7"(O kâfirler), içlerinden, tehlikeleri bildiren bir peygamberin gelmesine şaştılar: "Bu bir büyücü, bir yalana. O, (bütün) tanrıları tek bir tanrı mı yapmış! Bu, gerçekten acâib bir şey!" dediler. Onların elebaşlarından bir güruh, (birbirine) "yürüyün, ma'budlarınıza tapmakta sebat edin. Sizden beklenen işte budur" diyerek, kalkıp yürüdüler. "Biz bunu, son dinde de işitmedik. Bu, uydurma birşeyden başka birşey değil" (dediler)" Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendilerinin bir izzet ve muhalefet içinde olduklarına inandıklarını nakledince, bunun peşinden, onların o bozuk söz ve iddialarını ortaya koyarak, "O kâfirler, içlerinden, tehlikeleri bildiren bir peygamber gelmesine şaştılar" buyurmuştur. Bu ayetteki minhum ile ilgili şu iki izah yapılabilir: a) "Onlar, "Muhammed, hem dış hilkati, hem de sîret ve ahlâkı açısından, nesebi, şekli ve sureti bakımından, bizim gibidir. Binâenaleyh, böylesi yüce bir makamın ve üstün derecenin, içimizden ona verilmiş olması nasıl düşünülebilir?" demişlerdir. b) Bu kelimenin gayesi, onların ileri derecede câhil oluşlarına dikkat çekmektir. Çünkü onlara, kendilerini Allah'ın birliğine, meleklere saygıya, âhirete teşvike, dünyadan nefrete davet eden birisi gelmiştir. Hem sonra bu şahıs, onların akrabalarından olup, onlar bunun, yalan ve töhmetten tamamen uzak bir insan olduğunu biliyorlardı. İşte bütün bunlar, onu tasdik etmeyi gerektiren şeylerdendir. Fakat bu kâfirfer, ahmaklıklarından ötürü onun sözlerine şaşıyorlar." Resulü Redlerindeki Manasızlık Bu ifadenin bir benzeri de, "Peygamberlerini tanımıyorlar mı ki, onu reddediyorlar" (Mü'minûn. 69) ayetidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "O kâfirler, içlerinden, tehlikeleri bildiren bir peygamberin gelmesine şaştılar..." buyurmuştur. Bu, "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onların kendi kavimlerinden ve aşiretlerindendi. Dünyevî bakımlardan onlar gibi idi. Ama gel gör ki. onlar ona itaat edip, tekliflerine boyun eğmekten ar duymuşlar, Allah'ın peygamberliğinin, içlerinden ona verilmiş olmasına ve bu kıymetli özellikle kendilerinden onun temayüz etmesine şaşakalmalardır" demektir. Velhasıl diyebiliriz ki: Bu şaşıp kalmanın esas sebebi, hasetten başka birşey değildir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, "Bu bir büyücü, bir yalana!" dediler" buyurmuştur. Allahü teâlâ, onların şaşmalarını iyice ortaya koymak ve böyle bir sözün, ancak tam kâfir olanlardan sâdır olacağını anlatmak için, "Onlar dediler ki..." buyurmayıp, "Kâfirler dediler ki..." buyurmuştur, Bu: "Çünkü sihirbaz, Allah'a taatten alıkoyan ve şeytana taate davet eden kimsedir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, sizce de böyle değildir. Yalancı ise, herhangi birşeyi olduğu gibi, gerçeği üzere haber vermeyen kimsedir. Halbuki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) aklın delilleri ile, doğru oldukları kesin bilinen, kadîm, alîm ve hakîm bir yaratıcının varlığını; haşir, neşir ve şâire şeyleri haber vermektedir. Öyle ise o nasıl yalancı olabilir?" demektir. Resule Yalan İsnadının Batıllığı Daha sonra Allahü teâlâ, onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yalancı olduğu iddiasını isbat için dayandıkları bütün şeylerin, şu üç husustan ibaret olduğunu nakletmiştir: a) Ulûhiyyetle ilgili olanlar, b) Nübüvvetle ilgili olanlar, c) Ahiretle ilgili olanlar. Ulûhiyyetle ilgili olan husustaki iddiaları, "O, (bütün) tanrıları, tek bir tanrı mı yapmış! Bu gerçekten acâib bir şey!" şeklindeki sözleridir. Rivayet olunduğuna göre, H. Ömer (radıyallahü anh) müslüman olunca, Müslümanlar çok sevinmişler, Kureyş ise, buna çok üzülmüştür. Derken ileri gelen kâfirlerden yirmibeşi birleşip, Ebû Tatib'in yanına gitmişler ve "Sen bizim büyüğümüz ve liderimizsin. Şu akılsız müslümanların ne yaptıklarını biliyorsun. Sana, bizimle yeğenin arasını bulasın diye geldik" dediler. Bunun üzerine, Ebû Talib, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i çağırttı ve ona, "Ey kardeşimin oğlu, bunlar senin kavmindir. Senden bir istekleri var. Artık, kavmine büsbütün yüklenme" dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onlar benden ne istiyorlar?" deyince, onlar, "Bizi ve ilahlarımızı rahat bırak. Biz de seni ilahınla başbaşa bırakalım" dediler. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Söyleyin bakalım: Eğer ben sizin istediğinizi yaparsam, siz bana, sayesinde bütün Araplara hükümran olacağınız ve acemin de size boyun eğeceği tek bir kelimeyi bana verir (kabul eder) misiniz?" deyince, onlar "evet" dediler. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kelime-i tevhidi (Lâ ilâhe illâllah)'ı söyleyiniz" deyince, onlar ayağa fırlayıp, "Çok tuhaf!" manasında, "O, (bütün) tanrıları, tek bir tanrı mı yapmış. Bu gerçekten acâib bir şey" dediler. Ben derim ki: Onların bu şaşmaları şu iki şeyden kaynaklanmaktadır: 1) Bu kimseler, tefekkür ve istidlal etmiyorlardı. Aksine onların kafaları, maddi şeylere takılıp kalmıştı. Dolayısıyla görünür âlem olan bu dünyada, tek bir failin kudret ve işinin, büyük bir mahlûkatı korumaya yetmeyeceğini gördükleri için, görülmeyen âlemi de, görülene kıyas ederek, "Bu büyük âlemi korumak için, mutlaka her biri, bir tür korumayı üstlenmiş pek çok ilâhın bulunması gerekir" demişlerdir. 2) Bunca geçmişleri ve bunca akıllı kimseler, şirk üzerinde ittifak etmişler. Dolayısıyla onlar, "bunca kimselerin, akılları kuvvetli olduğu halde, câhil ve bâtılı savunan olmaları, bu tek insanın (Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in) ise, sadık ve hakkı savunan olması, şaşılacak şey" demişlerdir. Ben derim ki: Yemin ederim ki, eğer biz hiçbir delil ve hüccet olmaksızın, görünen âlemdekilerin hükmünü (durumunu), görünmeyen âleme kıyas edecek olursak, kâfirlerin birinci şüphesi, söz konusu olur. Fakat bunun yanlışlığı hususunda ittifak etmiş olduğumuza göre, görünen âlemdekilerin durumunun, görünmeyen âlemdekilere kıyas edilmesinin, kesinkes yanlış olduğunu anlarız. Bu düstur, temelden yanlış olunca, Allahü teâlâ'nın zatı ve fiilleri hususunda müşebbihe olanların sözleri de temelden bâtıl olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın zâtı hususunda müşebbihe olanlar şöyle demişlerdir: "Görünür âlemde mevcud olan herşeyin, bir cisim olması ve mutlaka bir mekânda bulunması gerektiğine göre, gayb âleminde de durumun böyle olması gerekir." Allahü teâlâ'nın fiilleri hususunda müşebbihe olan Mu'tezile ise şöyle der "Falanca iş, bize göre çirkindir. Öyleyse onun Allah hakkında da çirkin olması gerekir." Bu anlattığımız şeylerle, Cenâb-ı Hakk'ın gerek zatı, gerek fiilleri hususunda müşebbihe olanların bu sözleri doğru olacak olsaydı, o zaman bu müşriklerin şüphelerinin de doğru olduğunu söylemek gerekirdi. Bu müşriklerin sözlerinin yanlışlığı hususunda (bütün mezhebler) ittifak ettiğimize göre, Mücessimenin ve Mu'tezile'nin sözlerinin temelden yanlış ve bâtıl olduğunu anlarız. Müşriklerin ikinci şüphelerine gelince, yemin ederim ki, eğer taklid doğru birşey olsaydı, bu şüphe de doğru olabilirdi. Bu şüphe yanlış ve fasid olduğuna göre, taklidin de yanlış ve bâtıl olduğunu anlamış bulunuyoruz. Burada şöyle birkaç bahis var: Birinci Bahis: "Ucâb", acîb (şaşılacak şey) manasınadır. Ama bu kelime, "acîb"den daha ileri bir manadadır. Bu tıpkı Arapların tavît-tuval (uzun), arîz-urâz (enli), kebîr-kübâr (büyük) kelimeleri gibidir. Bu ikinci şekiller daha ileri bir mana ifade etsinler diye, bazan şeddelenirler. Mesela, "çok büyük bir hile" (Nuh, 22) ayetinde olduğu gibi. İkinci Bahis: Keşşaf sahibi bu kelimenin, şeddeli ve şeddesiz olarak okunduğunu, şeddeli olanın daha beliğ olduğunu, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyurduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Allah daha sonra "Onların elebaşlarından bir güruh (birbirine), "Yürüyün, ma'budlarınıza tapmakta sebat edin (dediler)" buyurmuştur. Biz, "mele"in, "heybetlerinden ve azametlerinden ötürü, bulundukları yerlerde, kalbleri ve gözleri dolduran kimseler" manasına olduğunu anlatmıştık. Ayetteki, minhum "onların elebaşlarından" ifadesi, "Kureyş'den" demek olup, "Kureyş'in ileri gelenleri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onları bir hazır cevapla susturduktan sonra, birbirlerine, "Haydi yürüyün, ma'budlarınıza ibadette sebat edin" diyerek, Ebû Talibin meclisinden ayrıldılar" manasınadır. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Meşhur olan kıraat, (......) şeklindedir. İbn Ebî Able ise, bunun "en'in hazfiyle (......) şeklinde okumuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadenin başındaki en edatı tefsir ifade eden ve "yani" manasına gelen manasındadır. Çünkü bu karşılıklı konuşmaların cereyan ettiği meclisten çıkanların, mutlaka ayrılırken, o mecliste olup bitenler hakkında konuşmaları gerekir. Dolayısıyla onların oradan ayrılışları, kavi manasını zımnen ifade etmektedir (şöyle şöyle diyerek yürüdüler.) Bundan dolayı bu "en" edatı gelmiştir). İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu ifadeyi şeklinde yorumladığı rivayet edilmiştir. İkinci Bahis: Bunun manası, "Onlar biribirlerine, "Haydi yürüyün ve sebat edin. Muhammed'in işini bertaraf etmede bir çareniz yok. İşte sizden beklenen budur" dediler" şeklindedir. Bu hususta şu üç mana verilebilir: a) Allah'ın bunu dilemesinin hâricinde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininin zuhurunun gitgide artmasının açık bir sebebi yok. Allah'ın, olmasını istediği şeyi ise, engelleyecek bir güç yoktur. b) Bu şey, âdeta zamanın getirdiği belâlardan bir şey gibidir. Şu halde bizim bundan kurtuluşumuz mümkün değil. c) Sizin (Kureyşlilerin) dininiz kasdedilen, yani elinizden alınmak istenen bir şeydir. Kaffal şöyle der: "Bu, tehdid veya korkutmak için söylenmiş bir söz olup, "Muhammed'in gayesi, dinini anlatmak değil, aksine onun maksadı bize hakim olup, çoluk çocuğumuz hakkında istediği gibi hükmetmektir" manasınadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların "Biz bunu son dinde de işitmedik" dediklerini nakletmiştir. "Son din" ile, hristiyanlar kastedilmiş olup, "onlar "Muhammed'in getirdiği bu tevhidi, hristiyanların dininde de görmedik" dediler" demektir. Yahut da bu ifade ile, Kureyşlilerin, atalarını üzerinde buldukları din kastedilmiştir. Daha sonra onlar, "Bu, uydurma birşeyden başka birşey değil!" demişlerdir. Velhasıl onlar, "Biz, atalarımızdan tevhid diye birşey duymadık. Öyleyse bunun bâtıl (olması gerekir)" demek istemişlerdir. Eğer taklid, hak ve doğru olsaydı, bu müşriklerin sözteri de hak ve doğru olurdu. Bu bâtıl olduğuna, kabul edilmediğine göre, taklidin de bâtıl olduğunu anlıyoruz. |
﴾ 7 ﴿