10"Hakikaten biz, en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik ve onu her isyankâr şeytandan koruduk. Artık onlar, Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinleyemezler. Her taraftan koğularak atılırlar. Onlar için peşpeşe gelen bir azab vardır. Ancak bir çalıp çarpan olması müstesna. Fakat onu da delip geçen bir şihab takib eder" Birinci Mesele Farklı Kıraat Hamza ve Asım'ın râvisi Hafs, zînet kelimesini tenvinli, kevâkib'i de mecrur olarak okumuşlardır. ... zamanda Mesruk b. el-Ecda'ın kıraatidir. Ferrâ şöyle der: "Tıpkı (Alak, 16) ayetinde Cenâb-ı Hakk'ın, nekireyi marifeden bedel yapması gibi, bu da, marifenin nekireden bedel olması kabilindendir." Zeccâc, "Kevâkib kelimesi, "zinet'ten bedeldir. Çünkü bu tıpkı, "Ebû Abdullah'a, yani Zeyd'e uğradım" demen gibidir" der. Âsim, "zinet" kelimesini tenvin ile, "kevâkib'i ise nasbla okumuştur. Ferra, "Bu kıraata göre Cenâb-ı Hak, "Biz, yıldızları süsledik" manasını kastetmiştir" derken; Zeccâc, nasb ile okunması halinde de, "kevâkib'in yine "zinet"ten bedel olabileceğini söyleyerek, "Çünkü "zinet" kelimesi de mahallen mansubtur" der. Diğer kıraat imamları ise, izafet ile; "kevahib"i mecrur kılıp, (......) şeklinde okumuşlardır. İkinci Mesele Semânın Süslenmesi Hak teâlâ, en yakın semâyı süslediğini ve bunu da şu iki hikmetten ötürü böyle yaptığını anlatmıştır: a) Bir süs meydana getirmek için, b) Mel'un şeytanlardan korumak için. öyleyse bizim, ayetteki üç neticeyi iyice incelememiz gerekir. Bunlardan birincisi, en yakın semânın bu yıldızlarla süslenmesidir. Birisi şöyle diyebilir: "Astronomide bu sabit yıldızların sekizinci kürede, altı gezegenin de, en yakın semâyı kuşatan altı kürede yer aldığı söylenmiştir. Dolayısıyle, "Biz, en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik" ifadesi nasıl doğru olabilir? Cevap: Yeryüzünde olan İnsanlar göğe baktıklarında, göğün bu yıldızlarla süslendiğini görürler. Biz, Astronomide felsefecilerin, bu yıldızların sekizinci felekte yer aldıklarına dair açıklamanın tam bir delili olmadığını beyan etmiştik. Bunu, Mülk Sûresi'ndeki, "Andolsun ki biz, en yakın semâyı birtakım lambalarla süsledik" (Mülk, 5) ayetinin tefsirinde açıkladık. Bunlardan ikincisine yani, yıldızların en yakın semânın zineti olması meselesine gelince, bu hususta iki bahis vardır: Birinci Bahis: "Zinet", hokkaya konan yün ve pamuk manasındaki "lîkâ" kelimesi gibi, ya bizzat süsün adıdır, yahut da, "nisbet" kelimesi gibi, "süslemek" manasına masdardır. Keşşaf sahibi şöyle der: Ayetteki (......) ifâdesi hakkında şu iki ihtimal söz konusudur: 1) Eğer sen, masdar manasına alırsan, "zinet" failine muzaf olmuş olur ve "Göğü yıldızlar süsledi" manasına gelir. Yok eğer bunu mef'ûlüne muzaf kabul edersen, "Allah, yıldızları süsledi ve onları güze Deştirdi" manasına gelir. Çünkü bu durumda, göğün süsü, aslında yıldızların süslü hale getirilmesiyle olmuş olur. Eğer bu kelimenin isim olduğunu söylersen, o zaman bu izafetin şu iki izahı yapılır: a) "Kevâkib" kelimesinin, "zinet" kelimesinin beyaniyesi olması... Çünkü zinet (süs), yıldızlarla da, başka şeylerle de elde edilebilir. b) Bununla, yıldızların süslenildiği (zinetlendiği) şey kastedilmiştir. İkinci Bahis: Yıldızların, gökyüzünün nasıl süsü olduklarını açıklamak için şu izahlar yapılmıştır: 1) Aydınlık ve ışık, en güzel ve en mükemmel sıfatlardandır. Binâenaleyh eğer feleğin yüzeyinde, bu aydınlatıcı yıldızlar yer alacak olursa, onların orada yer alması sebebiyle, şüphesiz o feleğin kütlesinde bir ışık olacaktır. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh) ayetin bu ifadesine, "Yıldızların ışığı ile zinetlendirdik" manasını vermiştir. 2) Bununla, Cevza, Benatü Na'ş (Büyük Ayı, Küçük Ayı takım yıldızları), Süreyya gibi, şekilleri birbirine benzer farklı şeyler kastedilmiş olabilir. 3) Bu ifadeyle, yıldızların doğup batışlarının nasıl olduğu manası kastedilmiştir 4) İnsan, karanlık bir gecede, feleğin yüzeyine bakıp, bu mücevher ve çiçek gio şeyleri, bu masmavi yüzey üzerinde parlayan inciler gibi gördüğünde, şüphe yok ki bu manzara, herşeyin en güzeli, terkib ve cevher (öz) bakımından en mükemmefe olmuş olur. Bütün bunlar, yıldızların bir zinet olduklarını gösterir. Semânın Şeytanlardan Korunması Bu ayetteki, "Onu her isyankâr şeytandan koruduk" ' ifadesi hakkında iki bahis vardır: Birinci Bahis: Önce meseleyi dil açısından ele alalım. Ayetteki hıfzan "koruma" kelimesi "onu koruduk" manasındadır. Müberrâ şöyle der: "Önce bir fiil getirip, sonra onun üzerine, başka bir fiilin masdarını atfettiğinde, masdarı mansub okursun. Çünkü böyle okuyuş, bu masdarın fiilinin mahzûf olduğuna delâlet eder. Meselâ (......) dersin ve sen böyle dediğinde, isimlerin fiiller üzerine affedilmeyeceği anlaşılır. Bu sebeple de, kelamın takdiri "Şöyle yapacağım ve sana bir ikramda bulunacağım şeklinde olur." İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: Allahü teâlâ, kendisine karşı isyankar davrananları kastederek, "Göğü yıldızlarla, her türlü isyankâr şeytandan koruduk" buyurmuştur. Marid kelimesinin bu manada olmasının imkansız olduğu, bu kelimenin, "pürüzsüz" manasına geldiği, (pürüzsüz bir köşk) (Neml.44) ayetinin de bu manada olduğu, "emred" (tüysüz) kelimesinin de bu kökten geldiği söylenmiştir "atirid" kelimesinin de bu kökten geldiği söylenmiştir. "Mârid" kelimesinin manasım, (Tevbe, 101) ayetinin tefsirinde izah etmiştik. Gaybı Hırsızlayan Şeytanlar İkinci Bahis: Bu, ayetle ilgili aklî meseleleri ihtiva etmektedir: Bu konudaki detay, Mülk, 5 ayetinde zikredilmiştir. Müfessirler şöyle derler: "Şeytanlar, göğün yakınına kadar yükselirler ve nadiren meleklerin konuşmalarını duyup dinlerler. Bu sayede bazı gaybî şeyleri, istikballe ilgili isteri öğrenirler ve bu bilgileri, dostlarına (kâfirlere-kâhinlere) haber verirler. Böylece insanlara, kendilerinin gaybı tamamen bildikleri zannını uyandırırlar. Allahü teâlâ onların, şihabları vasıtasıyla göğün yakınlarına yaklaşmalarına mâni olmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, onlara şihabları atarak onları yakar ve yaralar." Burada, konuyla ilgili birkaç soru var: Şihablar Birinci Soru: Bu şihablar, Allahü teâlâ'nın, sayelerinde göğü süslediği yıldızlar cümlesinden midir, yoksa değil midir? Yıldızlardan olamazlar, çünkü bunlar yok olur, sona erer, kaybolup gider. Binâenaleyh eğer bu şihablar, gerçekten yıldızlar olsalardı, o zaman, göğün yıldızlarının sayısının çokça noksanlaşması gerekirdi. Böyle bir şeyin kesinlikle olmadığı malumdur. Çünkü gökteki yıldızların sayısı, değişmeden aynı halde kalmaktadır. Hem bu şihabları, şeytanlar için birer mermi kılmak, göğün süsünde bir eksiltmeyi meydana getirecek şeylerdendir. Şu halde bu iki gayeyi birleştirmek, iki zıd şeyi birleştirmek gibidir. İkinci ihtimali, yani bu şihabların, felekteki yıldızlardan başka bir cins varlık olduklarını söylemek de zordur. Çünkü Hak teâlâ, Mülk Sûresi'nde, "Andolsun ki en yakın göğü lambalarla (kandillerle) süsledik ve onları şeytanlar için birer ateş taneleri (birer mermi) kıldık"(Mülk, 5) buyurmuştur. Buradaki "onları" zamiri, kandil olan o yıldızlara râcîdir. Binâenaleyh kandillerin, bizzat kendilerinin birer mermi olması gerekir. Buna şöyle cevap verilir: Bu şihablar, necm-i sâkıb (ışık saçan) olan, geriye kalan yıldızlardan farklıdır, göğün boşluğunda meydana gelen, yer alan her aydınlatıcı şey, yeryüzündekiler için birer kandildir. Fakat o kandillerden kimileri, uzun süre bozulmaktan ve değişmekten uzak ve bert olarak kalırlar. Kimileri ise böyle olmazlar. Böyle olmayanlar, Cenâb-ı Hakk'ın şeytanlar için birer "recîm" (mermi, taşlama vasıtası) kıldığı bu şihablardır. Durumun böyle olması halinde, bu problem ortadan kalkmış olur. Allah en iyi bilendir. Helake Atılmasının Sebebi İkinci Soru: Şeytanlar, şihabların kendilerini yakabileceğini ve maksadlarına kesinlikle ulaşamayacaklarını bildikleri halde, şeytanların oraya gitmeleri nasıl mümkün görülebilir? Böyle bir işin, akıllı bir varlıktan sâdır olması mümkün müdür? En ince hile ve çareleri bilme yetenekleri olan şeytanlardan böyle bir iş nasıl sadır olur? Cevap: Gökte, bu durumun tahakkuk edeceği belli bir yer yoktur. Eğer böyle belli yerler olsaydı, onlar oraya yaklaşmazlardı. Onlar, meleklerin bulunduğu yerlere yaklaşmaktan menolunmuşlardır. Meleklerin yerleri ise farklı farklıdır. Bazan onlar, kendilerine şihabların isabet edeceği yerlerde bulunuyorlardı. Bazan da başka yerlerde oluyor ve meleklere rastlamadıkları için, kendilerine şihab isabet etmiyordu. Binâenaleyh onlar, göğe çıktıklarında, bazan helak olup, bazan kurtuldukları için, denize girenin kurtulacağını zann-ı galible düşündüğü yere kadar yüzmesi gibi, bu şeytanlar da, zann-ı galibleri ile, kendilerine şıhabların isabet etmeyeceği yerlere kadar gitmiş olmaları mümkündür. Bu, Ebû Ali el-Cübbaî'nin bu soruya tefsirinde verdiği cevaptır. Birisi şöyle diyebilir: "Onlar göğe yükseldiklerinde, ya meleklerin yerlerine kadar veya başka yerlere kadar çıkarlar. Eğer meleklerin bulundukları yerlere kadar ulaşırlarsa, yanıp kül olurlar. Yok eğer meleklerin bulunmadığı yerlere çıkıyorlarsa, maksadlarına asla ulaşamazlar. Her iki halde de maksadları hasıl olmaz. Binâenaleyh böyle bir tecrübe bulunup, maksadlarını elde etmelerinin imkânsız olduğu onlarca, istikrâen (iyice tecrübe ve araştırma ile) sabit olunca, onların böylesi bir işten kaçınmaları ve asla buna yönelmemeleri gerekir. Ama denizde yüzen kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü denizde yüzenler hakkında genel durum, salim olmak ve maksada ulaşmaktır. Fakat burada, yanmaktan kurtulan şeytan, meleklerin bulunduğu noktalara çıkmadığı için kurtulmuştur. Meleklerin bulunduğu yerlere varmayınca da maksadlarını elde etmemiş olurlar. Binâenaleyh böylesi bir işe bir daha başvurmamaları gerekir." Buna, doğruya en yakın olarak verilecek cevap şudur: Böyle bir hâdise, nadiren olur. Belki de bu iş, şeytanlar arasında nadiren meydana geldiği için, meşhur olmamıştır. Allah en iyi bilendir. Şihabların Bi'setten Önce Varlığı Üçüncü Soru: Bazıları şöyle derler: "Mütevatir tarihler, şihabların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce de var olduklarına delalet etmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelmesinden, uzun süre önce yaşamış hakîm zatlar bundan bahsetmiş ve bu şihablar hakkında konuşmuşlardır. Bu hâdisenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişinden önce de mevcudiyeti sabit olduğuna göre, bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişini gösteren bir hâdise saymak imkânsızdır." Kâdî buna şöyle cevap vermiştir: Doğruya en yakın olan, "Bu durum, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce de vardı. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında çoğaldı. Bu çoğalması, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir mucize oldu" denilmesidir. Ateş Ateşi Yakar mı? Dördüncü Soru: Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, İblis'in, "Sen, beni ateşten yarattın "(Araf. 12) dediğini bildirmiş ve "Cânnı da biz daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık" (Hicr, 27) buyurmuştur. Bundan ötürü o, göklere çıkabilir. Durum böyle olunca da, daha nasıl ateşin ateşle yakılacağı düşünülebilir. Cevap: Şeytanın, ateşten yaratılmış olmasına rağmen, ateşinin zayıf olması dolayısıyla da şihabların ateşi onlara yetişip, onlardan daha kuvvetli olduğu için, daha kuvvetli olanın zayıfı bertaraf etmesi muhtemeldir. Baksana zayıf ışıklı bir kandil güçlü bir ateşin içine düştüğünde söner, fşte buradaki durum da böyledir. Göğü Dinlemenin Keyfiyeti Beşinci Soru: Meleklerin yeri, feleğin en üst yüzeyidir. Şeytanlar ise, ancak feleğin en alt yüzeyine ulaşabilirler. Böylece feleğin kütlesi, şeytanların meleklere yaklaşmalarına manî olur. Belki de bu felek çok büyüktür. Bu büyük engelin bulunmasına rağmen, şeytanların melekleri duyup dinleyebil meleri nasıl düşünülebilir. Eğer siz, "Allahü teâlâ, şeytanların duyu organlarını güçlü yaratmıştır. Bundan dolayı onlar meleklerin sözlerini duyabilirler" derseniz, deriz ki: "Böyle olması halinde, Allahü teâlâ, şeytanların duyularını, meleklerin sözlerini duyabilecekleri kadar güçlü yaratmışsa, onları melekleri dinlemekten engellememesi gerekir. Eğer Cenâb-ı Hak, bundan engellememeyi murad etmiş ise, onlara şihablar atmasında ne mana vardır?" Buna şöyle cevap verilir: Bizim inancımıza göre, Allah'ın fiilleri bir sebebe bağlanamaz: Allah istediğini yapar, dilediğini hükmeder. Hiç kimsenin, Allah'ın hiçbir fiiline itiraz etme ve sebep sorma hakkı ve selahiyeti yoktur. Bu konuyla ilgili olarak söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Burada yazdıklarımız, Mülk Sûresi'nde ve bu konudaki diğer ayetlerin tefsirinde yazdıklarımıza eklendiğinde, hepsi yeterli dereceye ulaşmış olur. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinleyemezler" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Hafs, sîn'in ve mîm'in şeddesiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. Bunun aslı (......)dir. Her ikisi de "hems" sıfatına sahip oldukları için de, te harfi sîn'e idğam edilmiştir. "Tesemmû' ", duymayı-dinlemeyi istemek demektir. Nitekim Arapça'da, ister duyabilsin, ister duyamasın, kulak kabartan hakkında (......) fiili kullanılır. Diğer kıraat imamları ise şeddesiz sin ile (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde, bu fiilin şeddeli okunuşunu tercih eder ve şöyle der: "Çünkü Araplar, (......) derler ve (......) der, (harf-i cer kullanmazlar). Nerdeyse onlar hiç (......) demezler." Bu kıraati desteklemek için, "Tesemmû'nun bulunmadığı ifade edilince, sem' haydi haydi nefyedilmiş olur" denilmiştir. İkinci kıraatin delili, "Onlar senden uzaklaştırılmışlardır" (Şuara. 212) ayetidir. Mücahid, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Şeytanlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinleyebiliyorlardı. Daha sonra bundan menolundular ve dinleyemez hale geldiler." Birinci kıraati tercih edenler, buna şöyle diyerek cevap verebilirler: "O şeytanların, dinlemekten uzaklaştırılmış olmalarının açıkça belirtilmesi, bu ayetin delâleti ile, onların, dinlemeyi istemekten (tesemmû'dan) da uzaklaştırılmış olmalarına manî değildir. Aksine bu, şeytanların, göğün haberlerini dinlemekten koğulmuş ve menedilmiş olmaları hususunda kuvvetli bir delildir. Çünkü dinlemek istemekten menedilen kimse, dinlemekten haydi haydi menedilmiş olur. İkinci Mesele Falancanın sözünü duydum" ifadesi ile "Onun sözüne kulak verdim" ifadeler arasındaki fark şudur: "Falancanın sözünü duydum" ifadesi, o sözü anlamış olma manasına gelir, "Onun sözüne kulak verdim" ifadesi ise anlamanın yanısıra kişinin o şeye kulak kesildiğini anlatır. Üçüncü Mesele Hak teâlâ'nın, "Onlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, oray. dinleyemezler" ayeti hakkında şu iki açıklama yapılmıştır: a) Meşhur olan görüşe pöre bunun takdiri, "Onlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinlemesinler diye şeklinde olup, bu nasb edatı hazfedildiği için, fiil yine merfû haline dönüşüp, şekline girmiştir. Bu tıpkı, "Saparsınız diye" (Nisa. 176) ve "Sizi sarsar diye" (Lokman, 10) ayetlerinde olduğu gibidir Keşşaf sahibi şöyle der: "En ve lâm edatlarından herbirınl tek başına hazfetmek caizdir. Ama ikisini birden hazfetmekse, Kur'ân'ın, kendisinden korunması gereken hoş olmayan durumlardandır." b) Keşşaf sahibinin tercihi olan görüşe göre, bu ifade, öncesi ile alakası olmayan yeni bir cümle olup, semiyyâtı (vahiy ile gelen haberleri) çalmak isteyenlerin durumunu, onların melekleri dinleyemeyeceklerini, dinlemek istediklerinde de, şihat yağmuruna tutulduklarını, dolayısı ile maksadlarına erişemediklerini anlatmaktadır. Mele-i A'lâ Buradaki Mele-i A'lâ ile, melekler âlemi kastedilmiştir Çünkü onlar göklerde yerleşmişlerdir. İnsanlar ve cinler ise Mele-i Esfel'dirler. Çünkü bunlar, yeryüzünde yerleşmişlerdir Bil ki Allahü teâlâ, o şeytanları şu üç vasıfla nitelemiştir: a) Dinleyememekle... b) Her taraftan taşlanıp kovulmakla... Bu iki hususla ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Duhûr kelimesinin ne demek olduğunu, A'raf Sûresi'ndeki medhûrâ (Araf, 18) ifadesinin tefsirinde açıklamıştık. Müberred, "Duhûr, ileri derecede alçaklık ve zillet manasınadır" derken, İbn Kuteybe, "Bunun, "Onu kovup, defettim" manasındaki (......) fiilinden olduğunu" söylemiştir. İkinci Bahis: "Duhûr" kelimesinin, niçin mansub olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Bu, manasında olmak üzere, mef'ûl-ü mutlak olarak mansubtur Bunun fiilin hazfedilmiş olduğuna, fiili delâlet etmektedir. 2) Kelamın takdiri, "Onlar, koğulmuş olarak atılırlar" şeklinde olup, harf-i cer hazfedilmiştir. 3) Mücâhid, kelamın "Tardedilmiş olarak koğulurlar" takdirinde olduğunu söylemiştir. Buna göre bu, rükû, sücûd ve huzur kelimeleri gibi mef'ûl mutlak adını alan bir hal cümlesi olmuş olur. Üçüncü Bahis: Ebû Abdurrahman es-Sülemî, dâl'ın fethası ile bunu, (......) şeklinde okumuştur. Ferrâ şöyle der: "Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Koğulacak şeyle koğulmuş-uzaktaştırılmış olarak, koğulurlar" demek istemiştir. Ferrâ sözüne devamla şöyle der: "Gönlüm fethadan yana değil. Çünkü, bu temelde doğru olmakla birlikte, böyle olması durumunda, mutlaka bir bâ harf-i cerrinin bulunması gerekir. Nitekim "Taşla, taşlandılar" dersin, ama bunu harf-i cersiz söyleyemezsin. Fakat bu, biraz caizdir. Nitekim şâir de, "Misafirlere eti, pişmemiş, olarak getir" der. Bu, takdirindedir. c) Üçüncü sıfat, ayetteki "Onlar için peşpeşe gelen birazab vardır" ifadesiyle anlatılan husustur. Bu, "Onlar, şihablarla taşlanır ve bu azab, devamlı olarak onlar için söz konusudur" demektir. Biz, "vâsıb" kelimesinin tefsirini, (Nahl, 52) ayetinin izahı esnasında yapmıştık. Müfessirlerin hepsi de, bu kelimenin "Devamlı olan, kesintisiz, sürüp giden" manasına olduğunu söylemişlerdir. Vahidî, "Kim bu kelimeyi, "şiddetli ve acı veren" manasına alırsa, bu dolaylı bir mana olur, ama direkt tefsir olmaz" demiştir. Cenâb-ı Allah daha sonra, "Ancak bir çalıp çarpan olması müstesna" buyurmuştur. Hatf'ın ne demek olduğunu, Hacc Sûresi'nde anlatmıştık. Zeccâc, "Bu, birşeyi hızla kapıp almak manasınadır. Buradaki aslındamanasınadır" derken, Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun başındaki men edatı, fiilinin failinden bedel olarak, mahallen merfu olup, "şeytanlar ancak, tek tük kelimeleri hırsızlık yoluyla alan şeytanlardan dinlerler" manasındadır. Ayetteki, "Onu takib eder" kelimesi "Ona isabet eder" manasınadır. Nitekim Arapça'da birisi, birinin peşisıra gittiğinde, ona ulaştığında da, denilir. Bu da temelde, "Allah o kâfirin peşine şeytanı takar" (A'raf, 175) ayetindeki manayla aynıdır. Bunun tefsiri orada geçmişti. Ayetteki, "Delip geçen bir şihab" tabiri hakkında, Hasan el-Basrî, "Buradaki "sâkıb" kelimesi, "aydınlatan" manasınadır" demiştir. Ben de diyorum ki, "Bu, ışığı ile karanlıkları ve havayı adetâ delip geçtiği için sâkıb (delip geçen) adını atmıştır." İbn Abbas (radıyallahü anh), "necm-i sâkıb" (Tarık, 3)'ın tefsiri hakkında "Bu, bir yıldızın adıdır. Çünkü bu yıldız, ışığı ile yedi kat göğü delip geçmektedir" der. Allah en iyi bilendir. İnsanın Yaratılışı  | 
	
﴾ 10 ﴿