4"Kitabın indirilmesi, o aziz ve hakîm Allah'dandır. Şüphesiz biz o kitabı sana hak olarak indirdik. O halde Allah'a, dini O'na has kılarak ibadet et. Gözünü aç, hâlis din Allah'ındır. Onu bırakıp da, kendilerine birtakım dostlar edinenler, "Biz bunlara ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" dediler. Şüphe yok ki Allah onlarla (mü'minler) arasında, ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak ki yalancı, tam kâfir olan o kimseleri, Allah doğruya iletmez. Eğer Allah, bir evlad edinmek isteseydi, elbette yaratacaklarından dilediğini seçerdi. Fakat O, münezzeh ve yücedir! O, eşi ve benzeri olmayan Allah'dır, birdir ve herşeye hakimdir" Bil ki bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: I'rab Ferrâ ve Zeccfic, tenzilu kelimesinin merfû okunuşu hususunda şu iki izahı yapmışlardır: a) Bu kelime mübtedâ, ise haberdir. b) Kelamın takdiri, "Bu, o kitabın indirilirdir" şeklindedir. O halde buna göre, ayetin başında mahzûf bir mübteda vardır. Bu tıpkı, (Nur. 1) ayeti gibidir. Bunun takdiri de, "Bu, indirdiğimiz bir sûredir" şeklindedir. Bazıları şu sebeplerden ötürü birinci izahın öaha tercihe şayan olduğunu söylemişlerdir: 1) Takdirde bulunmak, aslolanın aksine yapılan bir hareket tarzıdır. Dolayısıyla ancak bir zaruret bulunduğu zaman takdire başvurulur. Burada ise bir zaruret yoktur. 2) Biz, bu ifadenin mübteda ve haberden meydana gelmiş tam bir cümle olduğunu söylediğimiz zaman, önemli bir mana ifade etmiş olur. Bu önemli mana da, bu kitabın, başkasından değil, Allah'dan gelmiş olmasıdır. Binâenaleyh bu hasr (sadece) manası, nazar-ı dikkate alınması gereken bir manadır. Ama bu cümlenin başına bir mübteda takdir edersen, bu önemli mana elde edilemez. 3) Biz, cümlenin başına bir mübteda getirdiğimizde, "Bu, Allah'dan olan o kitabın indirilişidir" takdirinde olur. Bu durumda da, bizim bir mecazî mana vermemiz gerekir. Çünkü "bu" ifadesi, sûreye işarettir. Sûre ise, indirilişin kendisi indirilen şeydir. Bu durumda, "tenzil" masdarından ism-i mef'ûl (indirilmiş şey) manasının kastedildiğini söyleme ihtiyacı duyarız. Yine bu da, bir zaruret yok iken, üstlendiğimiz bir mecaz olur. Kur'an Mahluk Değil Kur'ân'ın mahlûk (yaratılmış) olduğunu söyleyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ Kur'ân'ı, indirmek ve indirilmiş olmakla nitelemiştir. Böyle bir nitelik (sıfat) ise, ancak muhdes ve mahluk olan şeylere uygun düşer." Buna karşı vereceğimiz cevap, "Biz, bu lafızları kalıplar ve harfler manasına alıyoruz" şeklinde olur. Üçüncü Mesele Pek çok ayet, Kur'ân'ın, tenzil sıfatı bazı ayetler de, münzel veya münezzel sıfatı nitelendiğine delâlet etmektedir. Birincisi, meselâ, "Hiç şüphesiz o, âlemlerin Rabbinin bir tenzilidir" (Şuara. 192), "O, (Kur'ân), Hakîm ve Hamîd'den bir tenzildir" (Fussilet, 2) ve "O rahman verahîm (Allah'tan) bir tenzildir" (Fussilet,2) ayetlerinde olduğu gibidir. İkincisi de, "Biz, zikri inzal ettik" (Hicr, 9) ve "Onu gerçek olarak inzal ettik ve o da hak ile indi" (isra, 105) ayetlerinde olduğu gibidir. Sen, Kur'ân'ın münzel (indirilmiş) oluşunun, mecazî manaya değil hakiki manaya, onun bir tenzil (indiriliş) olmasından daha yakın olduğunu bilmektesin. Dolayısıyla münzel de mecazdır. Çünkü eğer Kur'ân ile, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla kâim olan (zatında bulunan kelâm sıfatı) kastedilince, bu sıfat, zattan ayrılmayı ve inmeyi kabul etmez birşeydir. Yok eğer Kur'ân ile, harfler ve sesler kastedilirse, bunlar da, ayrılmayı ve inmeyi kabul etmeyen vasıflardır. Dolayısıyla nüzul (inme) ile kastedilen, bunları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tebliğ eden o meleğin inmesidir. Allah Müstağnidir Mu'tezile şöyle der: "Azîz", mağlub olmayan kadir demektir. Dolayısıyla bu sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın sınırsız kudrete sahip olduğuna delâlet eder. "Hakim", işlerini, his ve iştahına göre değil, hikmete göre yapan demektir. Bu manalar ise, ancak Hak teâlâ'nın herşeyi bilen bir âlim ve herşeyden müstağni bir ganî olduğu sabit olduğu zaman tam olur." Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Allah'ın azîz ve hakîm olması, O'nun şu üç sıfatına, yani bütün herşeyi bilmesine, bütün mümkinâta kadir olmasına ve herşeyden müstağni oluşuna (hiçbirşeye ihtiyacı olmadığına) delâlet eder. Dolayısıyla böyle olan bir varlık, çirkin şeyleri yapmaktan ve çirkin şeye hükmetmekten kaçınır. Durum böyle olunca da, O'nun her yaptığı şey bir hikmet ve bir doğru olmuş olur. Kur'ân'ın Mahiyeti Bunun da böyle olduğu sabit olduğuna göre, diyoruz ki, Kur'ân'dan faydalanmak, şu iki esasa dayanır: a) Kur'ân'ın ilahî kelam olduğunun bilinmesi... Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğru (sâdık) oluşunun, mucizelerle isbat edilmiş olması ve onun, "Kur'ân Allah'ın sözüdür" dediğinin mütevatir olarak sabit olmasıdır. Dolayısıyla bu iki mukaddimenin toplamından Kur'ân'ın, Allah'ın kelâmı olduğu neticesi çıkar. b) Allahü teâlâ, bu lafızlarla, ya o lafızların konulmuş oldukları manaları; ya lügat açısından (sonradan) kazandıkları manaları; ya da örfî veya şer'î karine ve emarelere göre kazandıkları manaları kastetmiştir. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak bu manaları kastetmemiş olsaydı, bu, karışıklığa sebebiyet verme olurdu. Bu ise, hakîm olan zata yakışmaz. Anlattıklarımız ile, Kur'ân'dan istifade etmenin, ancak bu iki esası kabul etmekle olacağı ve bu iki esasın isbat edilmesinin yolunun da, Cenâb-ı Hakk'ın, hakîm oluşuna dayandığı; Allah'ın hakîm oluşunun isbatının yolu ise, meseleyi O'nun "azîz" olmasına dayamakla olacağı anlaşılır. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Kitabtn tenzili (indirilmesi), o azîz ve hakîm Allah'dandır" buyurmuştur. İnzal ve Tenzîl Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz biz kitabı sana hak olarak indirdik" ayetiyle Iğılı iki soru var: Birinci Soru: "Tenzil" kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, tedrici bir biçimde, parça parça indirdiğine; "inzal" kelimesi de, toptan indirdiğini düşündürmektedir. Böyle olunca, bu iki ifade nasıl bağdaştırabilir? Cevap: Eğer, bahsettiğimiz tarzda "tenzîl" ile "İnzal" arasında bir fark bulunduğu doğru ise, bu iki ifadeyi, telif etmenin yolu, "Biz, sana o kitabı, küllî bir hüküm olarak indirmeye ve ulaştırmaya, kesinkes karar verdik." Bu, "inzâl"in manası; "daha sonra da onu sana, maslahatlara uygun olarak parça parça indirdik" - ki bu da tenzilin manasıdır-" şeklinde denilmesidir. İkinci Soru: Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz biz o kitabı sana hak olarak indirdik" ifadesinden ne kastedilmiştir? Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bununla, "Kur'ân'da, tevhîdin, nübüvvetin, âhiretin ve çeşitli mükellefiyetlerin isbâtına dair koymuş olduğumuz herşey, amel edilip benimsenmesi gerekli olan hak ve gerçektir" manasında olmak üzere, "Biz, sana, o kitabı gerçek olarak indirdik" anlamı kastedilmiştir. b) Bununla, bu kitabın, Allah katından indirildiğine delâlet eden, hak bir delile binâen, "Biz sana o kitabı indirdik" manası kastedilmiştir. Bu delil de, fasîh kimsenin, Kur'ân'a muaraza etmekten âciz oluşlarıdır. Binâenaleyh, şayet Kur'ân mu'cîz bir kelâm olmasaydı, onlar ona muaraza etmekten âciz kalmazlardı. İhlâs Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O halde Allah'a, dini O'na has kılarak, ibadet et" buyurmuş olup, bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:. Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz biz kitabı sana hak olarak indirdik" cümlesinde bu kitabın, hakkı, gerçeği, doğruluğu ihtiva ettiğini beyan buyurunca, işte bu noktada, onda yer alan o gerçeklerden birisini zikretmiştir ki bu da, insanın, ihlaslı olarak, Allah'a ibadetle meşgul olup O'ndan başkasına ibadetten tamamen uzak kalmasıdır. İnsanın, ihlaslı ve samimi bir biçimde Allah'a ibadetle meşgul olması, Hak teâlâ'nın "O halde Allah'a, ihlasla ibadet et" emrinden; insanın, Allah'tan başkasına ibadet etmekten kesinlikle uzak kalmasının gerekliliği de, "Gözünü aç, halis din Allah'ındır" ifadesinden anlaşılmaktadır. Çünkü, ayetteki lafzı, hasr ifade eder. "Hasr, hükmü, mezkûr olana vermek, mezkûr olmayandansa nefyetmek" demektir. İhlasın Şartlan Bil ki, ibadetin ihlasla yapıldığı, hakikatte anlaşılamaz. Ancak, ne var ki biz, ibadetin, İhlasın ve ihlâsa aykırı olan şeylerin ne olduğunu anladığımız zaman, bunu bilebiliriz. Şu halde, bunlar, kendilerinden mutlaka bahsedilmesi gerekli olan üç şeydir. İbadete gelince, bu, yapmak veya söylemek; veyahut da yapmamak veya söylememektir. Ve bu, sırf o emrin mutlaka kabul edilmesi gerekli olan yüce bir buyruk olduğuna inanıldığı için ifâ edilir. fhlasa gelince, bu da, o fiili yapmaya veya yapmamaya kişiyi sevkeden şeyin, sırf (bu emre) inkıyâd ve imtisâlden ötürü yapılmasıdır. İmdi, eğer bundan başka bir sebep sözkonusu olursa, bu durumda, kişiyi taate sevkeden bu sebep, diğer sebepten ya üstün olur, ya ona denk olur veyahut da ondan aşağı olur. Ulemâ, bu sebebin, o sebebe denk veya ondan aşağı olabileceği ihtimalinin kabul edilmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Kişiyi Allah'a taate sevkeden bu sebebin, o sebebe baskın çıkmasına gelince, ulema bunun bunu ifade edip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmiştir Biz, bu meseleyi defalarca ele aldık. Kur'ân'ın lafzı, ibadetlerin ihlaslı bir biçimde yapılmasının farz olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde Allah'a, dini O'na has kılarak ibadet et" buyruğu, ibadetleri, ihlaslı bir biçimde yapmanın gerekliliği hususunda açık bir ifadedir. Bu husus, "Halbuki onlar Allah'a, O'nun dininde ihlâs erbabı ve muvahhidler olarak, ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardır" (Beyyine, 5) ayet-i kerimesiyle de kuvvet kazanır. İhlâsa Aykırı Şeyler İhlasa ters düşen şeylerin izahına gelince, bunlar, şerîki tedai ettiren, çağrıştıran şeyler olup, şunlardır: 1) İbadetin gösteriş için yapılması... Bunun, kahramanlık duygusuyla yapılmış olması da riyaya girer. 2) Kişinin, taatta bulunuş maksadının, cenneti elde etmek ve cehennemden kurtulmak arzusu olması... 3) Onun bu ibadetleri yaparken, bunların, mükâfaatı gerektirmede veya cezayı gidermede tesirleri olduğuna inanması. 4) O taatların makbul olabilmeleri için, kişinin, büyük günahlardan beri olması. Bu son görüş, Mutezilenin görüşüne binâen nazar-ı dikkate alınacak olan görüştür. İhlasın Başı Tevhid Bazı kimseler, Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde Allah'a, dini O'na has kılarak, ibâdet et" emrinden, Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmenin; (Yani, Lâ ilahe illallah demenin) kastedildiğini ileri sürerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in söylediği rivayet edilen, "Lâilahe illallah, benim kale'mdir. Kim benim bu kaleme girerse, azabımdan emin olur" Kenzûl- Ummal 1/156. hadis-i kudsisiyle istidlal etmişlerdir ki, bu, "küfür bulunduğu sürece, taat fayda vermediği gibi, iman olduğu sürece, günahlar da zarar vermez" diyen kimselerin görüşüdür. Ekseri ulemâ ise, bu ayetin, Cenâb-ı Hakk'ın, emir ve yasaklar namına, teklif ettiği herşeyi içine aldığını söylemişlerdir ki, evlâ olan da budur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, Allah'a ibadet et" ifadesi, genel bir ifadedir. Hasan el-Basrî İle Ferazdak Rivayet olunduğuna göre, Ferezdak'ın hanımının vefatı yaklaşınca, namazını Hasan el-Basrî'nin kıldırmasını vasiyyet eder. Hasan el-Basrî, kadının namazını kıldırıp, kadın kabre defnolununca, Hasan el-Basrî, el-Ferazdak'a, "Ey Ebû Firâs, bu iş (ölüm) için ne hazırladın?" dedi. Bunun üzerine Ferazdak, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdeti..." cevabını verdi. Bunun üzerine Hasan el-Basrî (radıyallahü anh), "Bu, (bu işin) direği. Peki bunun ipleri nerde?" buyurdu ve böylece, çadırdan istifade edilebilmesi için, çadırın direğinden, ancak ipler sayesinde yararlanılabileceğini beyân buyurdu. Mu'tezile'nin Amel Anlayışı Kâdî şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Muâz ve Ebû'd-Derdâ'ya, "Ebû'd-Derdâ'ya rağmen, zina etse ve hırsızlık yapsa bile (cennete girecek)" dediği sahîh ise, bu, bu manaya, tevbe etmenin şart koşulması ile hamledilebilir. Aksi halde, bu haberi kabul etmek caiz olmaz. Çünkü bu, bir kere Kur'ân'a muhaliftir. İnsanın, zina ve hırsızlıktan men edilmemesini doğurur. Bir de, böylesi kimse bu fiilleriyle haddi aşmamış olur. Çünkü, bu kimse, çirkin şeylere alabildiğine arzu duyarken, kelime-i şehâdete tutunması halinde, bu günahların ona zarar vermeyeceğini zanneder ve bu, o kişiyi, o çirkin fiilleri yapmaya bir nevi teşvik etmiş olur. Halbuki, bütün bunlar, Allah'ın (emir ve yasaklarındaki) hikmetine aykırı düşer. Bundan günahların zararının tevbe ile zail olup silinmesi de, yine kişiyi o kötü şeyler yapmaya bir teşvik sayılmaz mı?" neticesi çıkarılmasın! Çünkü biz diyoruz ki, günahların zararının tevbe ile zail olacağına inanan kimse, aynı zamanda o kötü şeylerin yapılmasının zararlı olduğuna da inanmakla beraber, ne var ki, tevbenin o zararları silip süpüreceğine de inanmıştır. Ama, "Kelime-i şehâdeti söylediğin müddetçe, çirkin şeyleri yapmak zarar vermez" diyen kimsenin sözü böyle değildir." Kadî'nin sözünün tamamı bundan ibarettir. Mu'tezile'ye Cevap Kâdî'ye şöyle cevap verilebilir: Senin, "(Hadisle alakalı olarak) onların bağışlanacağına dair söz, Kur'ân'a muhaliftir" şeklindeki sözüne gelince, bu hiç de böyle değildir. Tam aksine Kur'ân, buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışmdakileri, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) ve "Rabbin, zulümlerine rağmen, insanlar için mağfiret sahibidir" (Rad, 6) buyurmuştur ki bu son ayet, "zulüm yapmalarına rağmen..." demek olup, bu tıpkı, "yerken, içerken" manasında olarak, "Emiri, yerken ve içerken gördüm" denilmesi gibidir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları dilerse affeder" (zümer. 53) buyurmuştur. Kadî'nin, "Bu, (o kişiyi), o çirkin şeyleri yapmaya teşvik etmeyi gerektirir" şeklindeki sözüne gelince, ona şöyle denilir: Eğer durum böyle olsaydı, o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın, (günahkâr kişileri) bağışlamasının da, aklen çirkin olması gerekirdi. Halbuki bu görüş, Bağdatlı Mu'tezilîlerin görüşüdür. Sen ise bunu demezsin. Çünkü Basralı Mu'tezile'nin görüşüne göre, günahkâra azab etmek, aklen caizdir. Hem bu durumda, kişinin tevbesi ile de bağışlanmaması gerekir. Çünkü kişi, günah işleyip, tevbe ettiğinde, Allah'ın kendisini bağışlayacağını bildiği an, bu da o kötü şeyleri yapmaktan men edici olmaz. Kadî'nin ileri sürdüğü farka gelince, bu haktan uzak bir şeydir. Çünkü kişi, o günahtan o anda tevbe etmeye azmettiği an, bu günahın kendisine artık kesinlikle zarar vermeyeceğini anlar. Sonra biz diyoruz ki: Biz ehl-i sünnetin görüşü şudur: Biz, genel olarak, büyük günahların da affedileceğine kesin olarak hükmediyoruz. Ama bunun, bütün herkes hakkında söz konusu olması meselesi şüphelidir. Çünkü Allahü teâlâ, "Bunun dışmdakileri, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuş, genel olarak mağfiretin olabileceğini kesinkes belirtmiştir. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu bağışlamanın herkes hakkında olacağını kesin olarak belirtmemiş, tam aksine, kendisinin dilediği kimseler hakkında sözkonusu olduğunu belirtmiştir. Böyle bir korku kişide mevcut olduğu sürece, günahları işlemeye teşvik etme diye birşey sözkonusu olamaz! Allah en iyisini bilendir. Farklı Kıraat Keşşaf sahibi şöyle der: "Ed-dîn" kelimesi, (şâz olarak) ref ile de okunmuştur. Bunu ref ile okuyanların hakkı ve görevi, Cenâb-ı Hakk'ın, (zûmer, 3) ifadesine uygun olabilmesi için, (Nisa, 146) ifadesinden dolayı ayetteki (......) kelimesini de lâm'ın fethası ile muhlasan okumalarıdır. Çünkü, "hâlis" de, "muhles" de aynıdır. Ancak ne var ki, ed-dîn kelimesi, "mecâz-i isnadı" olarak, sahibinin (dini yaşayanın) sıfatı ile vasfedilmiş olur ve bu tıpkı, Arapların, "Şair olan şiir" demelerine benzer. Şirkin Masum Yüzü Bil ki, Allahü teâlâ, ibâdetlerin başının tevhîd konusunda samimiyyet ve ihlas olduğunu beyan edince, bunun peşinden, müşriklerin tuttukları yolu kınayan ayeti getirerek, "O'ndan başka kendilerine birtakım dostlar edinenler, "Biz bunlara ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" dediler" buyurmuştur ki, bu ifadenin takdiri, "Allah'ın dışında dost edinenler, "Biz onlara ancak, onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" derler" şeklindedir. Takdirin böyle olması halinde, ayetteki ed-dîn kelimesinin haberi mahzûf olup, bu da "derler" kelimesidir. Putlaştırılan Nesneler Bil ki, ayetteki, "..onlara... "zamiri, Allah'ın dışında, kendisine tapınılan mabutlara ait olup, bunlar da, akıllı ve akılsız diye ikiye ayrılırlar. Akıl sahibi olan mabutlara gelince, birtakım kimseler, meselâ Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya, Hazret-i Üzeyr (aleyhisselâm)'e ve meleklere tapınışlardır. Pekçok kimse de, güneşe, aya, yıldızlara tapmışlar ve fakat bunların düşünebilen, konuşabilen canlılar olduklarına inanmışlardır. Kendilerinde hayat ve akıl bulunmadığı halde, tapınılan mabutlara gelince, bunlar da putlardır. Bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: (Haydi diyelim ki), kâfirlerin ileri sürdüğü bu söz, akıl sahibi olan bu mabutlar hakkında uygun bir sözdürl Ama bu söz, aklı olmayanlar için, hiç de uygun düşmez. Bunu şu iki açıdan izah edebiliriz: a) (......) ifâdesindeki hum zamiri, akıllılara râci olan bir zamirdir. Dolayısıyla putlara râci olması uygun düşmez. b) O kâfirlerin, Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Üzeyr (aleyhisselâm) ve melekler hakkında, Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanmış olmaları uzak ihtimal değildir (inanmış olabilirler). Ama, insanın, putların ve cansız şeylerin, kendilerini Allah'a yaklaştıracağına itikad edip inanması, akıldan uzak bir şeydir. Bu takdire göre, onların maksatları, onlara ibadet etmenin, kendilerini Allah'a yaklaştıracağına inanmalarıdır. Şöyle de denebilir: İnsan, o putlar bir ağaç ya da bir taş olmaları itibariyle, onlara tapmaz. Onlar onlara ancak, onların, ya yıldızların, ya semavî ruhların, veyahut da gelmiş geçmiş peygamber ve salih kimselerin heykelleri olduklarına inandıkları için ibadet ederler ki, o insanların bu putlara ibadet ediş maksatları, ibadetleri, bu heykelleri kendilerinin birer suretleri (sembolleri) kabul ettikleri o varlıklara yöneltmektir. Netice olarak diyebiliriz ki: Putperestler şöyle diyebilirler: "En büyük ilah, beşerin kendisine ibâdet etmesinden yüce ve münezzeh olan bir zâttır. Beşere düşen, meselâ yıldızlar, semavi ruhlar (ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Üzeyr (aleyhisselâm), melekler...) gibi, Allah'ın kullarından ve yaratıklarından en büyüklerine ibadet etmektir. Onlara düşen ise en büyük ilâha ibâdet etmekle meşgul olmalarıdır." İşte onların, ayetteki, "Biz bunlara ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" şeklindeki sözlerinden kastedilen budur. Şirke Red Bil ki Allahü teâlâ, onların bu inançlarını nakledince, buna şu birkaç açıdan cevap vermiştir: 1) Allah, cevap verme hususunda sadece tehditle yetinerek, "Şüphe yok ki Allah onlarla (mü'minler) arasında, ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir" buyurmuştur. Bil ki, batıldan yana olan bir kimse, bâtıl bir görüş ileri sürüp, onda ısrar ettiğinde, buna müdahale etmenin yotu, bu ısrarını onun kalbinden silip süpürecek bir yol araştırmaktır. Binâenaleyh, böylece, adamın kalbindeki ısrarı zail olup, müteakiben, beriki de ona, görüşünün batıl olduğuna dair deliller işittirince, bu metod, maksada daha fazla ulaştırıcı olur. İşte bundan dolayı tabipler, mundıc (olgunlaştırıcı) ilacın, müshil (ishal edici)den mutlaka önce verilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü, olgunlaştırıcı olması suretiyle içteki bozuk maddeler yumuşar ve dışarıya çıkabilecek hale gelir. Böylece, sen ona, işte bundan sonra ishal edici ilacı içirdiğinde tam bir temizlenme (boşalma) sağlanır. Aynen bunun gibi, burada da, karşı taraf ilk önce o korkutma ve o tehditdleri duyunca, bu, aynen, doktorun hastasına ilk defa olgunlaştırıcı ilacı vermesi gibi; ikinci olarak da, görüşünün batıl olduğuna dair o delilleri ona duyurmak da doktorun, o hastaya ikinci olarak ishal edici ilacı vermesi gibi olur. Binâenaleyh, ayetteki bu tehdidin öncelikle ifade edilmesinin faydası, işte budur, Hidayetten Mahrum Olanlar Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Muhakkak ki yalancı, gerçekten kâfir olan o kimseleri Allah, doğruya iletmez" buyurmuştur ki bu, "Kim, yalanda ve küfürde ısrar ederse, hidayetten mahrum olarak kalakalır" demek olup, buradaki yalan ile, o müşriklerin, o putları kendi elleriyle yonttuklarını, onlar üzerinde tasarrufta bulunduklarını ve onların, değersiz cansız nesneler olduklarını bile bile, onların bu putları ibadete müstehak olan ilahlar olarak tavsif etmiş olmalarıdır. Bu şeyleri, ulûhiyyetle vasfetmenin, katıksız bir yalan olduğuna dair ise, zarurî bir bilgi vardır. Ayetteki küfür sözüyle, itikâdla ilgili olan küfrün kastedilmiş olması muhtemeldir. Burada böyledir, çünkü o müşriklerin o putları ilâhlar olarak nitelemeleri bir yalan; onların o putların ulûhiyyetine inanmaları ise, derin bir cehalet ve bir küfürdür. Yine bu ifâde ile, nimete karşı nankörlük etme, manasının kastedilmiş olması da muhtemel olup, bunun izahı şöyle yapılır: İbadet, tazimin doruk noktasıdır. Sonsuz tazim de, ancak, kendisinden sonsuz in'âm ve lütufların çıkıp südûr ettiği kimseye uygun ve lâyıktır. Nimetler veren ise, Allah (c.c)'dır. Bu putların ise, bu işte herhangi bir etki ve fonksiyonları yoktur. Bu putlara ve heykellere ibadette meşgul olmak, gerçek in'âm edicinin meşgul olmak, gerçek inam edicinin nimetini inkâr etmiş olmayı gerektirir (küfrân-ı nimet). Allah'ın Evlâdı Yoktur Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah, bir evlâd edinmek isteseydi, elbette yaratacaklarından dilediğini seçerdi. Fakat O, münezzeh ve yücedir. O, eşi ve benzeri olmayan Allah'dır, birdir ve herşeye hakimdir" buyurmuştur. Bu sözün maksadı, kendisinin, çocuktan münezzeh ve berî olduğuna dair kesin birtakım deliller getirmektir. Ki, bunun izahı, şu birkaç açıdan yapılabilir: 1) "Şayet O, bir çocuk edinmiş olsaydı, ancak, çocukların en mükemmeli olan, erkek evlâd edinmekten hoşnut olurdu. Durum böyle olunca, nasıl olur da siz O'na, kızları nisbet edebilirsiniz?" demektir. 2) Allah, gerçek birdir, tektir. Gerçek tek olanın ise, çocuğunun olması imkânsızdır. O'nun gerçek tek oluşuna gelince, bu şöyledir: Şayet O, mürekkeb bir varlık olsaydı, O kendisini meydana gtıiren her bir parçaya muhtaç olurdu. Halbuki parcası, kendisinden (bütünden) başkadır. Şu halde, bu demektir ki O, başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise, zâtı gereği "mümkin" varlıktır. Zâtı gereği mümkin olan ise, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olamaz. "Gerçekte tek olanın, çocuğu olmazr meselesine gelince, bunun delilleri şunlardır: a) Çocuk, bir şeyin kendisinden ayrılan, sonra da, çocuk suretine denk olan bir suretin oluştuğu bir kısım ve parça demektir. Bu ise ancak, kendisinden bir parçanın ayrılabileceği şeyler hakkında düşünülebilir. Mutlak tek olan varlık hakkında ise, böyle bir şey söylenemez. b) Çocuğun şartı, mahiyetinin tamamı bakımından, babasına denk olmasıdır. Bu demektir ki bu şeyin hakikati bu iki şahıs için de geçerli olan bir hakikat-i nev'iyye (nev' ile ilgili bir hakikat) olmuş olur. Bu ise imkânsızdır. Çünkü onlardan herbirinl tayin etmek eğer o mahiyetin ayrılmaz vasıflarından ise, o zaman o mahiyyetten ancak ve ancak, tek bir şahsın meydana gelmesi gerekir. Eğer, bu tayin etmek, o mahiyetin ayrılmaz vasıflarından değilse, o zaman bu tayin etme işi, o şeyin ayrılması sebebiyle bilinir hale gelmiş olur. Dolayısıyla da o şey, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan bir ilâh olmuş olmaz. Bu sebeple O'nun zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan bir ilâh olmasının, kendisinin gerçekte tek bir fert olmasını gerektirdiği sabit olmuş olur. O'nun, hakiki manada tek olması ise, kendisinin bir çocuğunun bulunmasına manidir. Böylece, O'nun tek oluşunun, çocuğunun olmasına mani olduğu kesinlik kazanmış olur. c) Çocuk ancak, bir çiftten meydana gelir. Çiftlerin ise, mutlaka, aynı cinsten olmaları gerekir. Şayet O'nun çocuğu olmuş olsaydı, o tek olmaz, tam aksine O'nun eşi, hanımı(!) da, O'nun cinsinden olurdu. Allah'ın kahhâr olmasının, O'nun çocuğunun olmasına mani olmasına gelince, bu da şöyledir: Çocuğa muhtaç olan, ölen, böylece de, yerini tutabilecek bir çocuğa muhtaç olan kimse demektir. Şu halde, çocuğa muhtaç olan, ölüme yenilmiş kimsedir. Kendisi kahhâr olup da, hiçkimsenin, kendisine hükmedemediği zât hakkında ise, çocuk düşünülmesi imkânsız olur. Bu sebeple "O, eşi ve benzeri olmayan Allah'dır, birdir ve herşeye hakimdir" ayetinin, Cenâb-ı Hakk'ın çocuğu olmadığını gösterme hususunda, kesin delillere şamil olan lafızlar olduğu sabit olmuş olur. Yaratıcı Kudret |
﴾ 4 ﴿