36"(İnsanları) Allah'a davet eden salih amel işleyen ve "Ben şüphesiz möslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir? Ne iyilik, ne de kötülük bir olmaz. Sen en güzel tarzda karşılık ver. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost olur. Buna, sabredenlerden başkası kavuşamaz. Buna, ancak büyük bir hazza sahip olan erişebilir. Eğer seni şeytandan bir dürtüş fitlerse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten, çok İyi bilendir". Bil ki ayetle ilgili bir kaç mesele vardır: Daha önce bahsettiğimiz gibi, söz, sûrenin başında, kâfirlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeyden kalblerimiz örtülüdür" (Fussilet, 5) dedikleri yerde başlamıştır. Onların bu sözden maksadları, "Biz senin sözüne itibar etmiyor, delilini kabul etmiyoruz" demektir. Daha sonra onlar, bu beyinsizlikleri hususunda bir başka yola başvurarak, "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, onun hakkında manasız yaygaralar yapın" (Fussilet. 26) demişlerdir. Hak teâlâ da bu şüpheleri giderme ve bu sapıklıkları bertaraf etme hususunda yeterli cevap ve izahta bulunmuştur. Daha sonra Hak teâlâ şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "O Kureyş kâfirleri, her ne kadar bu yanlış sözleri söylüyorlarsa da, sana düşen tebliğe devam etmektir. Çünkü hak dine davet taatların en mükemmeli ve ibadetlerin başıdır. Cenâb-ı Hak bu hususa, "(İnsanları) Allah'a davet eden, sâlih amel işleyen ve "Ben şüphesiz müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?" diyerek işaret etmiştir. Bu, bu sûrenin ayetleri arasındaki en güzel bir tertibi ifâde eder. Bu hususta şöyle bir diğer izah da yapılabilir: Saadet mertebeleri, tam ve tam üstü olmak üzere ikidir. Tam mertebe, zatında kâmil olmayı sağlayan üstün sıfatları iktisab etmektir. Binâenaleyh insan bu dereceye erişince, artık bundan sonra nakıs olanları kemâle eriştirme işiyle uğraşır. İşte "tam üstü" olan budur. Bunu anladığın zaman biz deriz ki: "Gerçekten, "Rabbimiz Allah'dır" deyip, sonra da dosdoğru olanlar..." ifadesi, birinci mertebeye işaret olup, bu, nefis cevherinin (ruhun) mükemmelliğini ifade eden hallerin elde edilmesi demektir. Binâenaleyh, kişi bu mertebeyi elde ettiğinde, ikinci mertebeye geçiş gerçekleşir. Bu da, noksan olan kimseleri kemâle erdirme işiyle meşgul olmaktır. Bu da, halkı, hak dine davet etmekle olur. İşte bu, "(insanları) Allah'a davet edenden ... daha güzel sözlü kimdir?" ifadesiyle anlatılmak istenen şeydir. Bu da, bu ayetler arasındaki ilgi ve münasebet hususunda yapılmış güzel bir izahtır. Bil ki Allah'ın, kuvvetli bir akıl ve mükâsefe yolunu açan ilahî ilimlerden bol nasip verdiği kimse, bu sûredeki ayetler arasındaki tertibe bakıp, bundan daha güzelinin ve mükemmelimin bulunmayacağını anlar. Bazı kimseler, ayetteki, "(însanları) Allah'a davet edenden daha güzel sözlü kimdir?" ifâdesiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiğini söylerken, bazıları, bunların, müezzinler olduğunu söylemişlerdir. Fakat gerçek olan, hangi yolla olursa olsun, Allah'a çağıran herkesin, bu ayetin muhtevasına girmesidir. Allah'a davetin çeşitli mertebeleri vardır: Peygamber Tebliğinin Üstünlüğü Birinci Mertebe: Peygamberlerin daveti, şu bakımlardan, başkalarının davetinden üstündür: a) Onlar, ilk önce hüccet ile davet etmekte, ikinci sırada da kılıçla davette bulunmayı aynı anda yapmışlardır. Bu iki yolu birleştirme işi, nadiren söz konusu olmuştur. b) Bu daveti ilk başlatan, peygamberlerdir. Alimler ise, davetlerini, peygamberlerin davetine bina etmişlerdir. Değerli bir işi ilk defa yapıp ihdas etmek ise, daha efdaldir. c) Peygamberlerin ruhları, kuvvet bakımından daha güçlü, cevher bakımından daha katıksız ve berraktırlar. Binâenaleyh, ölü kalpleri diriltmede, bulanık ruhları arındırmada peygamberlerin ruhlarının tesiri daha mükemmel olur. O halde, onların davetleri daha üstündür. d) Ruhlar, şu üç kısma ayrılır: 1) Kusurlu ve nakıs olan... 2) Noksanları kemâle erdiremeyecek durumdaki kâmil... 3) Nakıs olanları kemâle erdirmeye muktedir olan kâmil rûh.. Birinci kısım, avam kimseler; ikinci kısım, evliya; üçüncü kısım da, enbiyâ ve peygamberlerdir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir' El makasıd, a. 359buyurmuştur. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Peygamberlerin ruhları için şöyle iki meziyyet söz konusudur: a) Zâtları bakımından mükemmel oluşu, b) Başkalarını kemâle erdirmeleri.. Binâenaleyh onların, bu davete olan kudret ve kuvvetleri daha ileri derecede olur. Dereceleri de daha üstün ve mükemmel olmuş olur. Bunu iyice anladığında şimdi biz diyoruz ki: Peygamberlerin, şöyle olan iki sıfatları vardır: İlim ve kudret.. Alimler ilim bakımından peygamberlerin naibleri; idareciler de kudret bakımından peygamberlerin vekilleridir. İlim, ruhlara hükümran olmayı; kudret İse, maddelere hükümran olmayı gerektirir. O halde bu demektir ki âlimler, ruhlar âlemi hususunda peygamberlerin naibi; idareciler de, maddelere hükmetme hususunda peygamberlerin halefidirler. Bunu iyice kavradığına göre, Allah'a davet hususunda, peygamberlerden sonra gelen derecelerin en mükümmeli, âlimlerin derecesinin olduğu ortaya çıkmış olur. Sonra alimler de üç kısma ayrılır: a) Allah'ı (iyi) bilenler. b) Allah'ın sıfatlarını bilenler. c) Allah'ın ahkâmını bilenler. Allah'ı (iyi) bilenler, Hak teâlâ'nın, haklarında, "Hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiştir" (Bakara. 269) buyurmuş olduğu hukemâ'dır. Allah'ın sıfatlarını bilenler ise, kelâmcılardır. Allah'ın ahkâmını bilenler ise, fakîhlerdir. Bu üç makamdan herbiri için, nihayeti olmayan üç derece söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı, Allah'a davet etmenin sonu ve sınırı olmayan, mertebe ve dereceleri vardır. İdarecilere gelince, bunlar da, Allah'ın dinine kılıç ile davet ederler. Bu da, şu iki şekilde olur: a) İman olmadığı zaman, imanı gerçekleştirmek için.. Bu, kâfirlerle yapılan savaş gibidir. b) İmanın devamını sağlamak için.. Bu da, meselâ bizim, "Mürted öldürülür" şeklindeki hükmümüz gibidir. Müezzinlere gelince, bunlar, ayetin ifadesine, doğrudan doğruya girmezler... Onların bu ifâdenin kapsamına girmelerine gelince, "ezân"daki kelimelerin zikredilmesinin, namaza bir çağrı ve davet olmasından dolayıdır. Böylece bu İş, Allah'a davet etmenin şümulüne girmiş olur. Bu dahil olmanın, dolaylı ve zayıf olmasına gelince, genel olarak müezzinler bu kelimelerin manalarını tam olarak bilemezler. Onların, bu kelimelerin manalarını kavramış oldukları kabul edilse bile, ne var ki onlar, bu kelimeleri telaffuz ederlerken, bu yüce manaları kastetmezler.. Allah'a davet etmenin mertebeleri hususundaki sözün tamamı bundan İbarettir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a davet edenden ... daha güzel sözlü kimdir?" ifadesi, Allah'a davet etmenin, dışındaki bütün şeylerden daha güzel olduğuna delâlet eder. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Amellerin en güzeli olan herşeyin, vâcib olması gerekir. Çünkü vâcib olmayan her şeyden, vâcib elbette daha güzeldir. Böylece, amellerin en güzeli olan bütün şeylerin de, vâcib olması gerekir. Bunu da iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Allah'a davet etmek, bu ayetin muktezâsına göre, amellerin en güzelidir. Amellerin en güzeli olan her şey ise, vâcibtir. Bu, Allah'a davet etmenin vâcib olduğu neticesini verir. Sonra biz diyoruz ki, ezan da, Allah'a davettir. O'na davet ise, vâcibtir. Bu da, ezanın vâcîb olduğu neticesini verir. Bilesin ki, fakîhlerin ekserisi, ezanın vâcib olmadığını iddia etmişlerdir. Ve bunlar, ezanın, bu ayetin muhtevasına dahil olmadığını söylemişlerdir. Kendisine, delilin kesinkes delâlet ettiği şey, bu ayetle kastedilen da'vetin sözlerin en güzeli olduğudur. Ezanın, sözlerin en güzeli olmadığı sabittir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın dinine, yakînî deliller ile davette bulunmak, ezandan daha güzeldir. Bu da, yani ikinci şekil de, bu ayetin muhtevasına giren şeyin, ezan olmadığı neticesini verir. İnşallah Mü'minim" Demek Hakkında Alimler, kişinin, "Ben müslümanım" veya, "İnşâallah ben müslümanım" gibi sözlerinden hangisinin daha evlâ olduğu hususunda, İhtilaf etmişlerdir. Birincisini benimseyenler, görüşlerinin doğruluğuna bu ayetle istidlal etmişlerdir. Çünkü ayetin takdirî manası, "Ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?" şeklindedir. Böylece Allah, bu sözün, sözlerin en güzeli olduğuna hükmetmiştir. Şayet, sözlerin en güzeli olma hususunda, bizim, "İnşâallah" dememiz muteber olsaydı, o zaman bu ayetin zahirinin delâlet ettiği şey, bâtıl olmuş olurdu. Ayet, sözlerin en güzelinin, şu üç hasleti bir arada bulunduran kimsenin sözü olduğuna delâlet etmektedir: a) Allah'a davet. b) Amel-i sâlih. c) Müslümanlardan olma. Allah'a davete gelince, biz bunu biraz önce açıkladık ki, bu, yakını deliller ve kesin deliller getirmek suretiyle, Allah'a davet etmekten ibarettir. Ayetteki, "Salih amel işleyen" ifadesine gelince, bil ki, amel-i salih, ya kalbin ameli olur, ki bu, marifetullahtır, yahut da, uzuv ve organların ameli olur ki, bu da, diğer taatlardır. Ayetteki, "Ve "Ben, şüphesiz müslûmanlardanım" dedi" sözü, kalb ile uzuv ve organların ameline, dilin amelini de eklemek demektir. Böylece bu kimse, şu dört hasletle tavsif edilmiş olur. 1) Dil ile ikrar. 2) Uzuvlarla salih amel. 3) Kalb ile, hakiki itikâd ve inanç. 3) Allah'ın dini hususunda deliller getirmekle iştigal etmek. Bu dört hasleti taşıyan kimsenin, insanların en kerimi ve en üstünü olduğunda şüphe yoktur. Bu dört mertebedeki derecelerin en mükemmeli, ancak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için söz konusudur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İyilik ve kötülük bir olmaz" buyurmuştur. Bil ki biz, ilgili sözün, bu sûrenin başından, ta Allahü teâlâ'nın, o müşriklerin, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeyden kalblerimiz örtüler içindedir" (Fussilet, 5) dediklerini nakledişinden itibaren başladığını beyan etmiştik. Böylece Böylece bu müşrikler, kendilerini, eski dinlerinde alabildiğine ısrar edeceklerini, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in delillerinden etkilenmeyeceklerini ortaya koymuşlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, onların bu sözlerine cevap verme hususunda geniş açıklamalarda bulunmuş, pekçok izahlar yapmış, bunun peşinden de va'd ve valdini getirmiştir. Derken, onların, "Bu, Kur'ân'ı dinlemeyin. Onun hakkında manasız yaygaralar yapın "(Fussilet, 26) şeklindeki başka bir sözlerini de nakletmiş, buna da çeşitli açıklamalarla cevap vermiş, daha sonra da o şüpheleri cevaplandırma hususunda, tafsilata girmiş, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Allah'a daveti terketmeme hususunda, teşvik etmiş, böylece de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) işe, İlk önce "Gerçekten, "Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra doğruluğu iltizâm edenler (yok mu?) (...) İşte onlar için büyük bir mükâfaat vardır" (Fussilet, 30) diyerek başlamış, daha sonra bu safhadan yükselerek bir başka safhaya geçmiştir ki, bu da, Allah'a davetin, derecelerin en büyüğü olduğunu bildirmektir. Böylece ilgili söz, sûrenin başından buraya kadar, en güzel bir tertib içinde gelivermiştir. Derken, adeta birisi, "Allah'a davet etmek her ne kadar yüce bir taat ise de, ancak ne var ki, bu kâfirlerin beyinsizliklerine karşı sabretmek, bizim güç yetiremeyeceğimiz derecede, ileri, şiddetli bir şeydir" demiş de, işte o zaman da Cenâb-ı Hak, bu müşkülâtı bertaraf etmeye muvafık olan ifadeyi getirerek, "İyilik, ve kötülük bir olmaz (...)" buyurmuştur. Buradaki "iyilik" ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hak dine daveti; kâfirlerin cehaletlerine karşı sabrı, intikam almayı düşünmemesi ve onlara iltifat etmemeleri kastedilirken; seyyie, "kötülük" ile de, o müşriklerin, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeyden, kalblerimiz örtüler içindedir" (Fussilet, 5) şeklindeki sözlerindeki boşluk ve manasızlık ile, "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin. Onun hakkında manasız yaygaralar yapın" (Fussilet, 26) şeklindeki sözlerinde ifade ettikleri husus kastedilmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk sanki, "Ey Muhammed, senin hareketin güzel, onlarınki ise çirkindir, kötüdür. Güzel ile çirkin müsavîdeğildir" demek istemiştir ki bu da, "Sen, dünyada büyük bir saygı ve tazimi; ahirette de, ödül ve mükâfaatı gerektirecek olan bu güzel ameli yaparken, onlar bunun zıddını yaptılar. Binâenaleyh onların, bu kötü şeylere yeltenip onları yapmaları, senin bu güzel şeyle meşgul olmana engel olmaması gerekir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen en güzel olanla karşılık ver..." buyurmuştur ki, bu da, "Onların beyinsizliklerini, cehaletlerini, en güzel yol ile savuştur, sav. Çünkü sen, onların, defaatla her zaman, bu gayri ahlâkî tutumlarına sabırla karşılık verip, onların beyinsizliklerine, öfke ile; zarar vermelerine de eziyyet etmek ve korkutmak yoluyla mukabelede bulunmazsan, onlar bu kötü huylarından utanacaklar ve bu kötü fiillerini terkedeceklerdir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dost olur" buyurmuştur. Yani, "Onların kötülüklerine, iyilikle; kötü fiillerine de, güzel fiillerle mukabelede bulunursan, onlar, o kötü fiillerini bırakırlar, böylece düşmanlıktan muhabbete, buğz ve kinden de meveddete (dostluğa) geçmiş olurlar" demektir. Cenâb-ı Hak, din, dünya ve ahiret hususunda bu faydalı metoda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i (ve onun şahsında insanlığı) irşad edince, "Buna sabredenlerden başkası kavuşmaz. Buna ancak büyük bir hazza sahip olan erişebilt" buyurmuştur. Zeccâc şöyle der: "(Bunlardan birinci ifâde), bu hareket tarzına, kötülüklere göğüs germeye, sıkıntılara katlanmaya; öfkeyi yutkunmaya ve intikam duygusunu terketmeye karşı sabredenlerden başkası ulaşamaz; (ikincisi de), buna, ancak, ruhanî faziletlere ve ruhanî kuvvet bakımından yüksek derecelere dair büyük bir haz ve hisse sahibi olanlardan başkası ulaşamaz. Çünkü, intikam alma ve onu savuşturma ile meşgul olma işi, ancak, ruhun etkilenmesinden sonra söz konusu olabilir. Ruhun, hariçten gelenlerden etkilenmesi ise, ancak, o ruhun zayıf olması halinde olabilir. Ama, ruhun cevheri kuvvetli olursa, bu haricî etkenlerden müteessir olmaz. O bunlardan etkilenmeyince de, za'fa düşmez, sıkıntı duymaz, intikam alma peşinde koşmaz" demektir." Böylece, açıkladığımız bu hareket tarzına, ancak, rûh kuvveti, rûh cevherinin duruluğu ve zât temizliği gibi hususlarda büyük bir pay sahibi olanların ulaşabileceği, ancak onların bunu elde edeceği sabit olmuş olur. İkinci ifadedeki, "büyük haz, pay" tabiri ile, ahiret mükâfaatının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu izaha göre de, bu iki ifadeden birinci kısmı ile, sabretmek işi medhedilmiş olur; ikinci ifade de, en büyük mükafaatın verileceği hususunda bir vaad olmuş olur. Cenâb-ı Hak, gazab ve öfkeyi, intikam duygusunu yenme ve düşmanlığı terketme hususunda bu mükemmel metodu zikredince, bunun peşinden, yine bu konuda faydası büyük olan bir başka metodu da getirerek, "Eğer seni şeytandan bir dürtüş Merse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten, çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu ayet, ihtiva ettiği bu üstün manalar ve inceliklerle birlikte, A'râf Sûresı'nin sonlarında, A'râf, 200 ayetinin tefsirinde, tafsilatlı biçimde tefsir edilmişti. Keşşaf sahibi şöyle der: " ve (nezğ ve nesğ) aynı manaya olup, nesğ, (nesh)'in benzeri olan bir kelimedir. "Şeytan, insanları dürtüyor" ifadesi, o şeytanın adeta, insan, yapılmaması gereken şeylere teşvik etmesi suretiyle, çarpması ve dürtmesi demektir. Bu ayetteki (......) kelimesi ism-i fail manasında olup, adeta, (gayreti gayrete geldi) denilmesi gibidir. Yahut da, bu ifadeyle, şeytanı masdar ile niteleme manası düşünülerek, ism-i fail kastedilmiştir. Kısaca, ayetin maksadı, "Şeytan seni, kötülükleri en güzel yolla savuşturmaya dair meşru kılınan yoldan alıkorsa, onun şerrinden Allah'a sığın, işine devam et, sakın ha, ona itaat edip onun sözünü dinleme" şeklindedir. Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 36 ﴿