20

"Tağût'tan, ona tapmaktan kaçınıp da Allah'a yönelenlere (gelince), onlar için de müjde vardır, O halde, kullarımı müjdele. (O kullarım ki), onlar söze, (dikkatle) kulak verirler de, onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar, Allah'ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerdir, işte bunlar, temiz akıl sahipleri olanların ta kendileridir. Kendisine azap hükmü hak olmuş kimseyi, (bu yüzden) ateşte bulunan kişiyi, artık sen mi kurtaracaksın? Fakat Rablerinden korkanlar (yok mu), onlar için, üzerlerinde (başka başka) konaklar bina edilmiş, altlarından da ırmaklar akan yüksek konaklar bulunur. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah, sözünden caymaz"

Bil ki, Allahü teâlâ, vaadi, her zaman vaîdiyle (tehdidiyle) birlikte zikredilsin, böylece de mükemmel manada bir terhîb ve terğîb olsun diye, putlara ve heykellere tapanlarla ilgili olan tehditlerden bahsedince, (bunun peşinden) bunlara ibâdetten kaçınan ve şirkten korunan kimselerle alâkalı olan vaadini getirmiştir. Bu kelime ile ilgili birkaç mesele vardır:

Tâğût

Keşşaf sahibi şöyle der: Tâğût, tıpkı melekût ve rahemût vezninden olup, "tuğyan" masdanndan, feelût veznindedir. Ancak ne var ki bu kelimede, lamel fiilin ayne'l-fiil'den önce getirilmesi suretiyle, bir kalp (çevirme, değiştirme) bulunur. Lafızda şu tür mübalağalar vardır:

a) Bu husus, bizzat masdann kendisiyle ifâde edilmiştir. Buna göre bu şey, adeta o tuğyan ve azgınlığın kendisi olmuş olur.

b) Bu kalıp, mübalağa kalıbıdır. Çünkü rahemût, "geniş rahmet"; melekût da, "yaygın ve şümullü mülk" demektir.

c) Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu kelimede lame'l fiil, aynelfiilden önce getirilmiştir. Bu gibi şeylere de ancak, mübalağa ifade etmek için başvurulur.

İkinci Mesele

Alimler, bu ayetteki "tâğût" kelimesi ile, şeytanın mı yoksa putların mı kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunun, şeytan olduğu ileri sürülmüştür. Eğer, "Bu müşrikler şeytana değil, putlara tapınışlardır" denilirse, biz deriz ki: Putlara tapmaya kışkırtan şeytan olunca, putlara ibâdete yönelmek, şeytana ibâdet etmek olmuş olur.

Buradaki tâğût kelimesiyle, putun kastedildiği gibi; bu harekette bulunamadıkları için, onlara, mecazî olarak "tâğûtlar" adının verildiği de ileri sürülmüştür. O halde azgınlar (tağîler), bu putlara tapanlardır. Ancak ne var ki, tuğyan, putlar görülüp onlara yaklaşıldığında tahakkuk edince, putlar, zahir itibariyle, müsebbebin (neticenin) vasfının sebebe verilmesi kabîlindendir. İşte bu şekilde tavsif edilmişlerdir. Allah'ın dışında kendisine tapılan ve itaat edilen her şeyin, tâğût olduğu da ileri sürülmüştür.

Tarihlerde şu ifade edilmektedir: Putlara ibâdetin temeli şudur: Birtakım kimseler, ilâhın büyük bir nûr; meleklerin de, küçüklük ve büyüklük açısından, farklı farklı birtakım nurlar olduğuna inanan, ve böylece teşbih İnancını benimsemiş olan kimselerdi. Derken, bu hayallerine uygun birtakım heykeller ve şekiller icâd ettiler ve kendilerinin Allah'a ve meleklere ibadet ettikleri inancıyla, bu heykellere ve şekillere ibadet etmeye başladılar.

Ben diyorum ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Tâğût'tan ... kaçınıp da..." ifadesinden sonuç olarak elde edilen mâna, "Allah'ın dışında kalan her şeye kulluk etmekten yüz çevirenler" şeklindedir.

Bütün Varlığı ile Allah'a Dönme

(......) cümlesi, "Bütün varlıklarıyla Allah'a yönelirler" demektir. Ben, Tevrat'ın beşinci bölümünde, "Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa'ya: "Ey Musa bütün kalbinle, Allah'a icabet et" buyurduğunu gördüm. Şimdi ben diyorum ki: Kişinin kalbinde, Allah'dan başkasına bir alâka olduğu sürece, bu kimse, bütün kalbiyle Allah'ına icabet etmiş olmaz. Bütün kalble Allah'a icabet, ancak taat konusunda bile, kalbin, Allah'ın dışında kalan her şeyden yüz çevirdiğinde elde edilebileceğine göre, daha nasıl kalp, bu alemde birtakım sebeplerin neticelere götürdüğünü hissi ile müşahede edip dururken, Allah'ın dışında kalan her şeyden yüz çevirebilecektir?! Biz diyoruz ki: Kalbin, Allah'ın dışında kalanlardan yüz çevirmesi ile onun bunların yokluğuna hükmetmesi kastedilmem iştir; çünkü bu, safsataya düşmek olur. Bu ise, bâtıldır. Tam aksine bundan maksat, kişinin, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olanın tek olduğunu; O'nun dışında kalan her şeyin, zâtı gereği mümkinü'l-vücûd olduğunu ve zâtı gereği mümkin olan her şeyin, ancak vâcibü'l-vücûd'un var etmesiyle meydana geleceğini bitmesidir.

Allah'ın Yaratma Mekanizması

Daha sonra. Cenâb-ı Hak, eşyayı yaratmasını iki kısma ayırmıştır.

a) Vasıtasız olanlar, ki bunlar, gökler âlemi ile, ruhanî alemlerdir.

b) Vasıtalı olanlar ki, bunlar da unsurlar âlemi ile süflî alemdir. Eşyanın işte bu tarzda olduğunu anladığın an, bütün her şeyin Allah için, Allah'dan, Allah ile olduğunu ve O'ndan başka herhangi bir müdebbirin ve O'nun dışında herhangi bir müessirin olmadığını anlarsın. İşte bu durumda kişinin bakışları, mümkin varlıklardan kesilir, kalbi, ilk müessir ve ilk mûcid ile meşgul hale gelir. Çünkü bu kimse şayet, böylesi bir neticeye ulaştıracak bir biçimde maddî-manevî sebepleri araya sokarsa, o zaman bu durum gerçekleşir. Eğer kişi, böylesi bir neticeye ulaştıracak bir biçimde bu şeyleri kullanmazsa, o zaman bu netice meydana gelmez. İşte bu yolla da, bu noktada onun bakışları her şeyden uzaklaşır, kalbinde, sadece ilk mûcid (Allah) hariç, hiçbir şeye karşı ilgi ve alâka kalmaz.

Tevekkülün Manası

Bir gün ben, ırz, namus, malı ve canı koruma hususunda çocuklardan birisine nasihat ediyordum. Derken çocuk bana karşı geldi ve "Çalışıp çabalamaya; sa'y ü gayrete değil, tam aksine Allah'ın kaderine dayanmak gerekir" dedi. Bunun üzerine ben de, "Senin söylediğin bu söz, doğrudur, ancak ne var ki, sen bunun ne manaya geldiğini bitmiyorsun" dedim. Çünkü, her şeyin Allah'dan olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki Allah, eşyayı şu iki şekilde idare etmektedir:

a) Bunların bir kısmının meydana gelmesini ve gerçekleşmesini, bilinen birtakım sebeplere bağlamıştır.

b) Bir kısmını da, bu sebepleri vasıta kılmaksızın yaratır. Birinci kısım, süflî alemde meydana gelen hadiselerdir. İkinci kısım da, ulvî alemde meydana gelen hadiselerdir. İmdi, biz diyoruz ki: Kim, süflî alemde meydana gelen bu hadiseleri, Cenâb-ı Hakk'ın tayin edip belirlediği o sebeplerden hareketle elde etmek istemezse, bu kimse Cenâb-ı Hakk'a hikmeti hususunda karşı koymuş, yönetimi hususunda muhalif olmuş olur. Çünkü Allahü teâlâ, süflî alemdeki şeylerin, o belli, malûm sebeplere binâen meydana gelmelerine hükmetmiş; sen ise, bunları o sebepler olmaksızın elde etmek istiyorsun. İşte, Allah'tan başkasından yüz çevirmenin ve tamamiyle Allah'a yönetmenin hakikati hususundaki sözümüz budur. Şu halele, ayetteki ifadesi, kişinin, Allah'dan başka her şeyden yüz çevirmesine; cümlesi de, kişinin bütün varlığıyla Allah'a yönelmesine bir işarettir.

Müjde

Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte bu kimselere birtakım şeyler vaadetmiştir:

a) "Onlar için de müjde vardır" cümlesinin ifade ettiği husustur. Bil ki bu husus, şöylesi birtakım cihetleri alâkadar etmektedir:

1) Bu müjde ne zaman tahakkuk edecek? Biz deriz ki: Bu, kişinin ölümü yaklaştığında; kabre konulduğunda; Kıyamet meydanında durduğunda; bir kısım cennete bir kısım da cehenneme gittiğinde ve mü'minler cennete girdiğinde olacaktır. İşte bu duraklardan herbirinde, hayır, huzur, rahatlık ve genişlik gibi bir müjde meydana gelir.

2) Bu müjde, ne ile elde edilecektir? Biz diyoruz ki, bu müjde, kötülüklerin ortadan kalkması ve kişinin muradını elde etmesiyle olacaktır. Başa gelmesinden hoşlanılmayan şeylerin ortadan kalkmasına gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Korkmayın ve hüzünlenmeyin...diye..." (fussilet, 30) ayetinden anlaşılmaktadır. Korku, ilerde olacak şeylerden ötürü duyulur. Hüzün ise, geçmiş şeyler sebebiyle olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "korkmayınız ... diye" buyurması, "İlerde Kıyametin hallerinden korkmayın; dünyada elde edemediğiniz o güzel şeyleri elde edemediğinizden dolayı da üzülmeyiniz..." anlamındadır.

Allahü teâlâ, başlarına gelmesini istemedikleri bu şeyleri onlardan izâle edince, onlara, hayırlar ve mutluluklar meydana geleceği müjdesini vererek, "cennetle sevinin..." (Fussilet, 30) buyurdu. Yine Cenâb-ı Hak bir başka ayette, "O günde ki, erkek mü'minlerle kadın mü'minleri, nurları önlerinden ve sağlarından koşar bir halde görürsün. (Melekler onlara), "Bugün sizin müjdeniz, içlerinde ebedî kalacağınız, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir" (diyeceklerdir)" (Hadid, 12) buyurmuş, başka bir yerde ise (aynı şekilde), "Canlarının isteyeceği, gözleri aydın edecek ne varsa, oradadır ve siz, içinde ebedî kalacaksınız" (Zuhruf, 71) buyurmuştur.

3) Müjdeyi veren kimdir? Biz diyoruz ki: Bunların, melekler olması muhtemeldir. Onlar ya ölüm sırasında bu müjdeyi verirler, -ki nitekim Cenâb-ı Hak, "Ki bunlar, meleklerin, pâk ve âsûde olarak canlarını alacakları kimselerdir. "Selâm size..." derler" (Nahl, 32) buyurmuştur-, yahut da, onlar cennete girdikten sonra bu müjdeyi verirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sabrettiğiniz şeylere mukabil, sizlere selâm! Dâr(-ı dünya)nın ne güzel sonucudur bu!" (Ra'd,24) buyurmuştur. Bu müjdeyi verenin, Allahü teâlâ olması da muhtemeldir. Nitekim O, "Kendisine kavuşacakları gün onlara edeceği mutluluk dileği, selâmdır" (Ahzâb. 44) buyurmuştur.

(......) daki Te'kîd Üslûbu

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinde, şu tür tekîdler bulunmaktadır:

a) Bu, hasr ifâde eder. Çünkü bu cümle, "başkaları için değil, onlar için müjde vardır!" manasındadır ki bu da, bu müjdenin, herhangi bir kimse hakkında, bu kimsenin, Allah'dan başkasına ibadet etmekten kaçınıp, tamamen Allah'a yöneldiğinde, tahakkuk edeceğini ifade eder.

b) el-Büşrâ kelimesinin başındaki eliflâm, mahiyeti ifade eder. Binâenaleyh bu etiflâm, bu mâhiyetin tamamının, işte bu kimselere ait olduğunu ifade eder. Dolayısıyla da, bu müjdeden, başkaları için bir pay söz konusu olmaz.

c) Haber verme ile müjdeleme arasında bir fark yoktur. O halde, müjde, o iyiliklerin tahakkuk ettiğine dair verilen, ilk haberdir.

Bunu iyice kavradığında şimdi biz diyoruz ki: Bu kimseler, dünyada iken, çeşitli mükâfaat ve hayırlara dair duydukları her şeyi, işte bunlar ölürken veya kabirde iken duyduklarında, bu bir haber vermek olur. Binâenaleyh, bu müjdenin, ancak, onların bu dünyada iken duyup bildikleri şeyin üzerinde, başka çeşitli mutlulukların gerçekleşeceğine dair bir haber hasıl olduğu zaman vaki olacağı sabit olmuş olur. Biz, Allah'dan, bunu elde edebilmeyi isteriz. Nitekim Cenâb-ı Hak da,"...gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) kendilerine neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez...(Secde. 17) buyurmuştur.

d) ifadesiyle, (bu müjdeyi veren), Allah'dır. Allah ise büyükler büyüğü ve mevcudatın en mükemmelidir. Bu müjdenin tahakkuk etmesinde nazar-ı dikkate alınan şart da büyük olup, bu da, Allah'ın dışında kalanlardan içtinap ederek, bütün varlığıyla O'na yönelmedir. Büyük bir hükümdar ortaya büyük bir şart koyup, sonra da, "Bu büyük şartı yerine getirenlere (şunu) müjdelerim" dediğinde, bu büyük şarta bağlanmış olan ve bu büyük hükümlerden sâdır olacak olan bu müjde, müjdelenen o şeyin, mükemmellik ve üstünlük bakımından, akılların ve fikirlerin açıklayamayacağı bir dereceye ulaştığına delâlet eder. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin, işte bu bakımlardan sonsuz mükemmellik ve sonsuz mutluluğa delâlet ettiği sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Müjdelenenlerin Sıfatı

Bil ki Allahü teâlâ, "Onlar için de müjde vardır" deyip, bu da, adeta mücmel bir ifade gibi olunca, bunun peşinden onu açıklayacak bir kelâmı getirerek, "O halde, kullarımı müjdele. (O kullarım ki), onlar söze, (dikkatle) kulak verirler de, onun en güzeline uyarlar..." buyurmuş ve, "Sözü İyice dinleyip de, böylece o sözün en güzeline tâbi olan" bu kulları ile, başkalarını değil, tâğûtlardan uzaklaşarak, büsbütün Allah'a yönelenleri kastetmiştir. İşte bu da, saadetlerin başının, hayır kaynaklarının, iyilik madenlerinin, Allah'dan başkasından yüz çevirip ve tamamen kendini Allah'a tâate vermek olduğunu gösterir ki, bu ifadenin maksadı, tâğûtlardan uzaklaşıp bütünüyle Allah'a yönelen o kimselerin, işte sözü iyice dinleyip de, o sözün en güzeline tâbi olanlar diye nitelenenlerin bu kimseler olduğuna dikkat çekmektir! Böylece, işte bu metoda dikkatleri çekmek için, zahir isim, zamirin yerine konulmuştur.

Sözün En Güzeli

Ulemâdan bazıları da şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, tâğûtlardan uzaklaşıp, tamamen Allah'a yönelenler için müjde olduğunu beyân edip, bu da, sadece evvelkilerin kendisine ulaşıp elde ettiği yüce bir derece olup, ayrıca saadet ve mutlulukları sadece onlara tahsis etmek de, büyük bir çoğunluğun bundan mahrum olmasına yol açıp, bu da, tam ve mükemmel bir rahmete uygun düşmeyince, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, hükmü daha genel tutmuş ve "Bütün her hususta ve her şeyde, en güzelini seçen herkes, mutlular zümresine dahildir!" buyurmuştur." Bil ki bu ayet, şöyle birtakım incelikleri gösterir:

Birinci İncelik: Tefekkür ve istidlalde bulunmanın farz olması... Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, hidâyet ve felahın, insanın, dinlemiş olduğu o pekçok şeylere bağlı olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü insan bu durumda, dinlediği bu şeylerden, en güzelini ve en doğrusunu seçip alır. En güzelini ve en doğrusunu diğerlerinden seçip almanın ise, ancak duyup dinleme ile olmayacağı malûmdur. Çünkü duyup dinleme, herkes için müşterek olan bir husustur. Zira, Allahü teâlâ'nın, "(O kullarım ki), onlar söze, (dikkatle) kulak verirler..." ifadesi, okuyup dinlemenin, herkes için müşterek olduğuna delâlet etmektedir. Böylece, en güzelini diğerlerinden seçip almanın, duyup dinleme değil de, aklî deliller ve tefekkür ile olacağı sabit olmuş olur. Bu da, övgü ve medhe mazhar olmayı gerektirenin, aklın delillerine tâbi olmak ve işi, düşünmeye, tefekkür etmeye ve istidlalde bulunmaya bağlamak olduğuna delâlet eder.

İkinci İncelik: Mezhepleri ve dinleri doğru kabul etmenin yolu, şu iki şeyden geçer:

a) Dini elde etmek amacıyla, onun doğruluğuna dair, deliller ve hüccet getirmek... Bu ise ancak, (o dinin) bütün meselelerine dair tafsilatlı bir izaha girmekle elde edilmesi mümkün olan bir şeydir.

b) Biz, bu dinin delillerini araştırmaya, onları İzah etmeye, şüphelerini gidermeye ve o şüphelerin asılsızlığını ortaya koymaya girmeden önce, bu görüşler ve dinler ile, bunların zıtlarım aklımıza vururuz. Aktın daha ilk bakışta, daha üstün ve daha mükemmel olduğuna hükmettiği her şey, kabul edilmeye daha uygun ve daha evlâ olur. Bunu şöyle bir misâl ile açıklayalım: Akıl, açıkça, âlemin ilâhının, Hayy, Atim, Kadir, Halım, Hakîm ve Rahîm olan bir ilâh olduğunu kabul etmenin, bunları inkâr etmekten daha makul olduğuna şehâdet etmektedir. Binâenaleyh, bu yol ve bu din, daha evlâ olmuş olur.

Yine, Allah'ın, mülkünde ve hükümranlığında, ancak O'nun meşîetine uygun olan şeylerin olabileceğini ikrar ve kabul etmek, Allah'ın hükümranlığında meydana gelenlerin çoğunun, O'nun irâdesinin aksine olarak meydana geldiğini söylemekten daha uygundur. Allah'ın tek, hiçbir şeye muhtaç olmayıp, aksine her şeyin kendisine muhtaç olduğu Samed olup, mürekkeb olmaktan ve uzuvlara sahip olmaktan münezzeh olduğunu söylemek, O'nun, cüzlerinin ve parçalarının bulunduğunu ve bunlardan meydana geldiğini söylemekten daha uygundur.

Yine, O'nun zamandan ve mekândan azade bir zât olduğunu söylemek, O'nun, zamana ve mekâna muhtaç olan bir zât olduğunu söylemekten daha evlâdır. Yine, Allah'ın Rahim, Kerîm olduğunu; bazan, vereceği cezadan vazgeçtiğini söylemek, O'nun, asla affetmeyen bir zât olduğunu söylemekten daha evlâdır Binâenaleyh, işte bütün bu hususlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Okullarım ki), onlar söze, dikkatle kulak verirler de, onun en güzeline uyarlar..." ayetinin muhtevasına girer. Bu sebeple diyoruz ki, işte bunlar, itikâd konularında sözün en güzelini seçmeyi ilgilendiren hususlardır.

Mükellefiyetle ilgili olanlarına gelince, bunlar da iki kısma ayrılır:

a) İbâdetlerle ilgili olanlar...

b) Muamelâtta ilgili olanlar...

İbadetle ilgili olanlara gelince, bu meselâ, bizim, "Girişinde, Allahu Ekber, denilen; bu tekbirle beraber niyet edilen; Fatiha sûresi okunan; beş durakta tadîl-i erkân yapılan; teşehhüd okunulan ve "es-Selâmü aleyküm..." ifadesiyle kendisinden çıkılan namaz, hiç şüphesiz bu, kendisinde bu tür kurallara riayet edilmeyen namazdan daha güzeldir. Akıllı kimseye, işte böylesi namazı tercih etmesi, bunun dışındakileri terk etmesi gerekir" şeklindeki sözümüzdür. Bütün, ibâdet konularında hüküm, aynıdır.

Muamelâtla ilgili olanlara gelince, bu da böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, kısası, diyeti ve affetmeyi meşru kılmış; ne var ki bu arada, (insanları), affetmeye teşvik ederek, "Affetmemiz, takvaya daha yakındır.."(Bakara,237) buyurmuştur. Ibn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bununla şu kastedilmiştir: Kişi, bir toplulukla beraber oturur; oradaki iyi, güzel, ya da kötü sözleri dinler, ama sonunda, dinlediği şeylerin, en güzelini anlatır; diğerlerini ise terkeder (unutur)."

Akıl-Hidayet İlişkisi

Bil ki Allahü teâlâ, sözü dinleyip de, böylece o sözün en güzeline tâbi olanlar hakkında, 'işte bunlar, Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir İşte bunlar temiz akıl sahiplerinin ta kendileridir" demek suretiyle hükmetmiştir ki, burada şöyle ilginç bir incelik vardır: Akılda ve ruhta hidayetin meydana gelmesi, sonradan olan (muhdes) bir iştir. Binâenaleyh bu iş için, mutlaka bir fail; ve bu işi kabullenen bir varlığın bulunması gerekir. Binâenaleyh faile gelince, işte bu, Allah (c.c) olup, bu mânâ O'nun "işte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir" cümlesinden kastedilendir. Bunu kabul eden varlığa da, O'nun, 'İşte bunlar, temiz akıl sahiplerinin ta kendileridir" cümlesiyle işaret edilmiştir. Çünkü insan, akıllı ve kâmil manada anlayışlı olmadığı müddetçe, bu tür gerçek bilgilerin, onun kalbinde meydana gelmesi imkânsız olur. Biz, "Bu hidâyetin faili, Allah'dır!" dedik, zira, ruh cevheri, hem kendisindeki aklın nuru ile birlikte, gerçek ve bâtıl inançları kabul edebilecek bir konumdadır. Birşey, iki zıd şeyi de kabullenebilecek biçimde olursa, onu üstlenebilecek olanın bu iki duruma nisbeti, eşit seviyededir. Durum böyle olunca, bu kabul edenin, iki taraftan birisinin ağır basmasına sebep olması imkânsız olur. Baksana, madde, aynı derecede hareket ve sükûnu kabul edici olduğunda, maddenin bizzat kendisinin bu iki taraftan birinin diğerine üstün olmasına sebep olması imkânsız olur.

İmdi, şayet onlar, "Biz, ruhun ve aklın bizzat kendisinin, böyle bir üstünlüğü gerektirdiğini söylemiyoruz. Tam aksine biz, onun bu iki taraftan birisini elde etmeyi istediğini söylüyoruz... Dolayısıyla da, işte bu istek, bu tercihin sebebi olmuş olur, diyoruz.." derlerse, biz deriz ki: "Bu da bâtıldır. Çünkü, ruhun bizzat kendisi, böylesi bir irâdeyi üstlenebileceği, kabul edebileceği gibi; aktın bizzat kendisi de nefsin üstlendiği bu irâdeye taban tabana zıt bir iradeyi izhâr edebilir. Böylece de, nefis cevherinin, bu irâdenin sebebi olması, imkânsız olur. Dolayısıyla, hidâyetin tahakkuk etmesi için, mutlaka ve mutlaka, bir fâilin ve o hidâyeti üstlenecek bir kâbil'in (varlığın) bulunması gerektiği sabit olmuş olur. Failin, nefsin bizzat kendisi olması imkânsızdır. Tam aksine fail, Allah'dır. Kabile, benimseyene gelince, işte bu, nefis cevheridir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "İşte bunlar, Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir. İşte bunlar, temiz akıl sahiplerinin ta kendileridir.." buyurmuştur.

İstifham Cümlesinin İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Kendisine azap hükmü hak olmuş kimseyi, (bu yüzden) ateşte bulunan kişiyi, artık sen mi kurtaracaksın?" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetin lafzıyla alâkalı bir soru vardır ve şöyledir: "Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Halbuki Arapça'da, aynı anda, hem isim hem de haberin başına istifham harfinin, hemzenin getirilmesi doğru olmaz. Meselâ "Zeyd'i mi, onu öldürüyor musun?" denilmez. Tam aksine burada, bir başka şey vardır ki bu da şudur: İstifham harfi, şart ve şartın cevâbının başına gelebildiği gibi, aynı anda fâ harfi de, her ikisinin başına gelir ki bu da, ayetteki ifadesiyle ifadesidir. İşte böyle bir sorudan dolayı nahiv âlimleri ihtilaf etmiş ve bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) Kisâî şöyle der: "Ayet, iki cümle olup, ifadenin takdiri, "Kendisine azâb hükmü hak olmuş kimseyi mi, sen mi onu himaye ediyorsun? Onu sen mi, ateşten kurtaracaksın?" şeklindedir.

b) Keşşaf sahibi şöyle der: "İfadenin aslı, "Kendisine azâb hükmü hak olmuş kimseyi, onu sen mi kurtaracaksın? -...onu kurtaracaksın)" şeklinde olup, bu, başına, inkâr için olan hemze ile, ceza için (şartın cevabı) olan fâ'nın geldiği bir şart cümlesidir. Daha sonra ise bunun başına, hitabın kendisine delâlet ettiği mahzûf bir şeye atfedebilmek için fâ gelmiştir ki, kelamın takdiri, "Sen mi onların işini üstlenmişsin? Bir kimseye azâb hükmü hak olmuşsa, onu sen mi kurtaracaksın?!.." şeklindedir. İkinci hemze, birincinin aynısı olup, "yadırgama ve inkâr" manalarını tekîd için, tekrarlanmıştır. ifadesi de,'deki huve zamirinin yerine konulmuştur. Bu izaha göre ayet, tek bir cümledir.

c) Bu istifham harfinin, burada inkâr manasını ifade için getirildiği söylenebilir. Cenâb-ı Hakk'ın işte bu hususu yadırgaması tam ve mükemmel olunca, hiç şüphesiz bu inkârı alabildiğine yapabilmek için, hem şartta, hem de cezada (azab) da, istifham edatını getirmiştir.

İkinci Mesele

Alimlerimiz, hidayet ve dalalet meselesinde bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, "Kendisine azab hükmü hak olmuş kimseyi ... sen mi kurtaracaksın?" buyurmuştur. Binâenaleyh, o kimse hakkında azab hükmü kesinleşince, artık ondan iman ve ibadetin sâdır olması imkânsızdır. Aksi halde "Allah'ın doğru olan haberi yalana, İlmi de cehle dönüşmüş olur ki, bu imkânsızdır." Bu hususta ikinci bir izah da şöyledir: Allahü teâlâ, azab hükmünün, kişiden iman ve taatın sâdır olması hususunda tam bir yadırgamayı gerektirdiğini bildirmiştir. Eğer aksi mümkün olsaydı ve azab hükmünün hak oluşu, o kişiden imânın sâdır olmasına engel teşkil etmeseydi, o zaman bu yadırgamanın ve bu işi uzak görmenin bir manası kalmazdı."

Büyük Günaha Şefaat

Kâdî, bu ayet ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, büyük günah sahiplerine şefaat etmeyeceğine dâir istidlalde bulunarak "Çünkü bunlar için artık ilahî azap kesinleşmiş hak olmuştur. Dolayısıyla şefaat, onları cehennemden kurtarma demek olur. Halbuki Allahü teâlâ, bunun olamayacağını belirtmiştir" der. Kâdı'ye şöyle cevap verilebilir: "Biz, büyük günah sahipleri için ilahî azabın hak olduğunu kabul etmiyoruz. Allahü teâlâ, "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama bunun dışında kalanları, dilediği kimseler için bağışlayabilir" (nisa, 48) ve "Allah bütün günahları bağışlar" (zümer, 53) buyurmuşken, büyük günah sahipleri için azâb nasıl hak olur? Allah en iyi bilendir."

Cennette Yüksek Konaklar

Allahü teâlâ'nın tâğütlardan kaçınıp, tamamen (ihlasla) Allah'a yönelen bu kimselere vaadettiği şeylerden ikincisi de "Fakat Rablerinden korkanlar (yok mu)? Onlar için, üzerlerinde (başka başka) konaklar bina edilmiş, yüksek konaklar bulunur" ayetiyle ifade edilen husustur. Bu, Hak teâlâ'nın, kâfirlerle ilgili, "Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında tabakalar vardır" (Zümer. 16) ayetinin mukabili gibidir. Buna göre eğer, "Ayetteki "mebniyyetün" kelimesi ne demektir?" denilirse, biz deriz ki: Bir konak, bir diğer konağın üzerine bina edildiğinde, üstte olan, altta olandan, yapı açısından daha zayıf olur. Dolayısıyla bu kelimenin manası şudur: "Her nekadar bu konaklar, başkalarının üzerinde ise de, kuvvet ve sağlamlık açısından, altta olana eşittir. Velhasıl, hem üstte, hem de altta olan konakların herbirinde bir bakıma üstünlük, bir bakıma noksanlık vardır: Üstte olanın üstünlüğü, yüksekliği ve üstte oluşudur. Noksanlığı ise, gevşekliği ve zayıflığıdır. Altta olan ise bunun zıddıdır. Ama cennet konakları, her bakımdan üstünlüğe sahip konaklardır. Yani onlar yüksektirler, yücedirler, alabildiğine muhkem ve sağlamdırlar."

İslâm filozofları şöyle demişlerdir: Üst üste yapılmış bu konakların, ruhi ve manevî bakımdan örneği şudur: Kesbî ilimler birbirine dayalıdırlar. Allah'ın zatını ve sıfatlarını bilmek demek olan, en ileri ilimler, alabildiğine kuvvetli, hatta muhkemlik ve tutarlıklık açısından, aslî-bedîhî ilimler gibidirler."

Cenâb-ı Allah sonra, "Altlarından ırmaklar akan (konaklar)" buyurmuştur. Bunun manası açıktır. Sonra sözü sona erdirerek, "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah sözünden caymaz" buyurmuştur. Ayetteki, "Bu, Allah'ın vaadidir" ifadesi, "Onlar için konaklar vardır" cümlesini, te'kideden bir mefûl-i mutlaktır. Çünkü bu, "Allah onlara, bunu vaadetti"demektir.

Vaad İle Vaid'in Farkı

Ayette, şöyle önemli bir incelik vardır: Allahü teâlâ, vaadleri bulunan pek çok ayette, "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez" gibi açık ifâdeler kullanmıştır. Halbuki vaîd (tehdid)leri bulunan ayetlerinde böylesi net ve te'kidli ifadeler kulanmamıştır. Bu, Mu'tezile'nin söylediğinin aksine, vaad tarafının vaîd tarafından daha tecihe sayen olduğuna delâlet eder. Eğer onlar, "Cenâb-ı Allah, va'îd ile ilgili olarak, "Allah'ın katında söz değiştirilmez ve ben (Allah) kullanma zulmedici değilim" (Kaf, 29) buyurmuştur. (Bu da kesin ifadedir)" derlerse, biz deriz ki: Bu ayet, vaîd ile ilgili olan bir ifade olmayıp aksine, hem vaadi hem valdi içine alan genel bir ifadedir. Dolayısıyla biz (ehl-i sünnetin) tercihi olan görüşün hak olduğu sabit olur.

Kaynaklar ve Bitkiler

20 ﴿