18

"Kendilerine va'z edilince düşünüp de öğüt kabul etmezler. Bir mucize gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar. (Nitekim), "Bu dediler, apaçık bir sihirden başkası değildir. Biz ölüp de bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, sahiden biz mi diriltilmiş olacağız? Evvelki atalarımızda mı?" Sen de ki: "Evet. Hem de sizler, hor ve hakir olarak"

Bil ki Allahü teâlâ, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin mümkün olduğunu isbat sadedinde kesin delilleri anlatınca, münkirlerden de pekçok şey nakletmiştir ki bunların birincisi şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların bu tür şeyleri inkârda ısrar etmelerinden dolayı şaşakalmış; onlar ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in isbâtta ısrar etmesinden dolayı alay etmişlerdir ki bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o topluluğa karşı, alabildiğine uzakta ve iki zıt şeyin bir ucunda olduğunu gösterir. İkincisi, "Kendilerine va'z edilince, düşünüp de öğüt kabul etmezler" ayetinin ifade ettiği husustur. Üçüncüsü, "Bir mucize gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ikinci ve üçüncüden kastedilen, birinciden başka olması gerekir. Çünkü atıf, muğayereti, başkalığı icab ettirir. Bir de tekrar, aslolanın hilafına bir hareket tarzıdır.

Bana göre bu konuda şöyle denilebilir: O topluluk, haşri ve Kıyameti akıldan uzak görüyor ve, "Ölüp, toprak olup, parçaları âlemin dört bir yanına dağılan kimsenin aynısının yeniden yaratılması nasıl düşünülebilir?" diyorlardı. Ve, bu imkânsız görmede böyle bir inanca sahip olan kimselerle alay edecek bir dereceye varmışlardı. Binâenaleyh durum böyle olunca, onlardan bunu imkânsız görme intibaını gidermenin yolu, ancak"şu iki şeyden geçer:

a) Onlara, haşrin ve neşrin doğruluğuna dair deliller getirilmesi ve meselâ onlara, "Sizler, gökleri ve yeri yaratmanın, insanı, ölümünden sonra yeniden yaratmadan daha zor olduğunu; ve yine sizler, en çetin olanı yaratıp ona kadir olanın, daha basit ve daha kolay olana kadir olması gerektiğini bilmiyor musunuz?" denilebilir. Binâenaleyh bu delil, her ne kadar çok net ve güçlü ise de, ancak ne var ki o münkirler bu mukaddimeleri akıllarına vurduklarında, bunu bir türlü anlayamıyor ve buna bir türlü vakıf olamıyorlardı. Yine onlara va'z-u nasihat edildiğinde, ahmaklıklarının ve cehaletlerinin şiddetinden dolayı, ondan gerekli neticeyi çıkaramıyorlardı. Dolayısıyla da hiç şüphesiz, bu tür açıklamalardan yararlanamıyorlardı.

b) Peygamberin, peygamberlik tarafını mucizelerle isbat edip, sonra da, "Benim, Allah katından görevlendirilen hak ve doğru bir peygamber olduğum kesinlik kazanınca, o zaman ben size, ölümden sonra dirilmenin ve Kıyametin hak ve gerçek olduğunu haber veriyorum" demesidir. Sonra, bu inkarcılar yine, bu açıklama ve izah biçiminden de yararlanmazlar. Zira onlar ezici bir mucize ve kahir bir ayet, delâlet gördüklerinde, bunu, onun açık bir sihir olduğu manasına hamlederler ve bunu alaya alarak istihza ederler. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir mucize (ayet) gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" ayetinden kasdedilen budur. Böylece, yapmış olduğumuz açıklama ile, bu üç lafzın çok yüce manalara dikkat çektiği anlaşılmış olur.

Bil ki, insanların pekçoğu bu inceliklere vakıf olamamışlar ve "Cenâb-ı Hak önce, "Daha doğrusu sen, taaccüb ettin. Onlar da, eğlenirler" çsunı, 12); sonra da, "Bir mucize gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" (Saffat, 14) buyurmuştur. Böylece. "onu eğlenceye alırlar" ayetinden murad edilenin, daha önce zikredilmiş olan, "...eğlenirler"(saffat, 12) ayetindekinden başka olması gerekir" demişlerdir. Bu sözü söyleyen kimse, yesharûn kelimesinden kastedilen, onların alay etmeye teşebbüs etmeleridir, (......) kelimesinden kastedilen ise, onlardan herbirinin, arkadaşından alay etmeye teşebbüs etmesini istemesidir" diyerek, açıklamasını sürdürmüştür. (Şüphesiz ki) bu zorlama, ancak onlar, zikretmiş olduğumuz açıklamalara vakıf olmadıkları için meydana gelmiştir.

"Sihir" Demeleri

Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan nakletmiş olduğu hususların dördüncüsü, onların, "Bu, apaçık bir sihirden başkası değildir" demeleridir. Yani, "Onlar bir ayet ve bir mucize gördüklerinde, onu alaya alırlar" demektir. Bu alayın sebebi ise, onların bu mucizenin, bir sihir türü olduğuna inanmalarıdır. Ayetteki mubîn'in manası ise, "Onun sihir olduğu apaçık bir şeydir. Bu konuda hiç kimsenin de bir şüphesi yoktur!" şeklindedir. Sonra Allah, onları ölümden sonra dirilme sözüyle istihza etmeye, bu sözün doğruluğuna delâlet eden delillere iltifat etmemeye ve bütün mucizeleri alaya almaya sevkeden sebebi açıklamıştır. Bu da onların, "Bir insan ölüp, onun herbir cüz'ü, alemin dört bir yanına dağılıp da böylece ondaki toprağa ait unsurlar toprakla; su ve havaya ait unsurlar da, dünyadaki nem ve buharlarla karışınca, işte böyle bir insanın, yeniden bir kez daha diri ve anlayışlı bir varlık haline dönmesi nasıl düşünülebilir?!" şeklindeki görüşleridir.

İşte, daha önce geçmiş olan üç duruma ve yaklaşım biçimine onları sevkedip zorlayan, onların bu sözleridir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu şüphelerini zikredince, şöyle buyurur: "De ki, ey Muhammed, diriltileceksiniz. Hem de, hor ve hakir olarak..." Allah, sadece bu kadarcık cevapla yetinir. Zira daha önceki ayette yakîn ifade eden ve katî olan bir delille, bunun mümkin bir şey olduğunu anlatmıştı. O halde, kesin bir imkân sabit olunca, o şeyin kesin olarak meydana geleceğini bildirmenin yolu da ancak, sözüne güvenilir habercinin haber vermesi olur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğu hususunda pekçok mucize bulununca, onun, sadık ve doğru sözlü bir peygamber olması vâcib ve gerekli olur. O zaman da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Evet diriltileceksiniz de..." sözü, haber verilenin vuku bulacağına dair, katî bir delil olmuş olur.

Bu ayetleri iyice düşünen bir kimse bunların, tertip biçimlerinin en güzeli üzere varid olmuş olduklarını bilir ve anlar. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, bu işin imkânını, aklî delil ile; bu mümkünün gerçekleşeceğini ise naklî delille açıklamıştır. Şurası iyice bilinmektedir ki, artık bu beyan ve açıklamadan daha fazlasını yapmaya çalışmak, adeta imkânsız bir şey gibidir.

"atalarımız da mı?!" sözüne gelince, bu, "Atalarımız da mı diriltilecek?" anlamındadır, (......) kelimesindeki bu elif, suâl elifi olup, atıf harfinin başına gelmiştir. Nâfi ve İbn Amir, hem burada, hem de Vakıa Sûresi'nde kelimeyi, vâv'ın sükunuyla okumuşlardır. Biz bu husustaki izahı, A'râf Sûresi'ndeki (A'raf,98) ayetinde yapmıştık.

(......) ifâdesine gelince, sadece Kisâî bu kelimeyi ayn'ın kesresiyle ni'ım şeklinde okumuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğuna gelince, bu, "Hem de sizler hor, hakir ve zelil olarak..." anlamındadır. Ebû Ubeyd, duhûr kelimesi, hor ve hakir olmanın en ileri derecesi hakkında kullanılır" demiştir. Biz bu lafzın izahını, (Nahl, 48) ayetinin tefsirinde yapmıştık.

Kabirden Çıkanların Şaşkınlığı

18 ﴿