7

"Sizi bir kişiden yarattı. Sonra ondan da, eşini meydana getirdi. Sizin için, davarlardan sekiz çift indirdi. Sizi, analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışla halkedip duruyor. İşte, Rabbimiz olan Allah, budur. Mülk O'nun. O'ndan başka hiçbir Tanrı yok. Böyle iken, siz nasıl olup da (haktan) döndürülüyorsunuz? Eğer küfrederseniz, şüphesiz, Allah sizden müstağnidir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz, sizin faydanız için, bundan hoşnut olur. Hiçbir günahkâr, diğerinin günahını çekmez. Nihayet, hepinizin dönüşü ancak Rabbinizedir.

Artık neler yapmakta idiniz, O, size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi hakkıyla bilendir"

(Zümer, 5-7).

Bil ki, önceki ayetler, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinin bir, kahhâr ve gâlib, yani kudretinin mükemmel oluşu ile, kendisinin çocuk edinmiş olmaktan münezzeh olduğuna delil getirmektedir. O, bu meseleyi bu hususlara istinad ettirince, bunun peşinden, kudretinin tam müstağni oluşuna delâlet edecek şeyleri zikretmiştir. Bir de, Cenâb-ı Hak, o putların, ilâh kabul edilmelerini tenkit etmiş, bunun peşinden de, nazar-ı dikkate alındığında, ulûhiyyetin tahakkuk edeceği vasıftan getirmiştir.

Ulûhiyyetin Delilleri

Bil ki biz, bu kitabın çeşitli yerlerinde, Allah'ın, ulûhiyyeti isbât sadedinde zikrettiği delillerin ya felekî, ya da unsurî olduğunu beyan etmiştik.

Felekî semavî deliller olanlara gelince, bunlar şunlardır:

a) Göklerin ve yerin yaratılması... Bunun, kadir bir ilâhın varlığına pekçok yönden delâlet ettiğini, (......) (En'âm. 1) ayetinin tefsirinde açıklamıştık.

b) Gece ve gündüzün hallerinin değişmesi... ki bu husus burada, "O, geceyi gündüzün üstüne doluyor, gündüzü de gecenin üstüne doluyor" buyruğunda kastedilmiş olandır. Bu böyledir, zira aydınlıkla karanlık, heybetli iki ordudurlar. Her gün biri diğerine, diğeri de öbürüne galip gelir. Bu hâdise, bunlardan herbirinin mağlûp ve makhûr olduğuna ve bunların kendisinin yönetim ve hakimiyeti altında oldukları bir Kahir ve Gâlib; bulunduğuna delâlet eder, İşte bu kahir ve gâlib olan, Allah (c.c)'dır. Buradaki "tekvir"den maksat, bunların herbirinde, diğerinden noksanlaştığı kadarıyla bir artışın meydana gelmesidir. Gece ve gündüzün tekvîri ile, "Geldikten sonra, arkasını dönüp gitmesinden Allah'a sığınırım..." hadisinde ifâde edilen şey kastedilmiştir. Bil ki, Cenâb-ı Hak işte bu manayı, hem bu ifâdeyle, hem de, "Geceyi gündüze bürür" (Araf, 54), "Geceyi gündüze sokar (Hadid, 6) ve "O, iyice düşünüp ibret almak arzusunda bulunan kimseler ... için gece ve gündüzü birbiri ardınca getirendir" (furkan, 82) ayetleriyle açıklamıştır.

c) Yıldızların hallerinin nazar-ı dikkate alınması... Özellikle, güneşle ayın.. Çünkü güneş gündüzün; ay da, gecenin sultanıdır. Bu alemin pekçok faydaları bu ikisine bağlıdır.

"Herbiri muayyen bir vakit için akıp gitmektedir..." buyruğundaki muayyen vakit, Kıyamet günüdür. Çünkü bu iki şey, bu güne kadar sürüp gider. Ama bu gün tahakkuk ettiğinde, onlar da yok olur giderler. Bu ifâdenin bir benzeri de "Güneşle ay toplandı..."(Kıyame. 9) ifadesidir. Bu müsahhar kılma ile, bu feleklerin, Kıyamete değin, tıpkı, sığırın dönderdiği o dolap gibi, aynı şekilde dönmeleri, o gün geldiğinde ise, kitapların sayfalarının dürülmesi gibi (Enbiya, 104), semânın dürülmesi kastedilmiştir.

Cenâb-ı Hak, işte bu üç çeşit felekî delilden bahsedince, "Gözünü aç. O, emrinde mutlak galiptir. Çok bağışlayladır" buyurmuştur. Ki bu, "Bu büyük kütleleri yaratmak, her ne kadar O'nun aziz, yani kudretinin mükemmel olduğuna delâlet ediyorsa da, ancak ne var ki O, rahmeti, lütfü ve ihsanı büyük ve sonsuz olan, çok affedici bir Rab'dir" demektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinin, kudretinin büyük olduğunu haber vermesi, O'ndan korkmayı ve çekinmeyi; kendisinin çok affedici olduğunu haber vermesi de, rahmetinin çokluğunu; rahmetinin çokluğu da, ümidi ve O'na karşı şevk duymayı gerektirmiştir.

Arzı Delilleri

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, bu felekî delillere, bu süflî alemden alınan delilleri de eklemiş ve böylece bu işe, ilk önce insandan bahsederek, "O, sizi bir kişiden yarattı. Sonra ondan da, eşini meydana getirdi" buyurmuştur. İnsanın oluşumunun, hür ve irâde sahibi bir ilâha delâlet edişinin izahı, defalarca geçmişti. Buna göre şayet, "Hazret-i Adem (aleyhisselâm) insanlar yaratılmazdan evvel yaratılmışken, daha nasıl Cenâb-ı Hak, "O, sizi bir kişiden yarattı. Sonra ondan da, eşini meydana getirdi" diyebilmiştir?" denilirse, alimler işte bu soruya, birkaç şekilde cevap vermişlerdir:

1) Sümme kelimesi, iki hâdiseden birisinin diğerinden sonra olduğunu beyan etmek için kullanıldığı gibi, iki kelâmdan birisinin, diğerinden sonra söylendiğini beyan etmek için de gelebilir. Bu, meselâ bir kimsenin, "Bugün ne yaptıkların bana ulaştı. Sonra senin dün yaptığın ise, çok enteresandı" demesi gibidir. Yine birisi, "Ben sana bu gün bir şeyler verdim. Sonra sana dün verdiğim o şey ise, daha çok idi" diyebilir.

2) İfadenin takdiri, "Sizi tek başına yaratılmış bir nefisten; sonra da o nefisten onun eşini yarattı.." şeklinde olabilir.

3) Allah, Adem (aleyhisselâm)'in zürriyetini, kendi belinden, zerreler halinde çıkardı, bundan sonra da, Havva'yı yarattı.

Helâl Kılınan Sekiz Eş

Bil ki Allahü teâlâ, bir yaratıcının (kendisinin) varlığına, insanın yaratılması ile istidlalde bulununca, bu istidlalinin peşinden, yine bir yaratıcının varlığına, hayvanların varlığı ile de istidlalde bulunarak, "Sizin için, davarlardan sekiz çift indirdi" buyurmuştur ki, bunlar deve, sığır, koyun ve keçidir. Biz, bu hayvanların, bir yaratıcının varlığına nasıl delâlet ettiklerini, Nahl 5. in ayetinin tefsirinde açıklamıştık.

İnzal Tabirinin Kullanılışı

Hak teâlâ'nın, "Sizin için ... indirdi" ifadesinin tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır.

a) Allah'ın hükmü, takdiri ve kaderi, Levh-i Mahfuz'da olacak herşey yazılı olduğu için, "gökten inme" ile ifade edilmiştir.

b) Her canlı, bitki ile hayatiyetini sürdürür. Bitkiler de ancak su ve toprak ile hayatiyetlerini sürdürebilirler. Su ise esas olarak gökten iner. Böylece de esas itibarıyla, bu hayvanlar da sanki gökten inmiş gibidir.

c) Allahü teâlâ bu hayvanları önce cennette yarattı, daha sonra yere indirdi.

"Sekiz çift" tabiri, "Deve, sığır, koyun ve keçi'den, birer erkek ve dişi olarak sekiz eş demektir." "Zevç", beraberinde bir diğeri bulunan herşey için kullanılır. Binâenaleyh bu, tek başına kaldığında "ferd" olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Velhasıl ondan, erkek ve dişi, iki zevç (sınıf) çıkarmıştır" (Kıyame, 39) buyurmuştur.

Ana Karnında Yaratılış

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizi analarınızın karınlarında ...bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışla yaratıp duruyor" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili bir kaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Hamza, elifin ve mim'in kesresiyle Kisâî, hemze'nin fethası ve mim'in kesresiyle (immehâtikum) okurlarken; diğer kıraat imamları, elifin zammesi ve mim'in fethasıyla okumuşlardır.

İkinci Bahis: Allahü teâlâ insanları tek bir şahıstan yani Adem (aleyhisselâm)'den yarattığını anlatınca, bunun peşisıra en'âm'ı yaratışından bahsetmiştir. Cenâb-ı Hak, insandan sonra hayvanların en kıymetlileri "en'âm" olduğu için, özellikle bunlardan bahsetmiştir. Daha sonra, bu ikisinin peşinden, insan ile en'âm hayvanları arasında müşterek olan, ana karnında yaratılmış olma durumundan bahsetmiştir. Ayetteki "Bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışla" ifadesinden murad, Allahü teâlâ'nın, "Andolsun biz insanı çamurdan süzülmüş bir özden yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir alak (rahme tutunmuş bir parça) haline getirdik. Derken bunu bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem eti de kemikler haline getirip, o kemiklere et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışla inşâ ettik. Suret verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir"(Mü'minûn. 12-14) ayetlerinde anlattığı şeylerdir.

Üç Karanlık

Ayetteki, "üç karanlık" tabirinin, ananın karnı, rahmi ve rahimdeki, çocuk kesesi olduğu söylendiği gibi, babanın beli, ananın rahmi ve karnı olabileceği de ileri sürülmüştür ki biz, bu şeyler ile nasıl istidlal edildiğini (delil getirildiğini), al-i imrân, 6 ayetinin tefsirinde anlatmıştık.

Bil ki Allahü teâlâ, bu delilleri ortaya koyup açıklayınca, "işte Rabbiniz olan Allah budur" buyurmuştur. Bu, "Size diyorum, fiillerinin harikalığını görüp anladığınız bu varlık, Rabbiniz Allah'dır" demektir. Bu ayette, Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın, cüzlerden ve kısımlardan, maddelerden ve mekândan münezzeh olduğuna bir delâlet vardır. Çünkü Hak teâlâ, kullarına kendi zatını anlatmak istediğinde, bu şeyleri yaratan ve yönetenin, ancak kendisi olduğunu söylemiştir. Eğer O'nun kendisi, parçalardan ve kısımlardan meydana gelmiş bir cisim olsaydı, kendisini bu kısımlar ve parçalardan bahsederek anlatırdı. Ama O'nun kendisini fiilleri, halleri ve eserlerinden bahsederek anlatması, kendini kendi zatının dışındaki birtakım unsurlarla anlatmadır. Halbuki birinci anlatma, ikinci anlatmadan (tariften) daha mükemmeldir. Dolayısıyla şayet birinci şekil anlatım mümkün olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın ikinci şekli tercih etmesi bir noksanlık ve kusur olurdu. Bu ise, Allah hakkında caiz (doğru) olmazdı. Böylece bu ikinci şekli tercih etmenin, ancak birinci şeklin imkânsız olması durumunda makul ve yerinde olduğunu anlamış oluyoruz. Bu ise, Allah'ın cisim olmaktan ve birtakım kısımlar ile parçalardan meydana gelmekten çok yüce ve uzak olduğuna delâlet eder.

Hükümranlık O'nundur

Daha sonra Allahü teâlâ, buyurmuştur. Bu, hasr (sadece) manasını ifade eder ve "Mülk başkasının değil, ancak O'nundur" demektir. Mülkün, başkasının değil sadece O'nun olduğu ortaya çıkınca, Allah'dan başka ilahın olmadığını söylemek ve inanmak gerekir. Zira eğer bir başka ilah daha bulunsaydı, bu mülk ya onun da olur, veya olmazdı. Eğer onun da olsaydı, bu durumda onlardan herbiri malik ve kadir olurdu. Böylece de aralarında "temânû" (karşılıklı engelleme) olurdu. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "Eğer o ikisinde, yani göklerde ve yerde, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, onlar fesada uğrar, düzeni bozulurdu" (Enbiyâ, 22) ayetiyle beyan etmiştir. Bu, muhaldir. Eğer ikincisi için, bu mülkten birşey yok ise, o zaman o noksan bir varlık olur. Dolayısıyla da ilah olmaya elverişli olmaz. Bu sebeple delil, Allah'dan başka bir "melik" olmadığına delâlet edince, âlemin (kâinatın) ilahının ve bütün mahlûkâtın mabudunun ancak tek, gerçek, hiçbir şeye muhtaç olmayan, herşey kendisine muhtaç Allahü teâlâ olduğunun söylenmesi gerekir.

Bil ki Allahü teâlâ işte bu deliller ile, kendisinin hikmet-kudret ve rahmetinin tam ve mükemmel olduğunu ortaya koyunca, bunun peşisıra müşrikler ve sapıkların yollarını şu birkaç açıdan çürütme işini yapmıştır:

1) Bu, "Böyle iken siz nasıl olup da (hakdan) döndürülüyorsunuz?" cümlesi ile anlatılan husus... Bu ayeti, hem ehl-i sünnet, hem Mu'tezile delil olarak kullanmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerimizin bunu delil getirişleri şu şekildedir: Bu, onların bunca açık seçik şeylerden, kendi kendilerine sapmayıp, aksine onları bu hakikatlerden başkalarının vazgeçirdiği, o başkasının ise ancak Allah olduğu hususunda net bir ifadedir ki aklî delil de bunu destekler. Çünkü herkes, gerçeğe ve doğruya ulaşmak ister. İnsan buna ulaşamayıp, kendinde cehalet ve sapıklık tahakkuk edince, bu işin onun kendisinden değil, başkasından olduğunu anlıyoruz." Mu'tezile'nin istidlal şekli ise şöyledir: "Hak teâlâ'nın bu beyanı, bu döndürmüşten ötürü duyduğu hayreti ifade eder. Binâenaleyh eğer bu döndürme (saptırma) işinin faili Allah olsaydı, bu teaccüb manasız birşey olmuş olurdu."

Allah'ın İhtiyaçsızlığı

Daha sonra Allahü teâlâ, "Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah sizden müstağnidir" buyurmuştur ki bu, "Allah, menfaat elde etmek yahut kendisinden bir zararı gidermek için insanları mükellef tutmamıştır. Çünkü Allahü teâlâ, herşeyden müstağnidir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O'nun hakkında, bir menfaat elde etme ve bir zararı giderme gibi şeyleri düşünmek imkânsızdır" demektir. Şu hususlardan ötürü, Allah'ın herşeyden müstağnî olduğunu söylüyoruz:

1) O, hem zâtı, hem de bütün sıfatları bakımından vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olandır. Böyle olan bir varlık ise, mutlak olarak, hiçbir şeye muhtaç olmaz.

2) Eğer O bir şeye muhtaç olsaydı, bu ihtiyaç ya ezelî, ya sonradan çıkma bir ihtiyaç olurdu. Birinci ihtimal bâtıldır. Aksi halde ezelde, muhtaç olduğu şeyin kendisi tarafından yaratılmış olması gerekirdi ki bu imkânsızdır. Çünkü yaratılmış olma ile ezelî olma birbirine zıddırlar. İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü ihtiyaç, bir noksanlıktır. Hakîm olan varlığı, herhangi bir şey, kendisinin noksanlığını gerektirecek bir işi yapmaya sevkedemez.

3) Farzedelim ki Allahü teâlâ hakkında, şehvet, nefret ve ihtiyaç gibi şeylerin söz konusu olup olamayacağı konusunda bir şüphe vardır. Fakat gökleri, yeri, güneşi, ayı, yıldızları, Arş'ı, Kürsî'yi. dört ana elementi (unsuru) ve bunlardan çıkan üç esas varlık çeşidini yaratmaya kadir olan bir ilahın, (meselâ) Zeyd'in namazından, Amr'ın orucundan istifade etmesinin ve Zeyd'in namazt kılmayışından, Amr'ın oruç tutmamasından zarar görmesinin imkânsız olduğu açık ve kesin olarak malumdur. Böylece, bu anlattığımız şeyler vasıtasıyla, bütün âlemin kâfir olması ve cehaletlerini sürdürmeleri halinde bile, Allah'ın onlara hiçbir ihtiyacı olmadığı, müstağnî olduğu anlaşılır.

Küfre Razı Değil

Daha sonra Allahü teâlâ, "Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz" yani "O, her ne kadar hiç kimsenin imanı kendisine fayda, ve hiç kimsenin inkârı kendisine zarar vermediği halde, yine de küfre razı olmaz, onun olmasını istemez" buyurmuştur. Cübbâî bu ayeti şu iki açıdan kendine delil getirmiştir:

a) Cebriye (Ehl-i sünneti kastediyor), "Kulların küfrünü de Allah yaratmıştır. Binâenaleyh bu küfür (inkâr), Allah'ın yarattığı bir şey olması açısından doğru ve haktır" demektedirler. Eğer durum onların dediği gibi olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, onu kendisi yarattığı için, küfre razı olmuş olurdu. Bu mana ise, bu ayete zıttır.

b) Eğer küfür, Allah'ın takdiri ve kazası ile olmuş olsaydı, o zaman bizim de küfre razı olmamız gerekirdi. Çünkü "Allah'ın kazasına rızâ" vaciptir. Ümmet, "küfre razı olmanın küfür" olduğu hususunda müttefik olduğuna göre, bu işin Allah'ın kazasıyla olmadığı ve Allah'ın rızasına uygun olmadığı sabit olmuş olur."

Cübbâî'ye Cevap

Ehl-i sünnet âlimlerimiz, Cübbâî'nin bu istidlallerine cevap vererek şunları söylemişlerdir:

a) Kur'ân'ın âdeti, "kullar" ifadesini mü'minler için kullanma şeklinde cereyan eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünde ağırbaşlı olarak yürüyen Rahmanın kullan..."(Furkan,63); "Allah'ın kullarının içtiği bir göze..." (İnsan,6) ve "Benim kullanm üzerinde senin (ey şeytan) bir tesirin olamaz" (Hicr, 42) buyurmuştur. Buna göre, "O, kullarının küfrüne razı olmaz" cümlesi, "O, mü'min kulları için küfre razı olmaz" manasında olur. Bu mana ise, biz ehl-i sünnetin inancına zarar vermez.

b) Küfrün, Allah'ın iradesiyle olduğunu söylüyoruz. Ama küfrün, Allah'ın rızası ile olduğunu söylemiyoruz. Çünkü "rızâ" o şeyi övmek, yapılışını medh-ü sena etmek demektir. Zira Hak teâlâ, "Şüphesiz Allah mü'minlerden razı oldu..." (Fetih, 18) buyurmuştur ki bu, "Allah o mü'minleri över, medh-ü sena eder" demektir.

c) Allah kendisine rahmet etsin, babam Ziyâüddîn Ömer şöyle derdi: "Rızâ, kınamamak ve karşı gelmemek demektir. Bu ise irâde etmek demek değildir. Bunun delili, İbn Düreyd'in sözüdür. O, bu şiirinde rızanın, zorlama ile birlikte bulunacağını kabul etmiştir. Bu da, bizim dediğimiz hususa delâlet eder.

d) Farzedelim ki "rızâ", bir şeyi irâde etmek (istemek) manasınadır. Ama ayetteki "O, kullarının küfrüne razı olmaz" ifadesi genel bir ifadedir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın, kâfirin küfrünü irâde ettiğine delâlet eden ayetlerle tahsis edilir (sınırlandırılır). Bu tıpkı, "Siz ancak Allah'ın dilediği şeyleri dilersiniz" (insan, 30) ayetinde olduğu gibidir. Allah en iyi bilendir.

Şükre Razı Olur

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Eğer şükrederseniz, sizin için Landan hoşnud olur" buyurmuştur. Allah küfre rızası olmadığını bildirince, şükürde." razı olduğunu beyan etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kıraat âlimleri, (......) kelimesinde "hû" zamirini şu üç değişik şekilde okumuşlardır:

1) Nâfî, Ebû Amr, İbn Âmir, Âsim, Hamza, bunu zammeli olarak ve "ihtilas" ile okumuşlardır.

2) Bir diğer rivayete göre Ebû Amr ve Hamza, tahfif (kolaylık için), bunu sükûn ile okumuşlardır.

3) Yine bir diğer rivayete göre Nâfî ve İbn Kesir, İbn Âmir, Kisâî. bunu zamme ve "işba' " ile okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle der: "Kıraat imamlarından, bu zamire vâv ekleyecek kadar, bunu işba ile okuyanlar var. Çünkü "hû"dan önceki harf harekeli olunca, tıpkı daki hfi'lar gibi olur. Dolayısıyla bunlar, bütün kıraat imamlarınca işba ile okunduğuna göre, bu "hâ" da böyle okunabilir. Yine kıraat imamlarından hâ'yı harekeli okuyup, bunu sanki önünde vâv varmış gibi çekmeyenler de vardır. Çünkü bu kelimenin aslı, şeklindedir. Cezmden ötürü hazfedilen elifin, bu hazfi vacip değildir. Dolayısıyla sanki var gibi hükmündedir. Elif varken nasıl vâv getirmek caiz değilse, işte burada da böyledir.

İkinci Mesele

"Şükr", söz, inanç ve amelden mürekkeb bir haldir. Söz, nimetin olduğunu ikrar etmek; inanç, o nimetin, nimeti veren O zattan çıktığına inanmaktır.

Suçun Şahsîliği

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hiçbir günahkâr diğerinin günahım çekmez" buyurmuştur. Cübbâî şöyle der: "Bu, Allahü teâlâ'nın hiç kimseye, başkasının fiilinden ötürü azâb etmeyeceğine delâlet etmektedir. Eğer kâfirlerin fiilini Allah yapmış ve yaratmış olsaydı, onlara bu fiillerden ötürü azabetmesi caiz olmazdı. Yine atalarının günahı yüzünden torunlara azab etme de caiz değildir. Ama ehl-i sünnet bunun aksini söylüyor. Âkilenin (yani suçlunun akrabalarının), diyeti ödemesini kabul etmeyenler de bu ayeti delil getirmişlerdir.

Dönüş Allah'adır

Allahü teâlâ sonra, "Nihayet, hepinizin dönüşü ancak Rabbinizedir" buyurmuştur. Bil ki biz, insan için en önemli şeylerin, mümkün olduğu kadar yaratanını tanıması, bu dünya hayatında kendisine zararlı ve faydalı şeyleri, ölümden sonraki hallerini öğrenmek olduğunu defalarca anlattık. Dolayısıyla bu ayette, gerek ulvî âlem, gerek süflî âlemden olmak üzere, Allah'ın kudretinin, ilminin ve hikmetinin mükemmelliğine delâlet eden pek çok deliller vardır. Cenâb-ı Hak, daha sonra şükretmeyi emretmiş ve küfrü nehyetmiş; peşisıra da, "Nihayet, hepinizin dönüşü ancak Rabbinizedir" buyurarak, insanın ölüm sonrası hallerini anlatmıştır. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Müşebbihe, ilâ edatına tutunarak, âlemin ilahının bir cihette bulunduğu görüşüne yol bulmaya çalışmıştır ki, biz buna defalarca cevap vermiştik.

İkinci Mesele

Bir topluluk da, bu ruhların bedenlerden önce de var olduğunu iddia etmiş ve bu ayet ile diğer ayetlerde bulunan "rücû-geri dönmek" kelimesine tutunmuştur.

Üçüncü Mesele

Bu ayet, ba's ile Kıyametin isbâtına, vaki olacağına delâlet etmektedir. .

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık neler yapmakta idiniz, O, size haber verir" buyurmuştur. Bu ifade, günahkâr için bir tehdit, mutî için ise bir müjdedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi hakkıyla bilendir" cümlesi ise, önceki ifadenin bir illeti de (sebebi) gibidir. Yani, "Amellerinizi size haber vermesi, O'nun için mümkündür. Çünkü O, bütün malûmatı bilendir. Binâenaleyh O, sizin kalplerinizdeki davet edici sebeplerle alıkoyucu şeyleri de bilir" demektir. (Nitekim) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah sizin hizmetlerinize ve sözlerinize bakmaz; fakat O, sizin kalplerinize ve amellerinize bakar. " Müslim, birr, 33,34 (4/1987).

Farz Olan Bilgi

7 ﴿