37"Sıdkı getirene ve onu tasdik edenlere gelince: İşte onlar takvaya erenlerin ta kendileridir. Rableri nezdinde dileyecekleri şeyler onlarındır. İşte bu, iyi hareket edenlerin mükâfaatidır. Çünkü Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü (hareketlerim bile) örtecek, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfaatlarını ihsan edecektir. Allah kuluna kâfi değil mi? Seni, O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa, onun yolunu bir doğrultucu yoktur. Allah kime de hidayet ederse, onu bir saptırıcı yoktur. Allah intikam sahibi, mutlak bir galip değil midir?" Bil ki, Allahü teâlâ, yalancıları ve doğru olanları yalanlayıcıları konu alan tehdidini zikredince, bunun peşinden de, vaadi tehdidine bitişsin diye, doğrular ile tasdik edenlerin vaad ve mükâfaatını zikretmiştir. Konuyla ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenab-ı Hakk'ın, ifadesinin takdiri, (......) şeklindedir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır: a) Bundan murad tek şahıs olup, sıdkı getiren, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir, onu tasdik eden ise, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dir. Bu görüş, Ali Ibn Ebi Talib (radıyallahü anh) ile, bir grup mûfessirden (radıyallahü anh) nakledilmiştir. b) Maksad, sıdkı getiren herkestir. O halde, sıdkı getirenler, peygamberlerdir. Onu tasdik edenler ise, onlara tâbi olanlardır. Bu görüşü savunanlar, sıdkı getirenin bir cemaat olduğunu; zira, böyle olmasaydı, "işte onlar takvaya erenlerin ta kendileridir" denilmesinin caiz olmayacağını söyleyerek, istidlalde bulunmuşlardır. İkinci Mesele Risalet ancak dört rükün ile tamamlanır: Gönderen (mursil). gönderilen (mursel), risâlet ve kendilerine gönderilenler (mürsel ileyh). Resul göndermeden kastedilen, kendilerine resul gönderilen toplumun, risaleti kabul ve onu tasdike yönelmesidir. Binâenaleyh, tasdikte bulunan ilk şahıs, gönderme (İrsal) işinin kendisiyle tamamlanmış olduğu kişidir. Ben, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet eden kişilerden anlatan ve bahseden birisinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle demiş olduğunu söylerken duydum: "Ebû Bekr'e ilişmeyin, onu kendi haline bırakın; çünkü o, nübüvvetin tamamlayıcısıdır." Kenzûl Ummal 7/18790. Bil ki: İster tasdik edenden maksad muayyen bir şahıs olsun, ister bu sıfatla muttasıf bütün şahıslar olsun, netice itibariyle Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh) buna dahildir. Birinci duruma göre olmasına gelince, Ebû Bekr (radıyallahü anh)'in de buna dahil olduğu aşikârdır. Çünkü ifade, tasdike ilk yönelmiş olan kişiyi de şümulüne alır. Ulemâ ise, ilk tasdik eden en faziletli kişinin ya Hazret-i Ebû Bekir ya da Hazret-i Ali (radıyallahü anh) olduğunda icmâ etmişlerdir. Bu lafzı Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e hamletmek ise daha evlâdır. Zira Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bi'seti sırasında küçük idi. Böylece de o, evdeki küçük bir çocuk gibiydi. Malumdur ki, onun tasdiki ve yönelmiş olması, öyle pek fazla bir kuvvet ve güç ifade etmez. Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e gelince, o, hem yaşça, hem de makam ve mevkice büyük bir kimse idi. O halde, onun tasdike yönelmesi, İslâm için, bir hayli güç ve kuvvet ifade eder. Buna göre bu lafzı, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'e hamletmek daha evlâdır. İkinci duruma göre olmasına gelince, bu, bundan muradın, bu sıfatla muttasıf olan herkes olmasıdır. Bu takdire göre, Ebû Bekir (radıyallahü anh) de bunun kapsamına girer. Üçüncü Mesele Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu kelime, şeddesiz olarak (sadaka) şeklinde de okunmuştur. Yani, "Onunla, insanlara doğru davrandı; onlara yalan söylemedi. Kendisine (Kur'ân) nasıl inmişse, hiçbir tahrif olmaksızın, onu insanlara iletti" demektir. Bunun manasının, "Onunla, yani onun vesilesiyle sâdık ve doğru oldu... Çünkü Kur'ân mucizedir, mucize ise, çirkin bir şey yapmayan sonsuz hikmet sahibi Allah tarafından bir te'yit ve doğrulamadır. Böylece, risâleti iddia eden kimse, bu mucize sebebiyle, sâdık, doğru olmuş oldu..." şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu ifade sudıka şeklinde de okunmuştur. Bil ki, Allahü teâlâ, sıdkı getiren ile onu tasdik eden hakkında pekçok hükümden bahsetmiştir. Birinci Hüküm: 'işte onlar, takvaya erenlerin ta kendileridir" cümlesinin ifâde ettiği husus olup şöyledir: Tevhîd ve şirk, birbirine zıt İki şeydir. İki zıddan birisi daha şerefti ve daha faziletli olunca, ikinci zıd da, daha değersiz ve düşük olur. Tevhîd, vasıfların en şereflisi olunca, şirk de, en değersiz şey olur. İki zıddan birisini yapan da, ikinci zıddı terketmiş olur. Binâenaleyh, en kıymetli şey olan tevhidi ıcrâ eden de, en değersiz ve âdi şey olan şirki terketmiş olur. İşte bu manadan dolayı tasdik edenler, müttakîler olmakla nitelenmişlerdir. İkinci Hüküm: Tasdik edenler hakkındaki "Rahlen nezdinde dileyecekleri şeyler onlarındır. İşte bu, iyi hareket edenlerin mükâfaahdır" cümlesidir. Bu vaadin içine, mükellefin arzu ettiği her şey girmektedir. Cennetteki Farklılık Hüzün Verir Mi? İmdi eğer "Kemâlin, bizzat sevildiği ve bizatihi arzu edildiği hususunda şüphe yoktur. Cennetlikler ise, akıllı kimselerdir. Onlar, nebiler ile büyük velilerin yüce makamlarını müşahede ettiklerinde, bunların yüce hayırlar ve mükemmel dereceler olduklarını anlarlar. Kemâl ve hayır olarak bir şeyi bitmek ise, ona meyli ve arzu duymayı gerektirir. Durum böyle olunca da, bu derecelerin kendileri için de hasıl olmasını arzularlar. O zaman da, bu ayetin hükmüne göre, bunların hasıl olması gerekir. Ve yine, eğer bu onlar için meydana gelmezse, o zaman da onlar keder ve yalnızlık içinde kalırlar" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Allahü teâlâ, cennetliklerin kalbinden kin ve hasedi izâle edecektir. Bu da, onların ahiretteki hallerinin dünyadakinin hilâfına olmasını İktizâ eder..." Rabbi Görmek İsteyenler Kıyamet gününde mü'minlerin Allah'ı göreceklerini söyleyenler bu ayete (de) tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir: Kendilerinin Allah'ı göreceklerine inananlar, O'nun, 'Ve onu tasdik edene..." ifadesinin kapsamına dahildirler Çünkü onlar, nebileri (aleyhisselâm) tasdik etmişlerdir. Sonra bu şahıs, Allahü teâlâ'yı görmek diler.. (İşte o zaman) bunun, "Rableri nezdinde arzu ettikleri şeyler onlarındır" ayetinden dolayı meydana gelmesi gerekir... Eğer muarızlar, "Biz, cennetliklerin bunu isteyeceklerini kabul etmiyoruz" derlerse, biz deriz ki: Bu, bâtıldır. Çünkü rü'yet, Allah'ı görmek hicabın (perdenin) kalkması ile tecellî vecihlerinin en büyüğüdür. Bunun, bu bakımdan, herkesçe talep edilecek bir hal olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Hatta, bu matlûbun bulunmasının varlığı bizzat imkânsız bir şey olduğu delil ile sabit bile olsa, bunu talep etmek terkedilir, ama bu, talebi gerektiren şeyin bulunmamasından değil, aksine, bir maniin bulunmasındandır ki, bu da, onun bizatihî imkânsız oluşudur. İşte böylece, bu ihtimalin kaim olduğu; nassın ise, onların dileyip istedikleri her şeyin meydana geleceğini bildirdiği, dolayısıyla bunun, Rü'yetullâhın hasıl olmasını da gerektirdiği sabit olmuş olur. Bil ki, tabiri, cihet ve mekân anlamında, bir "yan, nezd" manasına değildir. Aksine bu "Kudret sahibi, mülkü yüce olanın yanında..."(Kamer. 55) ayetinde de olduğu gibi, samediyyet ve ihlas manasındadır. Şunu bil ki Mu'tezile Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bu, iyi hareket edenlerin mükâfaatıdır" ayetine tutunarak, bu mükâfaatın, onların ibadetlerinde iyi davranmış olmaları sebebiyle, onlar tarafından hak edilmiş olduğunu söylerler. Üçüncü Hüküm: "Çünkü Allah onların geçmişte yaptıkları en kötü (hareketlerini bile) örtecek, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfaatlarını ihsan edecektir" buyruğudur. "Rableri nezdinde dileyecekleri şey onlarındır" cümlesi, bu mükâfaatin geleceğine delâlet etmektedir. Hak teâlâ'nın, "Çünkü Allah onların en kötü (hareketlerini bile) örtecek" ayeti, o azabın onlardan düşeceğine en mükemmel bir biçimde delâlet etmektedir. Bununla, onların peygamberleri, Allah'dan getirdikleri şeyler hususunda tasdik etmeleri halinde Allah'ın onların amellerinin en kötüsünü, yani bu tasdik ve imanlarında önceki inkârlarını silip, onlara sevabın en güzel çeşidini vereceği manasının kastedildiği de ileri sürülmüştür. Mukâtil, Cenâb-ı Hakk'ın onlara amellerinin güzellerine karşılık verip, kötü amellerine karşılık vermeyeceğini söylemiştir. Bil ki Mukâtil, Mürcie fırkasının önderlerindendir. Mürcie ise, küfür (inkâr) var ise, insanın taatlarının hiçbir menfaat sağlayamayacağı gibi, kişinin imanı var ise, günahlarının ona zarar vermeyeceğini iddia ederler. Mukâtil, bu ayeti delil getirerek şöyle der: "Bu ayet, peygamberleri tasdik edenlerin, Cenâb-ı Hakk'ın, kötü amellerini sileceğine delâlet eder. Ayetteki "en kötü" ifadesini, onların iman öncesi küfürlerine hamletmek caiz değildir. Çünkü ayetin zahiri, bu silme işinin, Cenâb-ı Hakk'ın bunları müttakiler olarak nitelediği zaman olduğuna delâlet eder. Bu takva ile, onların şirkten kendilerini korumaları demektir. Durum böyle olunca da bununla, İmandan sonra yapılmış olan büyük günahların kastedilmiş olması gerekir. Böylece bu ayet, Allahü teâlâ'nın, onların, iman ettikten sonra yaptıkları şeylerin en kötülerini sileceği hususunda bir nas (kesin hüküm) olur. Onların yaptıkları şeylerin en kötüleri de, büyük günahlardır. Allah Kuluna Yeter Dördüncü Hüküm: Örf, bâtılı savunanların, hakkı savunanları pek çok tehdidle korkuttuklarını göstermektedir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk, bu şüphenin belini de, "Allah kuluna kâfi değil mi?" buyurarak kırmış ve bu hususu, bir soru üslubuyla ele almıştır. Bundan maksad, bunu insanların aklına iyice yerleştirmektir. Gerçek de budur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bütün malumatı bilen bir âlim, herşeye gücü yeten bir kadir, her türlü ihtiyaçtan müstağni bir ganî olduğu sabittir. Binâenaleyh bu demektir ki Allahü teâlâ, kullarının ihtiyacını bilir, onları gidermeye kadirdir ve o ihtiyaçları daha iyi ve rahat şeylerle değiştirmeye gücü yetendir. O cimri ve muhtaç değildir ki, cimri ve muhtaç oluşu, bu maksadı yerine getirmesine engel teşkil etsin. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hak teâlâ'nın belâları defedip, âfetleri kaldıran, insana muradlarını veren bir zât olduğu açıkca anlaşılır. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Allah kuluna kâfi değil mi?" buyurmuştur. Cenâb-ı Allah, bu mukaddimeyi (girişi) yapınca, buna dayanan matlub neticeyi de bildirmek üzere "Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ'nın kuluna yeter olduğu sabit olunca, Allah'dan başkası ile korkutma, abes, boş ve asılsız olur" demektir. Kıraat imamlarının çoğu, ayetteki "abd" kelimesini müfred olarak okumuşlardır ki bu Ebû Ubeyde'nin de tercihidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "abd" "kul" kelimesine işareten, "Seni korkutuyorlar" ifadesiyle, "seni" zamirini kullanmıştır. Rivayet olunduğuna göre Kureyş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Biz, ilahlarımızın seni çarpacağından korkarız" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Bazıları da ayetteki "abd" kelimesini cemi olarak "ıbâd" okumuşlar. Bu kıraate göre, "kullar" ile, peygamberlerin kastedildiği ileri sürülmüştür. "Çünkü Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'a kavmine karşı tufan; İbrahim (aleyhisselâm)'e ateş; Yunus (aleyhisselâm)'a da, düştüğü belâdan kurtarılması yetmiştir. O halde Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), ben senden önceki o peygamberlere yettiğim gibi sana da yeterim". Bununla, peygamberlerin kavimlerinin onlara kötü davranmış olduğunun anlaşıldığı da ileri sürülmüştür. Çünkü Hak teâlâ, "Her ümmet kendi peygamberlerine kastetti" (Mümin, 5) buyurmuştur. Fakat O, peygamberlerine, düşmanlarının serlerine karşı yetmiştir. Bil ki Allahü teâlâ, vaad, va'îd, tergîb ve terhîb (korkutma ve teşvik) için, uzun uzun sözler sarfedince, sözü bir sonuçta bitirmiştir. Esas hüküm de budur. İşte bundan dolayı O, "Allah kimi saptınrsa, O'nun yolunu bir doğrultucu yoktur. Allah kime de hidayet ederse, onu bir saptırıcı yoktur" buyurmuştur. Bu, "O lütuf ve açıklamalar, ancak Allah'ın kuluna hidayet ve tevfiki nasip etmesi halinde fayda verir" demektir. Ayetteki, "Allah, intikam sahibi, mutlak bir galip değil midir?" ifadesi, kâfirler için bir tehdiddir. Bil ki ehl-i sünnet âlimlerimiz, kulların amellerinin yaratılması ve olacak şeylerin irade edilmesi meselesinde, Hak teâlâ'nın bu ayetini delil getirmişlerdir. Bu konuda her iki tarafın söyledikleri malumdur: Mu'tezile, bu iki meselede kendi mezheblerinin doğruluğuna dair, "Allah, intikam sahibi, mutlak bir galib değil midir?" ifadesini delil getirerek, "Eğer onlardaki küfrün yaratıcısı (kendileri değil de), Allah olsaydı, intikam ve tehdid ifade eden bu ifade, onlar hakkında kullanılamazdı" demişlerdir. Allah Hâkim-i Mutlaktır |
﴾ 37 ﴿