunun neticesi olduğu manasına gelir. Çünkü felsefeciler şöyle derler: "Allah eşyayı pişi rece k-olgunlaştıracak birşey yaratmak istedi. Halbuki o, zaten yakıcı vasfına sahipti. Böylece istifade edilsin diye ateşi yarattı. Ama ateşin yaratılmasıyla Zeyd'in veya Amr'in (yani insanların) evinin yanmasına sebep olan, birtakım ârizî durumlar ortaya çıktı?" derse, şöyle cevap verilir: Biz, Allah'ın, fiilleri hususunda hür ve irâde sahibi olmadığını, yahut O'nun iradesi dışında birşeyin meydana gelebileceğini söylemekten Allah'a sığınırız. Fakat ehl-i sünnet: "Allah sünnetini (âdetini) bu şekilde yürütmektedir" demişlerdir. Bu, "O, eti pişirmeye ihtiyaç duyulduğu zaman ateşi, onu pişirecek bir biçimde; âciz bir kimsenin elbisesi üzerine düştüğünde ise onu yakmayacak bir biçimde yaratabilir. Baksana ateş, onca kuvvetine ve çokluğuna rağmen Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i yakmamıştır. Fakat Cenâb-ı Hak, ya sırf iradesi, yahut da gizli bir hikmetinden ötürü ateşi, bu şekilde yaratmıştır. Çünkü O, yaptıklarından mes'ûl değildir. Allah'ın âdetinde, insan aklının idrâk edebileceği şekilde cereyan eden şeylerin kaza ile, kısa akılların "Niçin böyle oldu veya niçin şöyle olmadı?" diyebileceği şekilde meydana gelen şeylerin ise, kader ile olduğunu söyleriz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o geçmiş ümmetlerin durumunu da şu beyanı ile açıklamıştır: |
﴾ 38 ﴿