37

"Firavun şöyle dedi: "Ey Hâman, benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım ve Musa'nın tanrısına yükselip çıkarım (!) Esasen ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya..." İşte bu suretle Firavun'un kötü ameli, kendisine süslü gösterildi. O, yoldan saptırıldı. Firavun'un hilesi zaten helake mahkûmdu"

Bil ki Allahü teâlâ, Firavunu, mütekebbir ve cebbar (zorba) olarak tavsif edince, göklere çıkmayı kafasına koyacak kadar ahmak ve aptal olduğunu da beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Müşebbihe'nin İddiası

Müşebbihe nin büyük bir ekseriyeti, bu ayeti, Allah'ın göklerde olduğunu isbat için delil getirmiş ve şu şekillerde izah etmişlerdir:

1) Firavun Allah'ın varlığını kabul etmiyordu. Allah'ın sıfatları namına söylediği herşeyi Firavun Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Allah'ı o şekilde tavsif ettiğini duyduğu için söylüyordu. Binâenaleyh Firavun da Allah'ı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan duyduğu gibi tavsif ediyordu. Demek ki Firavun Musa (aleyhisselâm)'dan, Allah'ın göklerde olduğunu duymuş olmasaydı, O'nu göklerde aramazdı.

2) Firavun, "Esasen ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya" demiş, ama onu hangi hususta yalancı sandığını beyân etmemiştir. Halbuki söz, daha önce geçen bir şeyle ilgili kılınır. Böylece bu ifadenin manası sanki, "Musa'nın göklerde olduğunu iddia ettiği o tanrıya ulaşayım. Ama ben, ilahın göklerde olduğuna dâir iddiası hususunda Musa (aleyhisselâm)'nın yalan söylediğini sanıyorum" şeklinde olur ki bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın dinine göre, ilahın göklerde oldurma delâlet eder.

3) Bir ilahın bulunması halinde, onun göklerde olduğu hususundaki bilgi bütün akıllarda yer eden, açık bir bilgidir. İşte bundan ötürüdür ki, çocuklar bile Allah'a yalvarıp-yakarırken, yüzlerini ve ellerini göğe doğru kaldırırlar. Firavun bile, bunca küfrüne rağmen, tanrıyı göklerde aramıştır. Şu halde bu ilahın göklerde olduğu hususundaki bilginin, sıddık ve zındığın, mülhid ve muvahhidin, âlim ve cahilin aklında yer etmiş bir bilgi olduğuna delâlet eder. İşte Müşebbihe'nin bu ayetle istidlali bu şekildedir.

Buna şöyle cevap verilir: Müşebbihe'nin, mel'ûn Firavun'un görüşünü, kendi inançlarının doğruluğuna delil kabul etmeleri, bu cahillerin, rüsvaylığın ve sapıklığın doruğuna ulaştıklarını gösterme hususunda yeterlidir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya gelince, o, âlemin ilahını anlatmak için, O'nun yaratıcı olduğunu söylemekten başka birşey yapmamıştır. Nitekim Tâhâ Sûresi'nde, "Rabbim, her şeyin yaratılışını veren ve sonra ona hayat imkânlarını gösterendir" (Tâhâ, 50) ve Şuârâ Sûresi'nde, "O, sizin ve evvelki babalarınızın Rabbidir, şarkın, garbın ve bunlar arasında olanların Rabbidir.. "(Şuârâ. 26-26) demiştir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın zâtının göklerde olduğunu söylemenin, Firavuna ait bir görüş ve inanç olduğu; Cenâb-ı Hakk'ın zâtını yaratıcı olmak ve var olmakla tavsif etmenin de Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın dini ve inancı olduğu ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh kim birinci görüşü benimserse, Firavun'un dini üzere olmuş olur, kim de ikinci görüşü benimserse, Musa (aleyhisselâm)'nın dini üzere olmuş olur.

Hem sonra biz, Firavun'un, Allah'ın sıfatları ile ilgili olarak söylediği hirşeyi Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan duymuş olduğunu da kabul etmiyoruz. Belki o da, Müşebbihe'nin inancı üzere idi, bundan dolayı bir ilahın var olması takdirinde, mutlaka göklerde olabileceği inancını taşıyordu. Binâenaleyh Firavun bu inanct, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan duymuş olduğu için değil, kendisinden (aklından) kaynaklanan bir şey olarak ileri sürmüştür.

Firavunun, "Esasen ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya..." şeklindeki sözü hakkında diyoruz ki: Belki de o, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Göklerin ve yerin Rabbi" dediğini duyunca, bundan hareketle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Allah'ın sadece göklerin Rabbi olduğunu sanmıştır. Bu tıpkı, "orada oturuyor" manasında, içimizden birisi için, "evin rabbi (efendisi)" denilmesi gibidir. Binâenaleyh, Firavun bunun böyle olduğuna zann-ı galibi ile hükmedince, bu husus ondan bu şekilde nakledilmiştir ki, bu uzak ve imkânsız bir şey değildir. Çünkü Firavun, cehalet ve ahmaklık hususunda, böyle bir hayal ve düşüncenin kendisine nisbet edilmesinin uzak addedilmeyeceği bir noktada bulunuyordu. Eğer karşı taraf, Müşebbihe, bu hayalin Firavuna nisbet edilmesini uzak addediyorlarsa, bu şey (o zaman) kendilerine uygun düşer. Çünkü onlar, Firavunun dini üzere olunca, onlara, ona saygı duymaları gerekir.

Müşebbihe'nin, "Firavun'un fıtratı, bir ilâhın mevcut olması halinde, onun mutlaka göklerde bulunacağına dair şehâdet ettiğini..." söylemelerine gelince, biz diyoruz ki: Biz de, İnsanların ekserisinin fıtratının, onlara, bunun doğru olduğunu vehmettirdiğini inkâr etmiyoruz. Hele de bu kimseler, ahmaklıkta Firavun derecesine varmışlarsa!.. Böylece Müşebbihe'nin sözlerinin geçersiz olduğu sabit olmuş olur.

Kule Yaptırma Hikâyesi

İnsanlar, Firavun'un, kendisinden göklere çıkması için bir kule yapmaya yeltenip yeltenmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Müfessirlerden, ayet-i kerimenin zahirine göre hareket edenler, bunun böyle olduğuna kesinkes hükmetmiş ve onun o kuleyi nasıl yaptığı hususunda uzunca bir hikaye anlatmışlardır. Buna göre onların anlattıkları bu şey uzak bir ihtimal olup, delili şudur: Firavun'un, ya deli ya akıllı olduğu ileri sürülebilir. Eğer biz, onun deli olduğunu söylersek, o zaman Allahü teâlâ'nın ona bir elçi yollaması caiz olmaz. Çünkü mükellef tutulmada, akıl şarttır. Ve yine, Allah'ın, bir delinin sözünü Kur'ân'da nakletmesi caiz değildir. Biz onun akıllı olduğunu söylersek, o zaman şöyle deriz: Her akıllı kimse, aklının bedahet hissine dayanarak, beşerin, yüksek bir dağdan daha yüksek bir bina yapmasının imkânsız olduğunu bildiği gibi, yine aklının bedaheti ile, gökyüzüne bir dağın dibinden bakan ile, o dağın üst noktasından bakan arasında bir fark olmadığını anlar. Bu iki bilgi şekli de bedihî (apaçık surette doğru, kesin) olunca, insanın kendisinden göklere yükselip çıkacağı bir bina yapmaya yeltenmesi, anlamsız olur, imkânsız olur. Bunun yanlışlığı zaruri olarak açık olunca, Firavuna isnat edilmesi de imkânsız olur.

Buna göre bu ayetin tefsiri hususunda söylenilecek şey şudur: Firavun "dehrî" idi. Onun bu sözü söylemesinin maksadı ise, yaratıcıyı kabul etmeme hususunda ortaya bir şüphe atmaktır. Bunun izahı şöyle yapılabilir: Firavun şöyle demiştir: "Biz, kendisinin, alemin ilâhı olduğuna hükmedeceğimiz bir şey göremiyoruz. Binâenaleyh böyle bir ilâhın var olduğunu söylemek doğru değildir. Onu göremeyisimize gelince, şayet o mevcut olsaydı, göklerde olurdu. Bizim ise, göklere tırmanma imkânımız yoktur. Binâenaleyh, biz onu daha nasıl görme imkânına sahip olabiliriz?.. Daha sonra Firavun, göklere tırmanmanın imkânsız olduğunu iyice vurgulamak için, "Ey Hâmân, benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben, o yollara, göklerin yollarına ulaşınm..." demiştir ki, onun bu sözü söylemesinden maksadı şudur: "Herkes, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu anlayınca, Allah'ın varlığını, duyu organları yoluyla anlamaya vasıl olmanın da imkânsız olduğunu anlar."

Bu ifâdenin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "... kendilerine bir ayet getirmen için yerde bir baca veya gökte bir merdiven araman (gibi ham ve icabsız tekliflere) uymak istersen.,."(En'âm,35) ayetidir. Bu ifadeden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yerin dibine doğru tünel kazması veya kendisiyle gökyüzüne doğru çıkacağı merdivenler kurması kastedilmemiştir. Tam aksine mana, o böyle bir şeyin imkânsız olduğunu anlayınca, o maksadı gerçekleştirmenin imkânsız olduğunu da anlamış olur. Binâenaleyh mevzûbahs bu ayette de Firavunun, "Ey Hâmân, benim için yüksek bir kule yap..." sözünden maksadı şudur: "Musa'nın ilâhına yükselmek için, işte bu yoldan başka bir yol olmayıp, bu yol da imkânsız olunca, bundan, Musa'nın isbata çalıştığı o ilâhı tanıyıp bilmenin imkânsız olduğu neticesi çıkar." Binâenaleyh biz diyoruz ki, işte bu konuda söyleyeceğimiz bundan ibarettir.

Bilgi Kaynakları

Bil ki, böyle bir şüphe yanlıştır. Çünkü bilgi kaynakları: idrak (duyu organları), haber (nakil) ve nazar (tefekkür, düşünce) olmak üzere üçtür. Bu üç yoldan birinin, yani duyu organlarının O'nu göremeyişinden, matlûbun, yani aranılan o şeyin yokluğu neticesi çıkmaz. Bu böyledir, zira Musa (aleyhisselâm) Firavuna, Allah'ı tanıyıp bilmenin yolunun, Cenâb-ı Hakk'ın, Musa (aleyhisselâm)'dan naklen bildirdiği "(O), sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir..."(Şuara, 26) ve "(O), meşrıkla mağribin ... Rabbidir..."(Şuarâ, 28) ayetterindeki gibi, bilmenin yolunun, hüccet ve delil olduğunu beyan etmiştir. Ancak ne var ki, Firavun, kötülüğünden ve kuracağı tuzaktan dolayı bu delillere iltifat etmemiş, cahil kimselerin kalbine, "Bu ilâhı, duyu organlarıyla tanımak imkânsız olunca, onun kabul edilmemesi gerekir" fikrini atmıştır. Benim bu konuda söyleyeceklerim bundan ibarettir. Muvaffakiyet ve koruma ancak, Allah'a aittir.

Üçüncü Mesele

Bazı kimseler, Cenâb-ı Hakk'ın, feleklerin kütlelerini ve hareketlerini süflî alemde meydana gelen hadislerin sebepleri olabilecek bir biçimde yarattığı fikrini benimseyerek, "Olur ki ben, o yollara, göklerin yollarına ulaşırım..." cümlesiyle istidlal etmişler ve şöyle demişlerdir: Bunların, ancak bu alemdeki hadiselerin birer sebepleri olduğu malumdur. Bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın, Sâd Sûresi'ndeki, "Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler" (Sad, 10) ifadesi de desteklemektedir. Müfessirlere gelince, onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Olur ki ben, o yollara, göklerin yollarına ulaşırım" ifâdesi hakkında şunu söylemişlerdir: Ayetteki, "göklerin yolları, kapılan ve oraya ileten her şey" kastedilmiştir. Çünkü, seni bir şeye iletip ulaştıran şeye "sebep" denilir. Meselâ, (hidayete ulaştıran) doğruluk (reşâd) gibi...

Haman

Yahudiler şöyle demiştir: "İsrailoğullarıyla Firavun'un tarihini araştıranlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Firavun zamanında, Haman denilen bir kimsenin hiç mevcut olmadığı; bunun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Firavun'dan çok uzun zaman asırlar sonra bulunduğu hususunda müttefiktirler. Binâenaleyh, Firavun zamanında Hamân'ın varolduğunu söylemek tarihen hatadır. Bir kimse, "Firavun zamanından sonra Hamân adında bir şahsın bulunması, Firavun zamanında aynı ismi taşıyan bir başka şahsın bulunmuş olmasına mâni değildir" de, diyemez.. Çünkü, Firavun zamanında Hamân adını taşıyan bu şahıs, Firavunun nezdinde, değeri olmayan bir kimse değil, tam aksine, onun veziri mesabesinde olan bir şahıstır. Böylesi bir kimsenin ise, şekli ve şemaili meçhul olamaz... Binâenaleyh, şayet böyle bir şahıs olmuş olsaydı, onun hali ve durumu, mutlaka ve mutlaka bilinirdi. Firavun ve Musa (aleyhisselâm)'nın hallerini tetkik edenler, Firavun zamanında, Hamân ismini taşıyan birisinin bulunmadığı, bunun asırlar sonra yaşamış birisi olduğu konusunda hemfikir olunca, bu ifâdenin, tarih nokta-i nazarından yanlış olduğu anlaşılmış olur." Bunlar sözlerine devamla şöyle derler: "Bunun bir benzeri de, bizim, İslâm dininde, Ebû Hanîfe'nin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra yaşamış birisi olduğunu bilmemizdir. Şimdi, birisi kalksa, Ebû Hanîfe'nin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında yaşamış olduğunu iddia etse ve bunun, birincisinden başka, farklı bir şahıs olduğunu ve bunun da Ebû Hanîfe adını aldığını ileri sürse, tarihçiler, bunun hata olacağına hükmettikleri gibi, işte burada da böyledir."

Hamân'ın Muasır Olmadığı İddiasına Cevap

Musa (aleyhisselâm) ile Firavun'un tarihleri hususunda, aradan uzun yıllar geçmiş, durumlar ve devirler birbirine karışmış, belirsizleşmiştir. Böylece de, tarihçilerin sözlerine, bu konuda güven kalmamıştır. Binâenaleyh bu hususta, Allah'ın sözüne yapışmak daha uygun olur. Bizim peygamberimizin durumunun Ebû Hanife'yle birlikte ele alınması ise böyle değildir. Çünkü bu tarih, yakın zamana aittir. Henüz zamanlar, işler, durumlar ve bilgiler birbirine girip karışmamıştır. Tam aksine, iyice tesbit edilmiş bir tarih söz konusudur. Böylece, bu iki konu arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Bu ayetteki mana ile ilgili hususların tamamı bundan ibaret olup, geriye, onun lafızlanyla ilgili hususların açıklanması kalmıştır.

Bu cümleden olarak ayetteki şartı kelimesine gelince, bunun, her ne kadar uzakta olsa dahi, bakan herkesin göremeyeceği kadar yüksek bir bina anlamına geldiği ve bu kelimenin, ortaya çıkıp göründüğünde kullanılan deyiminden alındığı söylenmiştir. ayeti de "göklerin yollan" anlamındadır. İmdi, eğer, "Ayetteki bu tekrarın hikmeti nedir? Şayet, "Olur ki, göklerin yollarına ulaşırım.." denilmiş olsaydı yeterli olurdu" denilirse, Keşşaf sahibi bu hususa cevap vererek şöyle der: "Bir şey mübhem bırakılıp, sonra da açıklandığında, o şeyin durumu ve şanı yüceltilmiş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk, göklerin yollarının tazim edilip yüceltilmesini murad edince, bunu önce müphem bırakmış, daha sonra da açıklamıştır."

Farklı Kıraat ve İ'rab

Ayetteki, Ve Musa'nın tanrısına yükselip çıkarım" cümlesine gelince, Asımın ravisi Hafs, ayn'ın fethasıyla okurken, diğer kıraat alimleri, ref ile (......) şeklinde okumuşlardır. Müberred şöyle der: "Merfû kıraat, bunu ebluğu fiiline atfetmiş olur. Buna göre kelamın takdiri, şeklinde olur. Ne var ki, (sümme) edatı, fâ'dan daha fazla sonralığı (terahî) ifade eder. Mansûb okuyanlar ise, bunu, cevap addetmiş olurlar. Buna göre mana, "Olur ki ben, o yollara ulaşırım.. Oraya ulaştığımda ise, Musa'nın ilâhına muttali olurum" şeklinde olur. Ama manalar, farklı farklıdır. Çünkü mana birincisinde, "Belki muttali olurum..."; ikincisinde ise, "İçimden, "Göklerin yollarına ulaştığımda, bence artık Musa'nın ilâhına muttali olmam kesindir" şeklinde olur.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk, Firavun'un bu sözünü nakledince, bunun peşinden "İşte bu suretle Firavun'un kötü ameli, kendisine süslü gösterildi. O, yoldan saptırıldı" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Asım, Hamza ve Kisâi, sâd harfinin dammesiyie, (ve sudde) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde şöyle der:

"Bu şekilde okunabilir, zira bu ifadeden önceki ifade de meçhuldür. Böylece, meçhule atfedilen şey de meçhul kılınmış olur." Diğer kıraat imamları ise, Firavun'un insanları" imandan men ettiği manasında sadde şeklinde okuyarak şöyle demişlerdir: "Firavun'un, "Elbet ve elbet ellerinizi, ayaklarınızı çaprazına kestireceğim" (araf, 124) sözü de, onun böyle yaptığını, men ettiğini göstermektedir. Bu kıraati, Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfredip de Allah'ın yolundan men edenler..." (Muhammed, 1); "Onlar küfreden, sizi Mescid-i Haram'dan men edenlerdir" (feth. 25) ayetleri de destekler.

Tezyin İşinin Faili

Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetindeki (......) ifadesine göre, mutlaka bir süslü gösterenin bulunması gerekir. cümleden olarak Mu'tezile, bunun, şeytan olduğunu söyleyince onlara, "Eğer Firavun 'a bu işleri süslü gösteren şeytan ise, o şeytana, bu işleri hoş gösteren eğer bir başka şeytan ise, o zaman ya şeytanların bu işi zincirleme olarak yaptıklarının söylenmesi gerekir, yahut "devr-i fasit" lazım gelir. Ki, hem teselsül, hem de devr-i fasit imkânsızdır. Bu, batıl olunca, sebep ve neticelerin, ihtiyaçların dereceleri bakımından bir Vâcibü'l-Vücûd'a varıp dayanması gerekir. Hem, ayetin bu ifadesi bu şey, onu yapanın inancına göre hayır, güzel, hoş değilse, o kimsenin bunu yapmaya yönetmeyeceğine delâlet eder. Eğer bu inanç doğru İse, bu bir ilimdir. Yok, eğer hata ise, bu da cehalettir. Binâenaleyh, bu cehaletin faili, bu insan olamaz. Çünkü, aklı olan kimse, kendisi için cehaleti elde etmek istemez. Bir de o, onun cehalet olduğunu bildiği zaman ancak, kendisi için cehaleti elde etmeye yönelir. O onun bir cehalet olduğunu anladığı an, onun artık, câhil olarak kalması imkânsız olur. Böylece, bu cehaletin failinin, bu insan olmadığı sabit olmuş olur. Bunun faili şeytan da olamaz. Çünkü birinci bahis, aynen bu konuda da söz konusu olur. Binâenaleyh geriye, bunun failinin Allahü teâlâ olduğu hususu kalır. Allah en iyisini bilendir. Bizim bu söylediğimizi, Keşşaf sahibinin, ayetin bu ifadesinin, malum olarak okunduğunu; failinin de Allah olduğunu nakletmiş olması da destekler. Yine bunun delili, ayet-i kerimedeki ifadesidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Firavun'un hilesi zaten helake mahkûmdu" buyurmuştur. Tebâb, helak ve hüsran anlamında olup, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "sahte tanrılar, Rabbimin (azâb) emri geldiği zaman, onlara hiçbir faide vermedi" (Hûd, 101) ve "Ebu Leheb'in elleri kurusun.." (Tebbet, 1) ayetleridir. Allah en iyisini bilendir.

O Zatın Nasihati

37 ﴿