5

"Saflar bağlayıp duranlara sevk-ü idare ve men-u zecr edenlere, zikri okuyanlara yemin ederim ki, sizin tanrınız hakikaten birdir. O, göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O".

Kıraat Farkları

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Amr ve Hamza tâ'yı. ayetinde tâ'yı, kendisini takib eden harfe İdğâm ederek okumuşlardır ki, ve ayetleri için de aynıdır. Diğer kıraat imamları ise, izhar ile okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle der: "İki harfin yakınlığından dolayı tâ'nın sâd'a idğamı güzeldir. Baksana, her ikisi de dilin ucu ile, ön dişlerin dibinden çıkar ve bunlarda, "hems" (fısıltı) sıfatı da vardır. Kendisine idğâmda bulunulan kelime ıtbak ve safir sıfatlarıyla, idğâm edilenden fazla olur. Binaenaleyh, daha noksan olanın, daha fazla olana idğâmı ise, yerindedir. Halbuki, ses bakımından daha fazla olanın daha az olana idğamı ise caiz değildir. ayetinde, ta'nın zâ'ya idğamı güzeldir. Çünkü tâ, hems sıfatına sahiptir. Zâ ise, cehr sıfatına sahiptir ve burada, sad'da olduğu gibi, fazladan olarak safir vasfı bulunur. Keza ayetinde ve ikisi de dilin ucundan ve ön dişlerin dibinden çıktıkları için, tâ'nın zel'e idğamı da yerindedir. Ama, izhar ile ve idğamsız olarak okuyanlara gelince, bu da mahreç farklılığı dolaylıyladır. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Mesele

Kendisine kasem edilen bu üç şeyin, aynı mevtûfun (nitelenenin) üç sıfatı olması muhtemel olduğu gibi, bunların ayrı ayrı üç şey olması da muhtemeldir. Birinci duruma göre, şu izahlar yapılabilir:

a) Bunlar, meleklere ait sıfatlar olup, ifadenin takdiri, "Melekler, saf saf olarak dururlar" şeklindedir. Bunda iki ihtimal olabilir: Allahü Teâlâ'nın da o meleklerin, "Biziz o saf saf dizilenler biz" (Saffat, 165) dediklerini haber verdiği gibi, ibadetleri edâ etmek için semâda olur. Veya onların, Allah'ın emrinin kendilerine ulaşmasını gözeterek, havada kanatlarını açıp saf saf durdukları da ileri sürülmüştür. Onların, saf olmalarının şu manaya gelmesi de muhtemeldir: Onlardan her birinin, ya şeref ve fazilet bakımından yahut da zât ve yücelik bakımından, belirli mertebe ve dereceleri bulunur. İşte bu sıraya konmuş olan merâtip sürekli olup, değişmektedirler. İşte bu yönüyle bu durum, saf tutmaya benzemiştir.

Sevkeden Melekler

"sevk-ü idare ve men-ü zecr edenlere..." ayetine gelince, Leys şöyle demiştir: Sen, deveyi, yürümesi için dürttüğünde, (......) dersin. Yine, Arapça'da "Falancayı kötülükten men ettim de, o da geri durdu" denilir. Yani, "Onu nehyettim, o da vazgeçti" demektir. Buna göre, "zecr", deve için kullanıldığında teşvik edip dürtmek; insan için kullanıldığında ise, vazgeçirmek, nehyetmek gibi bir mana taşır.

Bunu İyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, meleklerin zecr ile vasfedilmesi hususunda, şu izahlar yapılabilir:

1) İbn Abbas şöyle der: Cenâb-ı Hak, "Onlar onu bir yerden bir yere götürüyorlar" anlamında, bulutları süren (götüren), bu işle görevli olan melekleri kastetmiştir.

2) Bununla, ilham yoluyla insanoğlunun kalblerinde tesirleri olan melekler kastedilmiştir. O halde bu demektir ki, melekler insanları isyanlardan, günahlardan, kötülüklerden men ederler.

3) Belki de melekler yine, şeytanı da, insanoğluna kötülük yapmaktan ve eziyet vermekten men ediyorlardır.

Varlık Nevileri

Ben diyorum ki: Akli ilimlerde şu husus yer almıştır: Varlıklar üç kısma ayrılırlar:

a) Tesir eder, fakat asla müteessir olmaz. Bu, Allah (c.c)'dır ve mevcudatın en şerefi isidir.

b) Etkilenip, fakat etki edemeyen... Bunlar da, maddeler âlemi olup, bu kısım da, varlıkların en alt seviyede olanlarıdır.

c) Bir şeye tesir eden ve bir şeyden de tesir alan varlıklardır. Bunlar da ruhlar alemidir. Çünkü ruhlar, kibriyaullah aleminden etkilenirler. Derken onlar, maddeler aleminde tesir ederler. Bil ki, kibriyaullah âleminden etkilenen ruhlar, bu açıdan, maddeler alemine hükümrân olup, onlarda tasarruf etmeleri itibariyle, başka ve farklıdırlar. O halde Cenâb-ı Hakk'ın ayeti maddeter aleminde müessir olabilmesi açısından, en şerefli olana bir işarettir. Bunun da böyle olduğunu anladığına göre, ayeti meleklerin, huşu ve hudû içinde, ubûdiyyet ve taat makamında beklediklerine bir işaret olup, bu da, o kudsî cevherlerin, çeşitli ilahî nurları ve samediyyetin kemâllerini aldıkları taraf ve cihettir.

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ayeti, melekî cevherlerin, beşerî kudsî ruhları nurlandırmada ki ve bunu kuvveden fiile çıkarma hususundaki tesirine bir işarettir. Bu böyledir, çünkü beşerî ruhların, melekî ruhlara nisbetle durumu, bir damlanın denize, bir mumun güneşe nisbeti gibi olup, beşerî ruhların, melek cevherlerinin tesirleri ile ilahî bilgiler ve ruhanî kemalatlar hususunda kuvveden fiile geçmelerinin sübut bulmasından dolayıdır. Bunun benzeri olan bir ifade de, "O, kendi emriyle kullarından kimi dilerse ona vahy ile melekleri indirir" (Nahl. 2), "Onu Rûhu'l-Emin, senin kalbine indirmiştir" (Şuara, 193) ve "Peygambere vahiy getirenlere" (Mürselat, 5) ayetleridir.

Bunun da böyle olduğunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, bu ayette şöyle bir incelik vardır: Bir şey için, mutlak manada kemâl ve mükemmellik, ancak o şey, tam o tamın üstünde bulunduğu zaman söz konusudur. O şeyin tam olmasıyla, ona layık olan bütün mükemmelliklerin bilfiil onda mevcut olması; o şeyin "tamın üstünde" olması ise, kendisinden çeşitti mükemmellikler ve mutlulukların başkasına akması manası kastedilmiştir. Bir şeyin zâtı açısından kâmil olmasının ise, başkasını kemâle erdirmesinden önce bulunacağı malumdur. Bunun böyle olduğunu da anladığına göre, şimdi biz diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, melek cevherlerinin, ubûdiyyet duraklarında, hizmet ve taat sayfalarında bekledikleri vakit, zâtlarını kemâle ifadesi o kudsî ruhların beşeri ruhların cevherinde bulunmaması gereken şeyleri giderme hususundaki tesirlerinin keyfiyetine ve ifâdesi de o kudsî rûhların, Cenab-ı Hakk'ın kudsiyyetinin tecellilerini ve ilahî nurlarını, beşerî ruhlara fezeyân ettirip akıtmadaki tesirlerinin keyfiyyetine bir işarettir. Binâenaleyh bunlar, bu lafızlarla tıpatıp uyan aklî münasebetler ve hakikî değerlendirmelerdir.

Melekler Yorumuna İtiraz

Ebu Müslim el-İsfehânî "Bu lafızları meleklerle ilgili kılmak, caiz değildir. Çünkü bu lafızlar, müennesliği (dişiliği) ihsas ettirmektedirler. Halbuki melekler böylesi sefatlardan uzaktırlar" demektedir. Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:

a) (......) kelimesi, çoğulun çoğuludur. Çünkü Arapça'da "Saf olmuş topluluk" denilir. Daha sonra bu kelime, (çoğulun çoğulu olarak) (......) şeklinde çoğul yapılır.

b) Onlar, manevî müenneslikten berî ve uzaktırlar. Lafız bakımından müenneslikten ise, berî değillerdir. Kendisinde, te'nîs alâmeti varken, üstelik onlara melâike ismi verilirken, daha nasıl böyle olmasın?

c) Bu sıfatların, yeryüzünün melekleri olan, Allah'a kulluğa yönelmiş kudsî, tertemiz, beşerî ruhlara hamledilmesidir. Bunu şu iki yönden izah edebiliriz:

1) (......) ayeti ile, cemaatla namaz edâ edilirken gerçekleşen saf durmalar murad edilmiştir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi "Eûzü billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm" (istiâze) cümlesinin okunmasına bir işarettir. Çünkü, böylece onlar sanki şeytanı, namaz esnasında kalblerine vesvese vermekten men etmiş gibi olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın ayeti de, namazda Kur'ân okunmasına bir işarettir. Yine, ifadesinin, Kur'ân okurken, sesin yükseltilmesine bir işaret olduğu, sesini yükseltmesi sebebiyle bu kimsenin, şeytanı kovduğu da ifade edilmiştir.

Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin ashabının evlerini dolaştı da, Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh)'i alçak sesle; Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'i de yüksek sesle Kur'ân okurken duydu. Derken, Ebû Bekr (radıyallahü anh)'e, "Niçin, böyle okudun?" diye sorduğunda, Ebû Bekr (radıyallahü anh), "Mabûd (Allah) semidir, alîmdir" dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e de, "Niçin bu şekilde okuyorsun?" diye sorduğunda, o da, "Uyuyanları uyandırmam ve şeytanı kovmam için!" cevabını verdi.

"Alimler" Olarak Tefsiri

Bu ayetlerdeki bu üç lafzın tefsiri hususunda bir diğer izah şekli de şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, ayeti ile, Allah'ın dinine davet eden, hakikata ermiş ulemâdan meydana gelen saflar kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinden, böylesi ulemâ topluluğun, şüpheli ve şehevî şeylerden men etmekle meşgul olmaları kastedilmiştir. ifadesinden de, bu ulemâ topluluğunun, Allah'ın dinine davet ve Allah'ın kanunlarına göre amel etmeye teşvik ile meşgul olmaları kastedilmiştir.

"Mücahidler" Olarak Tefsiri

Bu lafızların tefsiri hususunda yapılabilecek bir üçüncü izah da bizim bu ifadeleri, Allah yolunda cihad eden gazilerin hallerine hamletmemizdir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinden, savaşmak için tutulan saflar kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak "Şüphesiz ki Allah, kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi, saf bağlayarak çarpışanları sever"(Saf,4) buyurmuştur. (......) ayetine gelince, biz deriz ki: "Zecr" ile "sayha" birdir, aynı işi görürler, ki bundan murad da, atları sevketmek için, çıkarılan naralardır. Ayetteki (......) ifadesi ile de, gazilerin düşmanla savaşa başladıklarında okudukları Kur'ânlar, yaptıkları zikirler, tehlil ve takdîsler kastedilmiştir.

Kur'ân Ayetleri Yorumu

Bu ayetlerle ilgili olarak bir dördüncü izah da, bizim, bu ifadeleri Kur'an'ın ayetlerinin vasıfları kabul etmemizdir. Binâenaleyh, ayetinden, Kur'ân'ın ayetleri kastedilmiştir. Çünkü Kur'ân'ın ayetleri çeşit çeşit ve farklı farklıdır. Bazıları, "tevhîd"in; bazıları Allah'ın "ilim, kudret ve hikmetinin"; bazıları, "nübüvvetin"; bazıları "meâd ve haşrin", "Kıyametin" delilleri; bazıları mükellefiyetin ve ilahî hükümlerin beyanı; bazıları da, üstün ahlâkın talimi ve öğretimi hakkındadır. Bu ayetler, değişmeyen, tebeddül etmeyen bir tertip ile tertip olunmuşlardır. Binâenaleyh bu ayetler, belirli saflarda duran şahıslara benzemektedirler. O halde, ifadesinden, kötü fiillerden men eden ayetler;' ifadesinden ise, iyi ve güzel amellere yönelmenin farz olduğuna delâlet eden ayetler kastedilmiştir. Ayetlerin, "okuyucu" olmakla nitelenmeleri, (şair olan şiir) ve "söyleyen söz" düsturuna göredir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Gerçekten bu Kur'ân öyle bir şeye doğrultup götürür (İsra, 9) buyurmuştur. Keza "Yâsîn. O hikmet dolu Kur'ân'a yemin ederim ki" (Yasin, 1-2) buyurmuştur. Buradaki el-hakîm'in, hâkim "hükmeden" manasında olduğu da ileri sürülmüştür.

Bütün bu muhtemel izahlar, bu cümlelerin tek bir şeyin sıfatları olması durumuna göredir. İkinci ihtimale, yani, bu üç şeyle farklı farklı şeylerin kastedilmesi haline gelince, Cenâb-ı Hakk'ın ayetiyle, "Saf saf olmuş olan kuşlara... "(Nûr, 41) ayetinden hareketle, kuşların kastedildiği; (......) kelimesiyle Allah'a isyan etmekten men eden her şeyin ve (......) kelimesiyle de, Allah'ın kitabından okunan her şeyin kastedildiği ileri sürülmüştür.

Başka İzah

Ben derim ki: Bu hususta yapılabilecek diğer bir izah da şudur: Allah'ın yarattığı şeyler, ya cismanîdir, ya ruhanîdir. Cismânî olanlar, değişmeyen birtakım derece ve tabakalara göre sıralanmışlardır. O halde yeryüzü, âlemin ortasında olup, su küresiyie; su da hava ile; hava da ateş ile; bu dördü de maddî âlemlerin son sınırına kadar felek küreleriyle kuşatılmışlardır. Binâenaleyh bütün bu maddeler, adetâ Allah'ın celal eşiği üzerinde saf tutup durmuşlardır. Ruhanî cevherlere gelince, bunlar derecelerinin farklı, sıfatlarının başka olmasına rağmen şu iki sıfat bakımından müşterek (aynı)tirler:

a) Hareket ettirmek ve evirip çevirmek suretiyle, madde âlemine tesir etme sıfatı... Hak teâlâ buna, ayetiyte işaret etmiştir. Çünkü bundan muradr "sürmek ve hareket ettirmek" manaları olduğunu söylemiştik.

b) Anlamak, bilmek ve marifetullah'a gark olup, Allah'ı medh-u sena etme sıfatı. Cenâb-ı Hak, buna da ayetiyle işaret buyurmuştur. Madde, makarr bakımından, ruhanî varlıklardan daha aşağı olduğu için, maddede tasarruf edebilme sıfatı, Allah'ı tesbîhata yönelmiş, celâlullah'ın marifetine garkolmuş ruhlardan derece bakımından aşağı olunca, ki Hak teâlâ, "O'nun yanında olanlar O'na ibadetten kibirlenerek geri durmazlar" (Enbiyâ, 19) buyurmuştur, bu durumda hiç şüphesiz işe önce maddeleri zikretmekle başlayıp, buyurdu; ikinci olarak, alemdek maddeleri idare eden ruhları, üçüncü olarak, en Üstün dereceyi işgal eden şeyle-yani tamamen Allah'ın celalinin marifetine yönelmiş, O'na medh-u senaya dalmış mukaddes ruhtan zikretti. Bunlar, gönlüme doğan birtakım ihtimallerdir. Kur'ân-Kerîm'in sırlarını ancak Allah bilir.

Allah'ın Yemini

Alimler bu konuda şu iki görüşü belirtmişlerdir:

a) "Burada kendisine yemin edilenler, bu şeylerin bizzat kendileri değil, bunların yaratıcısıdır." Bu görüşte olanlar delillerini şöyle sıralamışlardır:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'dan başkası adına yemin etmekten nehyetmişti. Öyle ise, Allah'ın hikmetine, zatından başkasına yemin etmesi nasıl uygun düşer"

2) Bu gibi şeyler hususunda, bir şeye yemin etmek, yemin edilen varlık için, büyük bir saygıyı ifade eder. Böyle bir saygı ise, ancak Allah'a uygun düşer.

3) Bahsettiğimiz bu husus, Hak teâlâ'nın, bazı sûrelerde açıkça belirttiği ifadeler ile de pekişir: Meselâ, "Semâ'ya ve onu yapana, yere ve onu yayıp döşeyene her bir nefse ve onu düzenleyene yemin olsun ki..." (şems, 5-7) ayetinde olduğu, gibi...

Yemin Konusu Varlıklar

b) "Bu yemin, bizzat bu şeylere yapılmıştır" diyenlerin görüşü... Bu görüşte olanlar, şu delilleri getirmişlerdir:

1) Yemin, bu lafızların zahirine göre, bizzat bunlara yapılmıştır. Binâenaleyh ayetin zahirini bırakıp, başka manaya gitmek, delilin hilafına bir hareket olur.

2) Allahü teâlâ, "Semaya ve onu yapana yemin olsun ki" deyip, kasem vâvır "semâ" kelimesinin başına getirmiş, "Onu yapma" ifadesini o kaseme atfetmiştir Binâenaleyh "semâ"ya yapılan yeminden, eğer, "onu yapana yemin" manas kastedilmiş olsaydı, aynı yerde bir tekrar yapılmış olurdu. Bu ise caiz değildir.

3) Allah'ın bu şeylere yemin edişindeki hikmetin, bu şeylerin zatlarının şerefli hakikatlerinin mükemmel olduğuna bir dikkat çekme olması da uzak bir ihtimal değildir. Hele de biz bunları melekler anlamına alırsak... Çünkü bu durumda, bunların adına yemin etmedeki hikmet, onların derecelerinin yüksekliğine ve mertebelerinin yüceliğine dikkat çekme olur. Allah en iyi bilendir.

Yeminin Akif İzahı

İmdi eğer denirse ki: "Burada yemin etmek uygun düşmez. Bunun sebepleri şunlardır:

1) Yeminden maksad, bu tür neticeyi ya mü'minin, ya kâfirin nezdinde isbat etmektir. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü yemin edilse de edilmese de, zaten mü'min bunu kabul etmiştir. Binâenaleyh her halükârda böylesi bir yemin gereksizdir.

2) Allahü teâlâ, bu sûrenin basında, ilahın (gerçek tanrının) tek olduğuna dair yemin etmiş; Zâriyât Sûresi'nin başında da, Kıyametin hak olduğuna yemin ederek, "Tozutup savuranlara yemin olsun ki, şüphesiz ki size vaadolunan (şeylerin hepsi) elbette doğrudur" (zariyat. 1-5) buyurmuştur. Bu önemli hususun, dehriyye ve benzerleri gibi muhaliflere yemin ile isbatı, akıllılara uygun düşmez?" Evet, böyle denilirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:

1) Allahü teâlâ, başka sûrelerde, yakınî delillerle tevhidi, dirilişin ve Kıyametin doğru olduğunu anlatmıştır. Bu deliller daha önce geçince, bunları, yeniden anlatma tuhaf birşey değildir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, daha önce geçenleri te'kid için yemin etmiştir. Bilhassa Kur'an, Arapça olarak nazil olunca, esasları yeminle te'kid ve isbat etmek, Araplarca alışılmış bir usûl olduğu için (Kur'ân'da da bunlar yer almıştır).

2) Allahü teâlâ, "Gerçekten sizin tanrınız hakikaten birdir" hükmünün doğruluğunu göstermek için, bu şeylere yemin edince, bunun peşinden, ilahın tek olduğu konusunda, yakinî bir delil gibi olan şu hususa işaret etmiştir: "(O), göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O." Bu böyledir, çünkü Hak teâlâ, "Eğer o göklerde ve yerde, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, oraların düzenleri bozulurdu "(Enbiya, 22) ayetinde, göklerin ve yerin bir nizam içinde oluşunun, ilahın bir tek olduğuna delâlet ettiğini anlatmıştır. Bu sûrede ise, "Sizin tanrınız hakikaten birdir" buyurunca, bunun peşinden, "O göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir" buyurarak, âdeta "Biz, bu alemin intizamına bakıldığında, bunun ilahın tek oluşuna delil olduğunu beyan etmiştik, ûteyse sizce, benim bir olduğumun anlaşılması için, bu delili iyice düşünün" demek istemiştir.

3) Bu sözün maksadı, putperestlerin, putların ilah olduklarını iddia edişlerini reddir. Buna göre sanki, "Bu iddia, düşüklük ve zayıflık bakımından, iptal hususunda, böyle bir delilin bile yeterli olduğu bir derecededir" denilmektedir. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Göklerin ve yerin hallerinin, kadir, alîm ve hakîm bir ilahın varlığına, O'nun tek olduğuna ve ortaksız olduğuna dâir delâletinin izahı... Bu tefsir defalarca ve çeşitli vesilelerle yapılmıştı.

Meşarik

Ayetteki, "Doğuların da Rabbidir O" ifadesi ile, güneşin doğuları (yani ufukta doğduğu noktalar) kastedilmiştir. Süddî şöyle der: "Meşârık" (doğular), üçyüz altmış tanedir. Meğarib (batılar, yani batış noktaları) da böyledir. Çünkü güneş, her gün doğudan doğar, batıdan batarlar." Ayetteki meşârık ile, yıldızların doğma yerleri de kastedilmiş olabilir. Çünkü her bir yıldızın, doğduğu ve battığı yerler vardır. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak niçin burada sadece "Meşârık'tan bahsetmiş?" denilirse, biz deriz ki: Bunun, şöyle iki sebebi olabilir:

a) Allahü teâlâ'nın, tıpkı "Sizi sıcaktan koruyacak (elbiseler)" (Nahl, 81) ayetinde (sıcağı zikredip, bununla soğuğu da kastetmesi) gibidir.

b) Şark (doğu), batıdan daha kıymetli, daha faydalıdır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kullarına olan lütfunun çokluğuna dikkat çekmek için, güneşin doğuşundan bahsetmiştir. İşte bu incelikten ötürü, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de, güneşin doğuşunu delil getirip, Nemrud a, "Allah, güneşi doğudan getirir" (Bakara. 258) demiştir.

Beşinci Mesele

Ehl-i sünnet âlimleri, ayetteki "(O) göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir" ifadesini,

Allah'ın, insanların amellerini de yarattığına delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü kulların amelleri de, gök ile yer arasında bulunan şeyler cümlesindendir. Bu ayet ise, gökler ve yerde meydana gelen herşeyin Rabbinin ve sahibinin, Allahü teâlâ olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu, kulun fiillerinin de, Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğine delâlet eder." Eğer karşı taraf (yani Mu'tezile), "Arazların (sıfatların), gökler ve yer arasında yer alan şeyler cümlesinden kabul edilmesi doğru değildir. Çünkü bu, ancak bir yerde ve bir mekânda bulunanlar için söz konusudur. Arazlar ise, böyle değildir" derlerse, biz deriz ki: Arazlar, gök ile yer arasında bulunan maddelerin sıfatları olarak bulununca, bunlarda gök ve yerde imiş gibi olurlar."

Korunan Gök

5 ﴿