11"O zikir, aramızda ona mı indirilmiş!?" (dediler). Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler. Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar. Onların nezdinde, o yegâne galip ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi var yoksa!? Yahut o göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mâlikiyeti onlara mı ait? Öyle ise, sebeplerine sarılarak göğe yükselsinler. Onlar derme çatma gruplardan öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete uğratılmışlardır" Bil ki bu o kâfirlerin üçüncü şüpheleri olup, nübüvvet ile ilgilidir. Onlar bu şüphelerini şu şekilde ifade etmişlerdir: "Muhammed, zat, sıfat, zahirî ve batıni özellikler bakımından diğer insanlar gibi olunca, bu yüksek derecenin ve ulvî makamın ona has kılınması nasıl düşünülebilir?" İşte bu husus onların, "O zikir, aramızdan ona mı indirilmiş!" ifadesidir. Çünkü bu söz, tnkârî bir istifham ihtiva eden bir sözdür. Allahü teâlâ, Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in kavminin aynen böyle bir söz söylediğini ve "Bizim aramızdan zikir (vahiy) ona mı verildi? Hayır o, şımarık, aşın bir yalancıdır"(Kamer, 2S) dediklerini nakletmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminin de, "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) dediklerini nakletmiştir. Bu şüphenin izahı hsusunda söyleyeceğimiz sözün tamamı şudur: O kâfirler, "Peygamberlik, insanın ulaşabileceği en yüksek derecedir. Binâenaleyh, bunun ancak insanların en şereflisi için söz konusu olması gerekir. Muhammed ise (hâşâ) insanların en şereflisi ve kıymetlisi değil. Dolayısıyla peygamberliğin onda meydana gelmemesi gerekir" diyorlardı. Bu cümleleri meydana getiren, ilk iki mukaddime doğrudur. Ama üçüncüsü yalandır. Bu demogojınin, onlarca geçerli kabul edilişinin sebebi, şerefin ancak mal ve taraftar ile elde edilebileceğini sanmalarıdır. Bu ise, geçersizdir. Çünkü saadet dereceleri üçtür ve bunların en üstünü rûhânî, ortası bedenî, en düşüğü İse, bu ikisi dışındaki haricî olan derecedir. Bu da, mal ve makamla elde edilendir. İşte o kâfirler, bu sırayı tersine çevirip, en âdî dereceyi en kıymetli olarak kabul etmişlerdir. Bu sebeple, kimin elinde mal ve makamı çok görüyorlarsa, onu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha şerefli sayıyorlardı. İşte bu durumda, kafalarında o yanlış kıyas yer etmişti. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah onların bu şüphesine şu birkaç açıdan cevap verdi: 1) "Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler. Hayır onlar benim azabımı henüz tatmadılar" ayetinin ifade ettiği cevap... Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, onlar benim zikrimden (vahyimden) şüphededirler" beyanı, "aksine onlar, üzerinde düşünmeleri halinde bu şek ve şüphelerini giderecek olan deliller hususunda bir şüphe içindedirler" manasınadır. Bu böyledir. Çünkü onların ileri sürdükleri şüphelerin tamamı, tutarsız birtakım cümlelerden ibarettir. Ama Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunu gösteren deliller ise, kati ve kesindir. Dolayısıyla onlar, söyledikleri sözler üzerinde, gerçekten düşünecek olsalardı, onun peygamberliğini iptal hususunda tutundukları şüphelerinin tutarsızlığını görecekler ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden delillerin doğruluğunu anlayacaklardı. Onlar bunu anlayamadıklarına göre, bunun, onların tefekkür ve istidlalde bulunmamalarından dolayı olduğu anlaşılmaktadır. Ayetteki,'"Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar" ifadesine gelince, bu sözün manası "Onlar istidlal ve tefekkürü, ben onlara azabımı tattırmadığım için terkettiler. Eğer onlar o azabı tatmış olsalardı, o zaman onlardan ancak, emredilenleri yerine getirme, nehyedilenlerden kaçınma sâdır olurdu" şeklindedir. b) "Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler" ifâdesindeki "zikir" ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmiştir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara küfürlerinde ısrar etmeleri halinde, ilahî azabı hatırlatıyor, bunu zikrediyordu. Ama onlar küfürlerinde ısrar ettikleri halde, başlarına böyle bir azab (hemen) gelmiyordu. Bu durum onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğu hususunda şüpheye düşmelerine sebep oldu ve onlar "Allah'ım, eğer bu (senin katından) bir hak ise, hemen bizim üstümüze gökten taş yağdır" dediler" (Enfal. 32). Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler" buyurmuştur. Bu ikinci izaha göre, ayetteki, "Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar" buyruğunun manası, "Bu şüphe, o azabın hemen inmemesi sebebiyle hasıl olmuştur" şeklinde olur. 2) "Onların nezdinde o yegâne galib ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi var" ayetinin ifade ettiği cevap... Bunu şu şekilde izah ederiz: Peygamberlik mertebesi, yüce bir makam ve üstün bir derecedir. Bunu vermeye kadir olan zatın, "aziz", yani mükemmel kudret sahibi ve "vehhâb", yani alabildiğine cömert olması gerekir. Böyle olan ise ancak Allahü teâlâ'dır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, alabildiğine kudretli ve sehavetli olduğuna göre, bu nimeti bağışlaması kendisine bu nimetin bağışlanacağı kimsenin zengin veya fakir olmasına bağlı değildir. Yine bu, kendisine bu nimet hibe edilen şahsın düşmanlarının, onu sevip sevmemesine göre değişmez. 3) "Yahut o göklerin yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mâlikiyeti onlara mı ait? Öyleyse sebeplerine sarılarak göğe yükselsinler" ayetinin beyan ettiği cevap... Bil ki bu sözden kastedilenin, "Onların nezdinde o Aziz ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi var?" ayeti ile anlatılmak istenenden başka olması gerekir. Bu iki ifade arasındaki fark şudur: Allah'ın hazineleri sonsuzdur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Herşeyin hazinesi, katımızdadır" (Hicr, 21) buyurmuştur. Gökler ve yerler de, o hazineler cümlesindendir. Dolayısıyla Allah bize o hazineleri önce genel olarak zikredince, bunun peşinden, "gökler, yer ve ikisi arasında bulunan şeyler"den bahsetmiştir. Yani, "Bu şeyler de, Allah'ın hazinelerinin çeşitlerindendir. Binâenaleyh siz, bu çeşitlerden bile âciz olduğunuza göre, Allah'ın bütün hazinelerinden haydi haydi âciz olursunuz" demektir. Bu iki cümle arasındaki fark hususunda söyleyebileceğim söz bundan ibarettir. Ayetteki, "Öyleyse sebeplerine sarılarak göğe yükselsinler" cümlesi ise, "Onlar, göklerin ve yerin mülkünün kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. İşte bu sebeple onlara, "Sebeblere tutunarak, göğe çıkın ve sayesinde Arş'a ulaşacağınız, onun üzerine oturabileceğiniz, böylece bütün âlemi ve Allah'ın mülkünü idare edebileceğiniz, vahyi istediğiniz kimselere verebileceğiniz makamlara çıkın, çıkabilirseniz!" denilmek istenmiştir. Bil ki İslâm filozofları bu ifadeye dayanarak, felekî kütlelerin ve Allah'ın onlara verdiği kuvvetlerin ve özelliklerin, süflî âlemde (dünyada) meydana gelen hâdiselerin sebepleri olduğuna, çünkü Allahü teâlâ'nın, felekiyyâtı, "sebebler" olarak adlandınşını delil getirmişlerdir. Bu da bizim söylediğimiz manaya delâlet eder. Allah en iyi bilendir. Allahü teâlâ'nın, "Onlar, derme çatma gruplardan öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete uğratılmışlardır" beyanıyla ilgili olarak incelenmesi gereken iki husus var: Birisi, bu ayetin lafızlarının izahı hakkında; diğeri ise, bunun daha önceki ifadelerle ilgisinin ne olduğu hakkındadır. Birincisi: Ayetteki "cünd" kelimesi mübteda, (......) edatı, müphemlik ifade eden bir edat olup, tıpkı "Herhangi bir iş için geldim" ve "Yanımda, herhangi bir yiyecek var" denilmesi gibidir. (......) kelimesi, cündün sıfatı, manzum kelimesi ise, mübtedanın haberidir. Ayette yer alan (......) kelimesinin cündün sıfatı olması ve mananın, "Orada olan ordu" şeklinde olması düşünülebileceği gibi, bunun manzum ile ilgili olup, "O gruplardan meydana gelen o ordu of ıda, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini tenkid ettikleri sözleri söyledikleri o yerde hezimete uğramıştır" manasına gelmesi de mümkündür. İkincisi: Allahü teâlâ, "Eğer onlar göklerin ve yerin sahibi iseler, sebeplere tutunup göğe çıksınlar!" buyurunca, bunun peşinden, onların çeşitli gruplardan meydana gelmiş derme çatma bir ordu olduklarını, bozguna uğratılacaklarını, çok zayıf olduklarını, dolayısıyla göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi olamayacaklarını anlatmak istemiştir. Katade, ayetteki, "şurada" ifadesinin, Bedir gününe bir işaret olduğunu; Allahü teâlâ'nın, henüz müslümanlar Mekke'de iken, müşriklerin ordularının hezimete uğratılacağını haber verdiğini ve bu ayetin manasının (müjdesinin), Bedir günü gerçekleştiğini söylemiştir. Bunun Hendek günü olduğu da söylenmiştir. Ama bence doğruya en yakın olan, bu ifadeyle, Mekke fethi gününe işaret edilmiş olmasıdır. Çünkü ayetin manası bu durumda, "Onlar bu kelimeleri söyledikleri o yerde hezimete uğrayacak olan bir ordudurlar" şeklinde olup, o yer Mekke'dir. Dolayısıyla ayetten kastedilen mananın, "Onlar Mekke'de hezimete uğrayacaklardır" şeklinde olması gerekir. Bu ise, Fetih gününden başkası değildir. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 11 ﴿