28

"Öyle ya, Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı, dolayısıyla onun da Rabbisinden bir nûr üzere olduğu kimse, hiç (kalbi mühürlenmiş kimse gibi olur mu?) Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline! Onlar apaçık bir dalâlet içindedirler. Allah kelâmın en güzelini, ayetleri birbiriyle ahenktar, katmerli, (tıklım-salkım hakikatlerle dolu) bir kitap halinde indirmiştir. Rablerine derin saygı göstermekte olanların derileri onun karşısında ürperir. Sonra da hem derileri hem kalpleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar. İşte bu (kitap) Allah'ın gönderdiği bir rehberdir. O, dilediğine bununla hidayet eder. Allah kimi de saptınrsa, artık onun için hiçbir hidayet edici yoktur. Zalimlere, "Tadın, kazandığınız şeyin azabını" denilirken, kıyamet günü onun yüzünü, o kötü azaptan kim koruyacak? Onlardan evvelkiler de peygamberlerini yalanladılar ve hiç akıllarına gelmeyecek bir önden kendilerine azab geldi. Böylece Allah onlara dünya hayatında üsvayhğı taddırdı. Ahiret azabı ise elbet daha büyüktür, eğer bilseler!.. ndolsun ki biz, bu Kur'ân'da insanlar için, va'z-u nasihat alsınlar diye, her misalden örnekler gönderdik ve onu her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, dosdoğru, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Umulur ki onlar ittika ederler"

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, kendisine taat ve ibadet edip, dünyadan yüz çevirmenin gerekliliği hususundaki delilleri iyice ortaya koyunca, bunun peşinden, o apaçık delillerden, ancak Allah'ın, göğüsleri açıp, kalpleri nurlandırması ile mükemmel olarak istifade edileceğini beyan buyurmak üzere, "Öyle ya, Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı, dolayısıyla onun da Rabbisinden bir nur üzere olduğu kimse, hiç kalbi mühürlenmiş kimse gibi olur mu?" demiştir.

Göğsü Açmanın Manası

Bil ki biz, En'am Sûresi'nde 125. ayetin tefsirinde, göğse inşirah vermenin ve hidayetin ne demek olduğunu iyice anlatmıştık. Burada bunları kısmen tekrar etmekte bir beis yoktur. Dolayısıyla diyoruz ki: Allahü teâlâ, "nefis" cevherlerini mahiyet olarak farklı farklı yaratmıştır: Bir kısmı hayırlı, nurlu, kıymetli, ilahî meselelere meyyal ve ruhanî varlıklarla beraber olmaya alabildiğine istekli; bir kısmı da kötü, bulanık, âdi ve maddeye düşkündür, işte bu farklılıktan, beşerî ruhların (nefislerin) cevherlerinde (özünde) mevcut birşeyin olduğu anlaşılmaktadır. İstikvâ (işi iyice incelemek) da bu işin böyle olduğunu göstermektedir. Bunu iyice anladığında, biz deriz ki: Ayette bahsedilen "inşirah" (göğsü açma) ile kastedilen, işte nefsin yaratılışında mevcut olan, ileri derecedeki istidâddır, Böyle ileri derecede bir istidâd (kabiliyet) mevcut olunca, tıpkı ufacık bir ateş ile hemen tutuşan kibrit misali, bu hâlin, ufacık bir sebep ile, kuvveden fiile çıkmasına yeter. Nefsin, kudsî ve parlak şeyler ile ruhanî halleri kabulden uzak olup, aksine maddi şeyleri elde etmeye gömülmesi, ilahî şeylere uygun düşen durumlardan pek az tesir almasına gelince, bu durumda nefis, katı, bulanık ve zulmânî olmuş olur. Ne zaman yakînî ve açık deliller, böyle nefislere çokça getirilse, bunların katılıkları ve zulmetleri o nisbette azalır. Bu kaideyi anlayınca, diyoruz ki: Göğsün inşirahı, anlattığımız bu husustur.

Ayetteki "nûr" hidayet ve marifet (bilgi) demektir. Önce göğüste bir "İnşirah" meydana gelmeden, bu "nûr" tahakkuk etmez. Hasıl olan bu kuvvet, ruhtaki kuvvet olduğuna göre, elbette bu kuvvet, delilleri işitmekle elde edilmiş değildir. Hatta bazan, nakli delilleri işitmek, kasvet ve nefreti artırır. İşte bu anlattıklarım, bu ayetlerin manalarına İyice vâkıf olunması için, insan tarafından bilinmesi gereken kesin kaidelerdir. Âlimlerimizin "cebr ve kader" meselesi hususunda ve yine Mu'tezile'nin aynı konudaki söz ve delilleri, ilgili yerlerde geçmişti. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Ayetteki men kelimesi, haberi mahzûf bir mübteda olup, tıpkı önceki ayetteki (Zümer, 10) ifadesi gibidir.

Buna göre takdiri, "Allah'ın, göğsünü İslâm için açıp, böylece hidayete eren bir kimse, Allah'ın, kalbini mühürlediği, dolayısıyla kalbinin kasvetinden ötürü hidayete eremeyen kimse gibi midir?" şeklindedir. Bu takdire göre, cevap (haber) zikredilmemiştir. Çünkü zikredilen sözlerden bu cevap anlaşılmıştır. O sözler de, "Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline..." ifadesidir.

Katı Kalpler Zikirden Kaçar

Ayetteki, "Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline.." ifadesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: "Allah'ı zikretmek, "Dikkat edin, ancak Allah'ın zikriyle kalpler mutmain olur (sükûnet bulur)" (Rad, 28) ayetinin de ifade ettiği gibi, nurun, hidayetin ve alabildiğine bir sükûnetin (itminânın-yatışmanın) meydana gelmesine sebeptir. Öyleyse, nasıl olmuş da, Cenâb-ı Hak bu ayette, kendisinin "zikr"ini, kalplerin katılaşmasına sebep göstermiştir?

Cevap: Diyoruz ki: nefis (ruh), bozuk yapıda olur, unsurları bulanık, ruhanî şeylere ilgi duymaktan uzak, behîmî karakterlere ve kötü huylara alabildiğine meyyal olursa, işte bu nefsin Allah'ın zikrini duyması, onun katılığını ve bulanıklığını artırır. Bu sözümüzü şöyle birkaç misalle izah edelim: Tek bir failin fiilleri, bu fiilleri kabul eden (bunların tesirinde olan) varlıkların farklılığına göre farklılık arzeder. Meselâ güneşin ışığı, çamaşırcının yüzünü karartırken, çamaşırlarını beyazlatır. Güneşin sıcaklığı mumu yumuşatırken, tuzu katılaştırır. Yine biz, aynı mecliste (toplulukta) aynı sözü söyleyen bir insan düşünelim. Birisi bunun sözlerini beğenirken, bir diğeri beğenmeyebilir. Bu durum, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, nefis cevherlerinin ve o nefsin hallerinin farklılığından başka birşeyden kaynaklanmamaktadır. Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki biz insanı özlü bir çamurdan yarattık..." (Mü'minûn. 12) ayeti nazil olunca, orada Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ile bir başkası vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sonra onu bir diğer yaratılışla inşâ ettik" (Mü'minûn. 14) ayeti ile sözü bitirince, oradakilerden her biri, "Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir" dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), vahiy kâtibine, "Yaz. İşte bu şekilde nazil oldu"dedi. Bu hâdise, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in imanına iman katarken, berikinin küfrünü artırmıştır. Bunu iyice kavradığına göre, Allah'ın zikrinin de, ruhanî ve temiz nefislerdeki, nuru, hidayeti ve itminanı; şeytanî ve pis nefislerde ise, kasveti ve haktan uzaklaşmayı gerektirmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

Bu hususu da iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Ruhî ve manevî sıhhati sağlayan ilaçların başı ve en önemlisi Allah'ın zikridir. Binâenaleyh meselâ Allah'ı zikir, bazı nefislerin hastalığının artmasına sebep oluyorsa, onların hastalığı, artık giderilmesi umulmayan ve ilacı bulunmayan bir hastalık olmuş olur. Böylece o, alabildiğine ileri bir şer noktasında bulunmuş olur. İşte bu incelikten ötürü, Hak teâlâ, "Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline! Onlar apaçık bir dalâlet içindedirler" buyurmuştur. Bu, hakikati ortaya koyan mükemmel bir sözdür.

Cenâb-ı Allah, bunun böyle olduğunu beyan edince, peşisıra, Kur'ân'ın, nur, şifâ, hidâyet ve alabildiğine bir itminan sebebi olduğunu anlatan ifadesini getirmiştir. Bundan maksad şunu anlatmaktır: Kur'ân böylesi sıfatlara sahip olarak, o İnsanın kalbinin katılığının artmasına sebep olunca, bu durum o kimsenin nefis cevherinin adilik ve kötülük hususunda zirveye çıktığına delâlet etmiştir.

Kur'ân'ın Vasıfları

Binâenaleyh diyoruz ki: Allahü teâlâ Kur'ân'ı bu ayetlerde şu kemâl sıfatları ile nitelemiştir:

Birinci Sıfat: "Allah sözlerin en güzelini indirmiştir" ayetinin ifade ettiği sıfat... Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Kur'ân'ın Hadis Olması

Kur'ân'ın mahluk olduğunu söyleyenler, bu ayeti şu birkaç açıdan delil getirmişlerdir:

1) Allahü teâlâ, hem bu ayetinde, hem de şu ayetlerinde Kur'ân'ın hadis (sonradan meydana gelme, yaratılmış olma) sıfatı ile nitelemiştir. "Öyle ise şayet iddialarında doğru iseler onlar bir hadîs (söz) getirsinler" (Tûr, 34); "Bu hadisi (sözü) mü hor görüyorsunuz?" (vakıa, 81). "Hadîs"in, mutlaka hadis (mahluk) olması gerekir. Hatta, hadis olmaya delalet etme açısından, "hadîs" kelimesi, "hâdis"den daha ileridir. Çünkü Arapça'da, "Bu hadîsdir (yenidir), eski değildir"; "Bu eskidir, ama "hadis" değildir" denilir ve böylece "hadîs"in, çok yakın zamanda meydana gelmiş birşey olduğu anlaşılır. Hâdise, hadîs denmiştir, çünkü bu, harflerden ve kelimelerden meydana gelmiştir. Harfler ve kelimeler ise, an be an meydana gelir, böylece "hadis" olurlar. Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenlerin izahı bundan ibarettir.

2) Allahü teâlâ Kur'ân'ı, "indirilen" bir kitap olarak nitelemiştir. İndirilen birşey ise, başkasının kendisinde tasarruf edebileceği bir konumdadır. Böyle olan ise, hadis (mahluk)tur.

3) Ayetteki, "Ahsenü'l-hadis" ifadesi, Kur'ân'ın, tıpkı "Zeyd'in kardeşlerinin en üstünüdür" ifadesinin, Zeyd'in "kardeş" olma bakımından ötekilerle müşterek ve onlar cinsincen olmasını gerektirdiği gibi, diğer sözler cinsinden bir söz olmasını gerektirir. Böylece Kur'ân'ın diğer sözler cinsinden olduğu sabit olur. Diğer sözler "hadis" olduğuna göre, Kur'ân'ın da hadis olması gerekir.

4) Allahü teâlâ Kur'ân'ı "kitap" diye nitelemiştir. Kitap ise, toplanmak-biraraya gelmek manasına gelen ketb masdarından türemiştir. Bu durum, Kur'ân'ın, bir toplayıcı tarafından toplanan ve bir tasarruf edicinin tasarruf mahalli bir şey olduğunu gösterir. Bu ise, Kur'ân'ın muhdes (mahluk) olduğuna delâlet eder.

Bunların hepsine birden şu şekilde cevap verebiliriz: Bu delilleri, harflerden, seslerden, lafızlardan ve satırlardan meydana gelmiş "söz" için geçerli sayıyoruz ve o manada mahluktur. Allah en iyi bilendir.

En Güzel Söz olması

Kur'ân'ın "ahsenü'l-hadîs" (sözlerin en güzeli) olması, ya lafzı, ya manası açısındandır. Birinci kısım, yani lafzı açısından, sözlerin en güzeli olması şu iki bakımdandır:

a) Bu güzelliği, Kur'ân'ın fesahati ve vecizliği bakımındandır.

b) Üslûbundaki nazmı açısındandır. Çünkü Kur'ân, ne şiir, ne hitap, ne de hitabe cinsinden bir şeydir. Aksine bu, bütün bunlardan farklı bir türdür. Şu da var ki, her selîm fıtrat sahibi, Kur'ân'ı beğenir ve ondan tad alır.

İkinci kısım, yani manası açısından, onun sözlerin en güzeli olması hususunda da şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, tenakuzlardan uzak bir kitaptır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer bu, Allah'dan başkasının katından olsaydı, onlar bunda çok ihtilaflar (zıtlıklar) bulurlar" (Nisa, 82) buyurmuştur. Bu kadar büyük ve hacimli bir kitap, her türlü tenakuzdan uzak olunca, bir mucize olur.

b) Kur'ân'ın geçmiş ve gelecekle ilgili, pek çok gaybi haberleri taşıması...

c) Kur'ân'da bulunan ilimler gerçekten çoktur. Bu ilimleri şöyle diyerek anlatabiliriz: Faydalı ilimler, Allahü teâlâ'nın hitabında, "Mü'minlerin hepsi, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imân ederler ve "O'nun peygamberlerinin hiçbirini diğerinden ayırmayız" (derler). Yine derler ki: "Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, senin affını isteriz. Dönüşümüz sanadır"(Bakara, 285) ayetiyle ifade ettiği husustur. Binâenaleyh faydalı ilimler için söylenebilecek en özlü tarif budur.

Allah'a İmanın Kapsamı

Birinci Nev: Birinci kısma, yani Allah'a iman meselesine gelince, bil ki bu husus, şu beş hususu kapsar: Cenâb-ı Hakk'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini ve isimlerini tanıyıp bilmek... Hak teâlâ'nın zâtını bilmek, kişinin Allah'ın varlığını, kıdemini ve bekasını bilmesi demektir. Allah'ın sıfatlarını bilme ise, iki çeşittir:

1) Kendisini tenzih etmek, gerekli olan hususları bilmek. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın bir cevher, parça ve kısımlardan meydana gelmiş bir mürekkeb, bir yönde ve mekânda bulunan bir varlık olmadığını bilmek, böyle olmaktan O'nu tenzih etmektir. Kişinin, Cenâb-ı Hakk'ı böylesi şeylerden tenzihi anlatan lafızların şu dört tane lafız olduğunu, yani lafızları olduğunu bilmesi gerekir. Bahsedilen bu dört lafız, Kitabullah'da, Allah'ı tenzih için kullanılmıştır. Meselâ leyse, "O'nun gibisi yoktur" (Şûra, 11) ayetinde; lem "O doğurmadı, doğurulmadı ve hiçbirşey O'na denk olmadı"(ihlas. 3-4) ayetinde; mâ "Senin Rabbin unutmaz" (Meryem. 64) "Allah bir çocuk edinmez." (Meryem, 35) ayetinde ve lâ da, "Onu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutar"(Bakara, 255); "O, doyurur, doyurulmaz"(En'am, 14) "O, himaye eder, himaye edilmez" (Mü'minun, 88) ve Kur'ân'ın otuz yedi yerinde geçen, "Allah'dan başka ilah yoktur" ayetlerinde kullanılmıştır.

Kur'ân'da Mevcut Sıfatları Bilme

İkinci Nev'e yani Kur'ân'a göre Cenâb-ı Hakk'ın tavsif edilmesi gereken sıfatlarıdır. Bunlardan birincisi, Allah'ı bilmek ve O'nun mühdis ve halik (var edici ve yaratıcı) olduğunu bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun" (Enam, 1) buyurmuştur. İkincisi, Allah'ın kadir olduğunu bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kıyâme Sûresi'nde, "Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip yeniden yaratmaya kadiriz" (Kıyame, 4) ve "(Bütün bunları yapan Allah), ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir?"(Kıyame. 40) buyurmuştur. Üçüncüsü, Hak teâlâ'nın âlim olduğunu bilmek... Nitekim o, "O, kendisinden başka ilah olmayan, gayb ve şehâdet âlemini bilen Allah'dır" (Haşr, 22) buyurmuştur. Dördüncüsü, O'nun herşeyi bildiğini bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gaybın anahtarları O'nun katındadır. Onları ancak o bilir" (En'am, 59) buyurmuştur. Yine O, "Allah, her dişinin neye gebe olduğunu bilir" (Rad, 8) buyurmuştur. Beşincisi, O'nun hayy (diri) olduğunu bilmektir. Nitekim Allah, "O, kendinden başka hiç (gerçek) tanrı olmayan hayydır. Dolayısıyla dini O'na has kılarak, O'na ibadet edin" (Mü'min, 65) buyurmuştur. Altıncısı, Allah'ın, irâde edici olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü islâm için açar..." (En'am, 124) buyurmuştur. Yedincisi, Allah'ın semî ve basîr olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, semî ve basîrdir" (Şûra, 11) ve "Şüphesiz ben sizinleyim; işitiyor ve görüyorum" (Tâhâ, 46) buyurmuştur. Sekizincisi, Allah'ın konuşucu olduğunu bilmek. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisine yardım ederek (mürekkeb) olsa, yine Allah'ın kelimeleri tükenmez..."(Lokman,27) buyurmuştur. Dokuzuncusu, işin, külliyyen O'na ait olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Önce de sonra da, iş, Allah'a aittir" (Rum. 4) buyurmuştur. Onuncusu, Allah'ın, Rahman, Rahîm ve Mâlik olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rahman ve Rahîm olan.. Din gününün mâliki olan... "(Fatiha,2-3) buyurmuştur. Allah'ın, vasıflandığı sıfatları bilme ile alakalı olarak ele alınan husus, bundan ibarettir.

Allah'ın Fiillerini Bilme

Üçüncü Nev': Bunlar, Allah'ın fiillerine dairdir. Bil ki fiiller, ya manevî, ya da maddî olurlar. Manevî olanlara gelince, pek azı müstesna, bunlara vâkıf olmak mümkün değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbimin ordularını, kendisinden başka kimse bilemez" (Müddessir, 33) buyurmuştur. Maddî olanlara gelince, bunlar, ya ulvî âlem veya süflî âlemdir. Ulvî âlemler hakkında, şu bakımlardan söz edebiliriz:

1) Göklerin hallerinden bahsetmek..

2) Güneşin ve ayın hallerinden bahsetmek.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerinde hükümrân olan Allah'dır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi o bürüyüp örter. Güneşi, ayı, yıldızlan -hepsi de emrine râm olarak- (yaratan O)" (A'raf, 54) buyurmuştur.

3) Işınların hallerinden bahsetmek.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (Nûr. 35) ve "Güneşi bir ziya, ayı da bir nûr kılan O'dur" (Yunus, 5) buyurmuştur.

4) Göklerin hallerinden bahsetmek... Nitekim O, "Rabbine bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatmıştır O? Eğer dileseydi onu elbet sakin de kılardı.." (Furkan, 45) buyurmuştur.

5) Gece ve gündüzün ardarda gelmesi... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Geceyi gündüze sarar, gündüzü de geceye..."(Zümer, 5) buyurmuştur.

6) Yıldızların faydalan... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yollarınızı bulmanız için, sizin faydanıza yıldızlan yaratandır.." (En'am, 97) buyurmuştur.

7) Cennetin sıfatları... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Genişliği, semânın ve yerin genişliği gibi olan cennetler için (...) yarışın" (Hadid, 21) buyurmuştur.

8) Cehennemin sıfatları... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun yedi kapısı, onlardan her kapının ayrılmış birer nasibi vardır" (Hicr. 44) buyurmuştur.

9) Arşın sıfatları... Cenâb-ı Hak, "Arşı yüklenen, bir de onun etrafında bulunan (melekler).."(Mü'min, 7) buyurmuştur.

10) Kürsînin sıfatı... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kürsîsi, gökleri ve yeri kuşattı.." (Bakara, 255) buyurmuştur.

11) Levh-i Mahfûz'un ve "kelâm"ın sıfatı... Cenâb-ı Hak, "Daha doğrusu o çok şerefli bir Kur'ân'dır ki mahfuz bir levhadır" (Burûç, 2122) buyurmuştur. Kalem'e gelince, bu da Cenâb-ı Hak'ın, "Nün. Kalem'e ve onların yazdıklarına kasem olsun..."(Kalem, 1) ayetinin beyan ettiği husustur.

Süflî âlemin hallerini izaha gelince, bunlardan birincisi, Arz'dır. Cenâb-ı Hak, arz'ı, şu pekçok sıfatlarla nitelemiştir:

1) Onu bir beşik (mehd) olmakla... Allahü teâlâ, "Ki O, arzı sizin için bir beşik (gibi) kıldı" (Taha, 53) buyurmuştur.

2) Döşek (mihâd) olmakla.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, arzı bir döşek (gibi) kılmadık mı?" (Nebe, 6) buyurmuştur.

3) Onu bir toplantı yeri (kifât) olmakla... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, yeri bir toplantı yeri yapmadık mı? Dirilere de ölüklere de?" (Mürselât, 25-26) buyurmuştur.

4) Zelûl (emre âmâde kılınmış, boyun eğmiş) olmakla... Cenâb-ı Hak, "O, yeri, sizin faidenize, kor (ve müsahhar) kılandır...)"(Mülk, 15) buyurmuştur.

5) Halı gibi dümdüz olmakla (bisât)... Cenâb-ı Hak, "Allah yeri sizin için bir döşek yapmıştır, onun geniş yollarından gezip dolaşınız diye..." (Nûh, 19-20) buyurmuştur. Bu husustaki söz, uzundur. İkincisi, denizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, denizi ondan taze et yemeniz... için (hizmetinize) ram edendir" (Nahl, 14) buyurmuştur. Üçüncüsü, hava ve rüzgârlar. Nitekim Cenab-ı Hak "O rahmetinin önünden rüzgârı müjdeci gönderendir... (Araf, 57) ve "Bir aşılayıcı rüzgâr gönderdik" (Hicr, 22) buyurmuştur. Dördüncüsü gök gürültüsü, şimşek çakması gibi göksel olayları... Nitekim Cenab-ı Hak, "Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de ondan korkusuna tesbih eder.." (Ra'd, 13) "İşte görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor... (Nur, 43) buyurmuştur. Yıldırımların, yağmurların ve bulutların terakümünden, üstüste gelmesinden bahsetilmesi de işte bu türdendir. Beşincisi, ağaçların, meyvelerin halleri ve bunların tür ve çeşitleridir. Altıncısı hayvanların halleri. Nitekim Cenâb-ı Hak, "..deprenen her canlıyı, orada üretip yaydı.."(Bakara. 164) ve "Davadan da o yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice menfaatler vardır" (Nahl, 5) buyurmuştur. Yedincisi, insanın ilk yaratılışındaki enteresanlıklar.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun biz insanı çamurdan bir hülâsadan yarattık..." (Mü'minûn, 12) buyurmuştur. Sekizincisi, insanın gözü, kulağı, dili, aklı ve anlayışındaki harikalar... Dokuzuncusu, âlemin ilk yaratılışından Kıyametin sonuna kadar, peygamberlerin ve hükümdarların tarihi ile, insanların hallerinin ele alınması.. Onuncusu, insanların ölürken ve öldükten sonraki hallerinden; Öldükten sonra dirilmesi ve Kıyametin keyfiyetinden bahsedip, said ve şakî kimselerin hallerini izah etmek.. Böylece biz, gökler âleminde mevcut ilim çeşitlerinden on tanesi ile, unsurlar, yani arz alemindeki diğer on çeşit ilme işaret etmiş olduk. Kur'ân, işte bu denli yüksek yüce ilim çeşitlerinin izahını kapsamaktadır.

Allah'ın Hükümlerini Bilmek

Dördüncü Nev'e gelince, ki bu, Allah'ın hüküm ve tekliflerinin açıklanmasıdır. Biz diyoruz ki: Bu teklifler, ya kalbin işleri, yahut da uzuvların amelleri hususunda olurlar.. Bunlardan birincisi, ahlâk ilmi yani güzel ahlâkın kötü ahlâktan ayırdedilmesi ilmi adını alır. Kur'ân, bütün bunları kapsamaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder. Taşkın kötülükten, münkerden, zulüm ve tecebbürden nehyeder" (Nahl, 90) ve "Kolaylığı tut. İyiliği emret. Câhillerden yüz çevir.." (A'raf, 199) buyurmuştur. İkincisine, yani uzuvların amellerine dair olan mükellefiyetlere gelince, bu da, Fıkıh ilmi adını almaktadır. Kur'ân, bu ilmin düsturlarını en mükemmel bir biçimde kapsamaktadır.

Beşinci Nev'e, yani Allah'ın isimlerini bilmeye gelince, bu hususta da Cenâb-ı Hak, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla duâ edin" (A'râf, 180) buyurmuştur. İşte bütün bunların hepsi de, Allah'ı tanıma ile ilgilidir.

Meleklere İman

İman konusunda nazar-ı dikate alınan esaslardan İkinci kısım da, meleklere inanmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Müminlerin hepsi, Allah'a, meleklerine ... iman ederler" (Bakara, 285) buyurmuştur. Kur'ân, bazen kısa, bazen de tafsilatlı bir biçimde, meleklerin sıfatlarının açıklanmasını kapsamaktadır. İcmali açıklama, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, (bu ayette olduğu gibi), "... ve meleklerine ..." buyurmasıdır. Ayrıntılı açıklamaya gelince, bu şunlardır:

a) Onların, Allah'ın elçileri olduğuna delâlet eden ifâdeler... Nitekim Cenâb-ı Hak,

"Melekleri .... elçiler yapan Allah..." (Fatır, 1) buyurmuştur.

b) Bu âlemin görevlileri olduklarını gösteren ifadeler... Cenâb-ı Hak, "... sonra iş bölümü yapan melekler ..."(Zâriyat. 4), "bir de icra edenler..."(naziat. 5) ve "Saflar bağlayıp duranlara ... yemin ederim ..." (Saffât. 1) buyurmuştur.

c) Meleklerin, Arşın taşıyıcıları olduğunu bildiren ifadeler... Nitekim Cenâb-ı Allah, "O gün Rabbinin Arşını, üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir" (Hakka, 17) buyurmuştur.

d) Meleklerin, Arşın etrafında dönüp dolaştıklarını ifade eden ayetler... Cenâb-ı Hak, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arşın etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) buyurmuştur.

e) Meleklerin, cehennemin bekçileri olduğunu bildiren ayetler... Nitekim "(o ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır..." (Tahrim, 6) buyurulmuştur.

f) Meleklerin, kerîm yazıcılar olduklarını ifâde eden husus... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Halbuki sizin üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar vardır" (İnfitâr, 10-11) buyurmuştur.

g) Meleklerin, takipçiler olduğunu gösteren ifadeler... Cenâb-ı Hak, "Onun önünde, arkasında kendisini... takip eden (melek)ler vardır" (Ra'd, 11) buyurmuştur. Cinlerin ve şeytanların halleri de, meleklerin halleri babında zikredilir.

Kitaplara İman

İmanda, nazar-ı dikkate alınan esaslardan üçüncü kısım, kitapları tanımaktır. Kur'ân, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in kitabının hallerini açıklamayı kapsamaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Derken, Adem, Rabbinden birtakım kelimeler belleyip aldı.." (Bakara. 37) buyurmuştur. İbrahim (aleyhisselâm)'e verilen sahifelerin hallerinden bahsetmek de, bu kısma dahildir. Nitekim, "... Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince..."(Bakara, 124) buyurulmuştur. Tevrat, İncil ve Zebur'un hallerinden bahsetmek de, yine bu kısma dahildir.

Resullere imân

İmân konusunda, nazar-ı dikkate alınan esaslardan dördüncü kısım, peygamberleri tanımaktır. Allahü teâlâ, bir kısım peygamberlerin hallerini genişçe anlatmış, diğerlerinin hallerini ise, müphem bırakmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların içinden, sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, sana bildirmediğimiz kimseler de var.." (Mü'min, 78) buyurmuştur.

Allah'ın İnsanlara Emirleri

Beşinci kısım: Mükelleflerin halleriyle ilgili olan kısım olup, bu da ikiye ayrılır:

a) Mükelleflerin, kendilerine yüklenen bu mükellefiyetlerin farz oluşlarını kabul etmeleridir. Ki bu, mevzûbahs, "dinledik ve itaat ettik, dediler" (Bakara, 285) şeklindeki ayetinden kastedilendir.

b) Bu ameller sırasında, kendilerinden bir takım kusurlar sâdır olduğunu İtiraf edip, daha sonra da, ilahî bağış talep etmiş olmalarıdır ki, bu da, "Ey Rabbimiz, senin bağışını isteriz.." (Bakara, 286) ayetinden kastedilendir. Sonra, kulluk duraklarındaki kusurları görmenin miktarları, rubûbiyyetin izzetini mütalâa etme nisbetinde artacağından ötürü, kulun "Ey Rabbimiz! Senin affetmeni isteriz" sözü de fazla miktarda olmuştur.

Ahiret Hakkında Bilgi

Altıncı Kısım: Ahiret, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti bitmek... Ki bu, ayetteki, "Dönüşümüz sanadır" ifadesinden kastedilendir. Bu da, dini talep hususunda, mühim olan birtakım esasların bilinmesi gerektiğine bir işarettir. Kur'ân, bu esasların izahı, tarifi ve açıklaması hususunda, sonu olmayan bir ummandır. Sen, Kur'ân'ın bunları kapsadığı gibi, yerin ne doğusunda ne de batısında bunları kapsayan başka bir kitap göremezsin. Yaptığımız bu tefsiri iyice düşünen herkes, bizim, Kur'ân'ın faziletler denizinin sadece bir damlasından bahsettiğimizi anlar. Durum böyle olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı "Allah, kelâmın en güzelini ... indirmiştir" diyerek medhetmiştir. Allah, en iyisini bilendir.

Müteşâbih

Kur'ân'ın ikinci sıfatı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ayetleri birbiriyle ahenkdar... bir kitap halinde" ayetinin ifade ettiği husustur. "Kitap'ın ne demek olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara. 2) ayetinin tefsirinde açıkladık. Bunun, "müteşabih ahenkdar" olmasına gelince, bil ki bu âyet, Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğuna delâlet etmektedir. "Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğer bir kısım da mütesâbihlerdir..." (Âl-i İmran, 7) ayeti ise, bu kitabın tamamının değil, bir kısmının müteşabih olduğunu göstermektedir. Bu kitabın, bu ayette de belirtildiği gibi, tamamının müteşabih olması meselesine gelince, İbn Abbas, bunun manasının, "Bu kitabın bir kısmı bir kısmına benzer.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Ben de diyorum ki, bu benzerlik şu hususlardadır:

Ayetlerin Benzeme Yönleri

1) Belagat sahibi bir yazar, uzunca bir kitap kaleme aldığında, onun kullandığı kelimelerin bir kısmı fasîh olur, bir kısmı ise olmaz. Halbuki Kur'ân böyle değildir. Çünkü Kur'ân, bütün cüzleriyle, alabildiğine fasihtir.

2) Edîb bir kimse, bir hâdise hakkında, fasîh lafızlarıyla bir kitap yazıp, bir başka hâdise hakkında ise bir başka kitap yazdığında genel olarak, onun ikinci kitaptaki sözleri, birinci kitaptakilerden başka olur. Halbuki, Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kıssasını Kur'ân'ın pekçok yerinde nakletmiş, ama bütün bunlar, fesâhatta birbirine denk ve birbirine benzerdirler.

3) Kur'ân'daki ayet ve açıklamaların hepsi, birbirini takviye ve birbirini teyid eder.

4) Bahsettiğimiz ilimlerden pekçok çeşidi, hepsinin maksadı, dine davet ve Allah'ın azametini izah olması bakımından, birbirlerine benzerler. İşte bundan dolayı sen, Kur'ân'da ele alınan her kıssanın maksadının, bahsettiğimiz bu hususlar olduğunu görürsün. Binâenaleyh, Kur'ân'ın "müteşabih" olmasından maksat, iste budur. Doğruya ileten Allah'tır.

Mesani

Kur'ân'ın sıfatlarından Üçüncü sıfat, onun, "katmerli" olmasıdır. Biz, bu kelimenin tefsirini, "Andolsun ki biz sana, tekrarlanan yediyi... verdik" (Hicr, 87) ayetinde iyice anlatmıştık. Hülasa olarak, bahsettiğimiz bu şeylerin pekçoğu. emir-nehiy, umûm-husûs; mücmel-müfesser; göklerin-yerin halleri; cennet-cehennem; karanlık-aydınlık; Levh-i Mahfuz-Kalem; Melekler-Şeytan; Arş-Kürsî; vaad-vaid ve ümıt-korku... gibi çift bulunurlar. Ki bunun gayesi, Cenâb-ı Hakk'ın dışında kalan her şeyin çift olduğunu beyan etmektir. Yine bu, herşeyin, zıddı ve karşıtı ile (aynı anda bulunup) onunla mübtetâ olduğuna; gerçek Bir'in, Hak teâlâ olduğuna delâlet etmektedir.

Derileri Ürpertmesi

Kur'ân'ın sıfatlarından dördüncü sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine derin saygı göstermekte olanların derileri onun karşısında ürperir. Sonra da hem derileri hem kalpleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar... "(Zümer. 23) ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) tabirinin manası, "Onları bir ürperiş yakalar" demek olup, bu, korku esnasında insanın derisinde meydana gelen bir değişikliktir. Müfessirler, "Bu ifadenin manası, "Bunlar, rahmet, ihsan, lütuf ayetlerini dinlediklerinde, kendilerinde bir ferahlık meydana gelir de, böylece kalpleri, Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar" şeklindedir" demişlerdir. Ama, ben diyorum ki: "Ariflerden muhakkik kimseler şöyle demektedirler: "Allah'ın celâlinin henüz başlangıcında yürüyen kimseler, şayet celâl âlemine bakacak olurlarsa, şaşırıp kalırlar. Eğer onlar, cemâl âleminden bir eser görürlerse, hayat bulurlar." Binâenaleyh, bizim bu konuda, iyice açıklamada bulunmamız ve bu meseleyi aydınlatmamız gerekir. Bu sebeple biz diyoruz ki:

İnsan, Allah'ın mekân ve cihetten tenzih edilmesi gerektiğine delâlet eden deliller hususunda şöyla iyice bir düşündüğünde, işte o zaman onun derisi ürperir. Çünkü alemin ne içinde, ne dışında, ne ona bitişik, ne ondan ayrı olmayan bir varlığı isbat edip kabul etmek, tasavvuru ve düşünülmesi zor olan şeylerdendir. İşte bu noktada, böyle düşünen kimsenin derisi ürperir. Ama, bu kimse, Allah'ın tek, bir olması gerektiğine delâlet eden deliller hususunda iyice düşünüp, bir mekânda bulunan her şeyin parçalanabileceği de sabit olunca, işte tam o zaman, (aynı şahsın) derisi yumuşar ve kalbi, gönlü, Allah'ın zikrine yönelir. Hem bu insanın aklı, "ezel"in ne demek olduğunu tam anlayıp ihata etmek isteyip; onun zihninde milyonlarca sene önceye gitmek, daha sonra da yine, bu müddetin her lahzasında aynı şekilde milyonlarca sene önceye gitmeyi dilese, bu hususta yollar aramaya devam etse, daha daha önceye gitme tasavvurunu devam ettirse, evet bu hususa daldıkça datıverse ve, ezelin anlamını kafasında toparladığını zannetse, yine de o kimsenin aktı, "Bu da ne ki?" der. Çünkü, kişinin kafasında tasavvur ettiği bütün bunlar, yine de sonludur. "Ezel" ise, İşte sonlu olan bu müddetten önce olan şey, varlık demektir. Dolayısıyla kişinin aklı, bu noktada dehşete kapılır, şaşar ve derisi ürperir. Ama bu tür itibar ve değerlendirmeleri bırakıp, "Burda bir varlık var.. Bu varlık ise, ya Vâcibü'l-Vücûd'dur; ya da Mümkinü'l-Vücûd'dur. Binâenaleyh, eğer Vâcibü'l-Vücûd ise, bu devamlıdır, evveli ve sonu olmaktan münezzehtir; yok eğer, Mümkinü'l-Vücûd ise, bu Vâcibü'l-Vücûd olana muhtaçtır, dolayısıyla, Vâcibü'l-Vücûd olan yine ezelî ve ebedî olur..." diyerek, aklı, "ezel"in manasını bu şekilde, anlamaya yöneldiğinde, işte bu noktada onun derisi ve kalbi, Allah'ın zikriyle yumuşar. Binâenaleyh, ayette bahsedilen bu iki makamın, azâb veya rahmet ayetlerini duymaya hasretmeyi gerektirmediği; tam aksine, bunun o mertebelerin başlangıcı olduğu, bundan sonra ise, sınırsız mertebelerin bulunduğu ve ayette bahsedilen bu iki halin bulunmasıyla sınırlanamayacağı sabit olmuş olur.

Kur'an ve Şiirin Etkisi

Vahidî, Kitâbü'l-Basît adlı eserinde, Katâde'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Kur'ân, Allah'ın velî kullarının, mükâşefe ve müşahedeler esnasında, bazan derilerinin ürperdiğine; bazan da, derilerinin ve kalplerinin, Allah'ın zikrine doğru yumuşadığına delâlet etmektedir. Bunda, onların akıllarının aradan çekildiğine, uzuvların düzeninin bozulup şaşırdıklarına dair herhangi bir delalet yoktur. Binâenaleyh, bu, bu tür hallerin (yani aklın kaybolup uzuvların çırpınmasının) bulunması halinde, mutlaka ve mutlaka şeytandan olduğunu gösterir." Ben derim ki: Burada, şöylesi bir hususu da ele almak gerekir: Allâme Ebû Hamid el-Gazalî, "İhyâu Ulûmi'd-Dîn" adlı eserinde şöyle bir mesele ele alır: "Biz, hicran ve vuslat gibi hususların izahını kapsayan şiir beyitleri dinlediğinde, pekçok kimsede, son derece etkili bir vecd halinin (kendinden geçme) görüldüğünü, ama ayetleri dinlediğinde ise, bu hallerden yana, onda hiçbir şeyin zuhur etmediğini müşahede etmekteyiz.

Gazali, bunu kabullenmiş ve bu hususta da, pekçok mazeret bulmaya çalışmıştır. Ben diyorum ki: Ben, bu tür şeyleri anlamaktan mahrum yaratıldım, (bunları sezemiyorum). Çünkü ben, Kur'ân'ın sırları hakkında, her ne zaman iyiden iyiye düşündüysem, tüylerim ürperdi, adeta aklım durdu ve kalbimde, bir dehşet ve korku meydana geldi. Ama, her ne zaman bu şiirleri düşündüysem, bunlar bana çok basit geldi ve kendimde, bunlardan dolayı kesinlikle bir etki ve tesir hissetmedim. Doğru yolun ve İsabetli metodun, şu olduğunu zannediyorum:

1) Bu şiirler, insanlara mahsus olan vuslat ve hicranı, buğz ve sevgiyi anlatan birtakım kelimelerdir. Bunların, (bu şekilleriyle) Allah'da olduğunu söylemek ise küfürdür. Bu hallerden, Allah'ın celâline uygun olan manalara geçmek ise, ancak ilimde rüsûh, derinlik sahibi ulemanın yapabileceği şeydir... Kur'ân'ın kapsadığı manalar ise, Allah'ın celâlına lâyık ve uygun olan hallerdir. Binâenaleyh, kim bu manalara vakıf olursa, aşkın tesirinden dolayı, kalbinin şaşkınlığı artar. Zira, kendisinde iman nuru bulunan bir kimsenin, "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendinden başkası bunları bilmez.." (En'am,59) ayetini dinlediğinde, ızdırabının büyük olması gerekir.

2) Meşayih'den birisinin şöyle dediğini duydum: Sözün tesiri bulunduğu gibi, o sözün, o sözü ruhen ve psikolojik olarak destekleyen bir kişinin ağzından çıkmasının da, bir tesiri vardır. Çünkü, o sözü söyleyenin ruhî kuvveti, bu sözün diğer ruhlarda müessir olmasında yardımcı olur. Burada, Kur'ân'da söyleyen ve konuşan ise, Cibril (aleyhisselâm)'in masum olan peygambere tebliğ etmesi yoluyla, Cenâb-ı Hak'dır. Halbuki, beri yerde söz söyleyen ise, şehvetle dolup taşan, fısk u fücura davet eden, (kimi kez) yalancı olan şairdir.

3) Kur'ân'ın hedefi, hakka davet etmeye yöneliktir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki sen, muhakkak doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah'ın yoludur" (Şura, 52-53) buyurmuştur. Şiirin hedefi ise, (çoğunlukla) batıla yöneliktir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şairlere (gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide hakikaten ifrata düşegeldiklerini ve hakikaten yapmayacaklan şeyleri söyleyen kimseler olduklarını görmedin mi?" (Şuara. 224-226) buyurmuştur. Binâenaleyh, yaptığım bu izah, bu iki durum arasında açıkça mevcûd olan farklardır. Gönülde hissolunanlarla alâkalı olanlara gelince, herkes, içinde hissedip duyduğunu dile getirir. Benim içimde ve aklımda bulup hissettiklerimse, söylemiş olduğum bu şeylerdir. Allah en İyisini bilendir.

Üçüncü Mesele

Bu mesele, bu ayetteki diğer müşkil hususların izahı konusundadır. Biz bunları soru ve cevap şeklinde ele alacağız.

İkşi'rar Kelimesi

Birinci Soru: lafzının terkibi nedir, nasıl oluşmuştur?

Cevap: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun terkibi, rubaî olması için kendisine ilâve edilen râ harfinin yamsıra, "kurumuş eski deri" demek olan, (......) kelimesinin harflerinden oluşmuştur. Nitekim Arapça'da, "Korkudan derisi ürperdi" "ve tüyleri dimdik oldu..." denilir. Bu ise, şiddetli korku hakkında söylenmiş olan bir darb-ı meseldir.

Fi'ilin Müteaddiliği

İkinci Soru: (......) cümlesinde fiilin İla edatı ile Cenab-ı Hakk'ın; bu fiili, (-e, -a) harf-i müteaddi kılmasının sebebi nedir?

Cevap: Kelâmın takdiri, "Onların kalpleri Allah'ın huzuruna vardığında, derileri ve kalpleri yumuşar" şeklinde olup, kişi bunu, idrâkiyle hissedip duyamaz.

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin "Allah'ın rahmetinin zikrine doğru..." dememiş de, doğrudan doğruya, "Allah'ın zikrine..." buyurmuştur?

Cevap: Allah'ı, rahmetinden dolayı seven kimse, Allah'ı sevmemiştir. O, ancak Allah'tan başka şeyi (rahmetini) sevmiştir. Ama Allah'ı, kendisi dışındaki bir şey için değil de, O'nu bizzat seven kimse, işte gerçek seven kişi bu olup, bu da yüksek bir derecedir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sonra, onların derileri ve kalpleri, Allah'ın rahmetinin zikrine doğru yumuşar.." buyurmamış, tam aksine, "Allah'ın zikrine..." buyurmuştur. Allahü teâlâ bu manayı, "Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü islâm için açar..."(Enam, 125) ayetiyte, "Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullâh ile kuvvetlenip tatmin olur" (Rad, 28) ayetinde açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, Musa (aleyhisselâm)'nın ümmetine, "Ey îsrâiloğulları, size ihsan ettiğim bunca nimetlerimi hatırlayın.." (Bakara, 40) ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine de, "Öyle ise siz beni anın, ben de sizi anayım.. " (Bakara. 162) buyurmuştur.

Mükaşefe

Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak niçin, korkudan bahsederken, sadece derilerin ürperdiğini; ümidden bahsederken de, hem derilerin, hem de kalplerin yumuşadığını belirtmiştir?

Cevap: Çünkü, ümit makamındaki mükâşefe, korku makamındakinden daha mükemmeldir. Çünkü hayır, iyi ve güzel, bizatihi matfûbtur. Kötü ise, dolaylı olarak matlûbtur. Mükâşefelerin yeri ise, kalpler ve ruhlar, gönüllerdir. Allah, en iyisini bilendir.

Cenâb-ı Hak, Kur'an'ı işte bu şekilde niteleyince, "işte bu (kitap), Allah'ın gönderdiği bir rehberdir. O, dilediğine bununla hidayet eder. Allah kimi de saptırırsa, artık onun için hiçbir hidayet edici yoktur" buyurmuştur. Bu ayetin başında geçen za'lik kelimesi, aynı ayette geçen kitap lafzına bir işaret olup, "Bu, Allah'ın, kullarından dilediği kimseleri hidayete erdirme vesilesi kıldığı hidayet rehberi olup, bu kulları da, bu hidayete ehil olabilmeleri için, Cenâb-ı Hakk'ın herşeyden önce gönülleri açtığı, inşiraha kavuşturduğu kimselerdir. "Kimi saptırırsa", yani, kimin de kalplerini kaskatı, karanlık, anlayışsız ve bu hidâyete ehil olmaya aykırı bir halde kılarsa, "Onun için hiçbir hidayet edici yoktur." Ehl-i sünnet âlimlerimizin bu ayetle istidlalleri, Mu'tezile'nin sorulan ve âlimlerimizin verdiği cevaplar, aynen, En'âm 125 ayetinin tefsirinde geçtiği şekildedir.

Yüzü Cehennemden Kurtarma ve Tebliğ

"... Kıyamet günü onun yüzünü o kötü azaptan kim koruyacak ..." ayetine gelince, bil ki, Allahü teâlâ, kalpleri katı olan kimseler hakkında, birisi dünyevî, diğeri de uhrevî olmak üzere iki hüküm vermiştir. Onlar hakkında verilen dünyevî hüküm, tam bir sapmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah kimi de saptırırsa, artık onun için hiçbir hidâyet edici yoktur" buyurmuştur. Onlar hakkında verilen uhrevî hüküm ise, şiddetli azâb olup, bu da "... Kıyamet günü onun yüzünü, o kötü azaptan kim koruyacak" ayetinden anlaşılan husustur.

Bunu şu şekilde izah edebiliriz; Uzuvların en kıymetlisi yüzdür. Zira yüz, güzelliğin ve parlaklığın mahallidir. Yüz aynı zamanda, hislerin ve duyu organlarının ambarı ve mekânıdır. İnsanlar, birbirlerinden, yüzleri sayesinde ayrılırlar. Saadet ve şekâvetin izleri de, ancak yüzde belirir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün yüzler vardır; parıl pani parlayıcıdır, gülücüdür, sevinicidir. O gün yüzler de vardır; üzerlerini toztoprak (bürümüştür). Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır, işte bunlar kâfirler, facirlerdir" (Abese, 38-42) buyurmuştur. Yine, Arapların eşrafı ve önde geleni hakkında,

"Ey Arabın yüz akı, ve gözü gözdesi..." ve bir şeyin künhüne delâlet eden yola ve metoda da, "Bu işin özü ve künhü; aslı esası, işte şudur" denilir. Binâenaleyh, anlattıklarımızla, uzuvların en kıymetlisinin "yüz" olduğu sabit olmuş olur. Hem insan, herhangi bir azaba duçar olduğunda, o elini, yüzünü koruyan bir kalkan gibi kullanır.

Sen bunu iyice anladığında şimdi biz diyoruz ki: Korunabilen herkes, yüzünün dışında katan her şeyi, yüzü için feda edince, hiç şüphesiz, kişinin "yüzü ile korunması" ifadesinin, onun korunmaktan aciz olduğuna dair bir kinaye olması güzel ve yerinde olmuştur. Bunun bir benzeri de, Nâbiğa'nın şu şiiridir:

"Onların kılıçlarında ordularla çarpışmaktan ötürü meydana gelen, kırıklardan başka kusur yoktur", yani, "Onlarda bundan başka kusur yok. Bu ise zaten kusur sayılmaz. Binâenaleyh onların hiç bir bakımdan (vecihden) kusurları yoktur" demektir. İşte ayette de "ehl-i cehennem, "hiç bir bakımdan korunamazlar. Ancak yüzleriyle korunmaya çalışırlar. Bu ise aslında korunma değildir. O haide, korunmaya hiç kudretleri yoktur" manası kastedilmiştir. Yine, cehenneme atılanların, elleri boyunlarına bağlanmış olarak atıldıkları söylenir. Bu durumda onların ancak yüzleriyle cehennemden sakınmaya çalışacakları açıktır. Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: Bu şart edatının cevabı mahzûf olup, takdiri, "Kıyamet günü, yüzü ile o azabın kötüsünden korunan kimse, hiç azaptan emin olan gibi olur mu?" şeklinde olur. Dolayısıyla benzerlerinde hazfedildiği gibi, burada da bu cevap hazfedil mistir. Azabın kötüsü, şiddetlisi demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Zalimlere, "Tadın kazandığınız şeyin azabım" denilecek" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak kalpleri katı taşanların ahiretteki azaplarını anlatınca, onların dünyada iken azaba nasıl düçâr olduklarını da anlatmak üzere; "Onlardan evvelkiler de peygamberlerini yalanladılar ve azap onlara, akıllarına gelmeyecek yönden geliverdi" buyurmuştur. Bu, o kimselerin durumlarına bir dikkat çekmektir. Çünkü, "Azab kendilerine geldi" cümlesinin başındaki "tâ" edatı, bu azabın onlara, o tekzipleri (yalanlamaları) sebebiyle geldiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh ortada bir tekzip bulununca, sebepten neticeye bir işarette bulunmak için, o azabın da olması gerekmiştir. Ayetteki, "hiç akıllarına gelmeyecek yönden" ifadec;, "hiç hesaba katmayıp, hatırlarına getirmedikleri yönlerden..." demektir. Çünkü belâ ve azaplar onlara işte böyle yönlerden gelir. Onlar, kendilerini ne zaman emin hissetseler, azap onlara, emin oldukları o cihetlerden gelir. Allahü teâlâ onlara, dünyada iken böyle bir azabın geldiğini beyan buyurunca, onlara zillet, rezillik, rüsvaylık ve alçaklığın geldiğini de bildirmiştir. Ayette böyle bir kaydın getirilmesinin hikmeti, tam bir azabta, rezillik ve zilletle içice olan bir acının bulunduğunu anlatmaktır.

Ahiret Azabı Daha Büyük

Cenâb-i Allah sonra, "Ahiret azabı ise elbet daha büyüktür, eğer bilseler" buyurmuştur. Bu, "işte o kimseler yok mu, onlara, biraz önce de bahsedildiği gibi, bu azap ne rezillik gelmiş ise de, Kıyamet gününe bırakılan azapları, bundan çok daha büyük ve şiddetlidir" demektir. Bundan murad, korkutma ve çekindirmedir.

Allahü teâlâ, bu hususlarda, bu üstün hikmetlerden ve güzel şeylerden bahsedince, bunun, açıklamada mükemmellik noktasına ulaştığına da işaret etmek üzere: "Andolsun ki biz bu Kur'ân'da insanlar için va'z-u nasihat alsınlar diye, her misalden örnekler gönderdik" buyurmuştur. Bunun hikmeti açıktır. Mu'tezile bu ayetin, Allah'ın fiil ve hükümlerinin bir sebebe bağlı olduğuna, "Allahü teâlâ'nın, herkesin imanını ve kendisini tanımasını istediğine delâlet ettiğine, çünkü ayetteki "Kur'ân'da insanlar için... örnekler gönderdik" ifadesinin, bir sebebi ihsas ettirdiğini, ayetin sonundaki, "va'z-u nasihat alsınlar diye..." ifadesinin de yine bir sebebi ihsas ettirdiğini, bu örneklerin maksadının, Cenâb-ı Hak'ın, düşünce ve ilmin meydana gelmesini irâde edişi olduğunu söylemişlerdir.

Kur'ân'da böylesi faydalı ve net açıklamalar bulununca, Kur'ân'ı medh-ü sena ile anmak gerektiği için Cenâb-ı Hak, "Onu her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, dosdoğru Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Umulur ki onlar ittikâ ederler, diye..." buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Halku'l-Kur'an İddiası

Kur'ân'ın muhdes (mahluk) olduğunu söyleyenler, işte bu ayeti, şu birkaç açıdan delil getirmişlerdir:

1) Ayetteki bu ifade, Allahü teâlâ'nın bu darb-ı meselleri, insanların öğüt almaları için getirdiğine delalet eder. Bir başka şeye bağlı olarak yapılan şey ise, muhdes olur. Çünkü kadîm, ezelde zaten var olan demektir. Bu ise, "O bunu falanca maksaddan ötürü yapmıştır" denilmesine manî olur.

2) Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın Arapça olduğunu söylemiştir. Kur'ân ise ancak, lafızları, Arab'ın diline ve ıstılahlarına göre bu manalara delâlet ettiği zaman Arapça olur. Arab'ın dili ve ıstılahına göre meydana gelen şey ise, mahlûk ve muhdes olur.

3) Cenâb-ı Hak, bu Kur'ân'ı "Kur'ân" diye nitelemiştir. "Kur'ân" ise, kıraat (okuma) manasınadır. Kıraat masdardır. Masdar ise, cümlede mef'ûl-ü mutlaktır. Dolayısıyla Kur'ân, bir iş, bir mef'ûl olmuş olur."

Bunlara şöyle cevap verilir: Siz (Mu'tezile'nin) yaptığı bu izahların hepsini biz (ehl-i sünnet), harfler ve sesler manasına alıyoruz. Bunlar ise zaten (bizce de) hadis ve muhdestir.

İkinci Mesele

"Arabiyyen" kelimesi hal olarak mansubtur. Buna göre mana, "Biz insanlara, bu Kur'ân'da Arapça olarak ve Arapça açıklanmış olarak, o misalleri getirdik" şeklindedir. Bu kelimenin (medih ifade eden ve durumu düzelten) bir cümle sebebiyle mansub cinası da muhtemeldir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, bu kitabı şu üç sıfatla nitelemiştir:

1) "Kur'ân" (okunma) sıfatıyla... Bu sıfatla, onun Kıyamete kadar, mihraplarda ve her yerde okunması kastedilmiştir.

Nitekim Hak teâlâ, "Şüphesiz o zikri biz indirdik ve onu muhafaza edecek olanlar da bizleriz" (Hicr, 9) buyurmuştur.

2) "Arapça" sıfatıyla... Bununla da, fasîh ve beliğ (edîb) kimselerin, o Kur'ân'a benzer söz söylemekten aciz kalacakları anlatılmak istenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "De ki:" insanlar ve cinler, bu Kur'ân gibisini getirmek üzere btleşseler, birbirlerine destek olsalar bile, bunun gibisini kesinlikle getiremezler" (Isra, 88) buyurmuştur.

3) "Gayra zî ivec" "her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak" sıfatıyla... Bununla, Kur'ân'ın çelişki ve tenakuzdan uzak ve berî oluşu anlatılmak istenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer Kur'ân, Allah'dan başkasının katından olmuş olsaydı, o (insanlar) onda pek çok ihtilaf (çelişki) bulurdu" (nisa, 82) buyurmuştur.

Ayetteki, "Umulur ki onlar ittikâ ederler" cümlesine gelince Mu'tezile Allah'ın hükümlerini bir sebebe bağlama görüşünde bu ifadeyi de delil getirmiştir. Burada şöyle bir incelik var: Hak teâlâ önceki ayette, "va'z-u nasihat alsınlar diye...", burada İse "ittikâ ederler diye" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Vaz'u nasihat atma, ittikâ etmekten önce gelir. Çünkü insan bunlardan ibret alıp, bunları öğrenip, künhüne erip, manalarını iyice anladığında, ittikâ ve sakınma meydana gelir. Allah en iyi bilendir.

Şirkteki Çelişki

28 ﴿