39"Gece, gündüz, güneş, ay, (hep) O'nun ayetlerindendir. Siz, ne güneşe, ne aya secde etmeyin, bunları yaratan Allah'a secde edin, eğer O'na ibadet edecekseniz. Eğer (buna karşı) kibirlenmek isterlerse, Rabbinizin nezdinde bulunanlar, onlar hiç usanmayacak, (zaten) kendisini gece gündüz tesbih edip duracaklardır. Senin, hakikaten boynunu bükmüş gördüğün arz da, O'nun ayetlerindendir. Fakat biz, üzerine suyu indirdiğimiz vakit o, harekete gelir, kabanr. Ona muhakkak can veren, elbet ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, herşeye hakkıyla kadirdir". Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, amellerin ve sözlerin en güzelinin Allah'a davet olduğunu beyan buyurunca, Allah'a davetin, zâtına ve sıfatlarına delâlet eden delilleri izah etmekten ibaret olduğuna dikkat çekmek için bunun peşinden Allah'ın varlığına, kudret ve hikmetine delâlet eden delilleri getirmiştir. Bu, bu ayetler arasındaki münasebetten elde edilen, kıymetli bir dikkat çekiştir. İşte bu sebeple, bu incelikleri bilmek, Kur'ân ilimlerinin en güzeli olmuştur. Bu yüce neticelere, (bilgilere) delâlet eden delillerin, cüz ve parçalarıyla beraber, bu âlemin tamamı olduğunu öğrenmiştin. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak burada, felekiyyâtla (göksel varlıklarla) işe başlamıştır ki, bu da gece ve gündüzdür. Cenâb-ı Hak, karanlığın yokluk; nurun (aydınlığın) da varlık olduğuna; ve yokluğun, varlıktan önce olduğuna dikkat çekmek için, geceyi gündüzden önce zikretmiştir ki, bu da bütün bu şeylerin sonradan olduğuna dikkat çekmektedir. Güneşin, ayın, feleklerin ve diğer yıldızların bir yaratıcının varlığına delâlet etmeleri hususunu ise, biz bu eserimizde defalarca açıkladık. Özellikle (......) (Fatiha, 1) ve (......) (En'âm, 1) ayetlerinin tefsirinde... Kendileri, kadir bir ilâhın varlığına dair birer delil oldukları halde, Cenâb-ı Hak, güneş ve ayın iki "muhdes" varlık olduklarını beyan edince "Siz, ne güneşe, ne aya secde etmeyin.." buyurmuştur, ki bu, "Bu İkisi, Allah'ın varlığına delil olan iki kuldur.." demektir. Secde, sonsuz derecede tazimde bulunma demektir. Dolayısıyla secde, ancak, varlıkların en kıymetlisi olana uygun düşer. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Güneşe ve aya secde etmeyiniz" buyurmuştur. Çünkü bunlar, yaratılmış iki kul ve mahlûkturlar. Binâenaleyh "Onları yaratan, kadir ve hakim olan zâta, yani Allah'a secde edin" buyurmuştur. (......) kelimesindeki (......) zamiri, "gece, gündüz ve ay" ifadelerine racidir. Çünkü, akıllı olmayan çoğullar, müennes ve müennesler hükmündedir. Nitekim Arapça'da, "Kalemleri açtım" denilir ve bu, ve ifadeleriyle anlatılır. Hak teâlâ, buyurunca, gece, gündüz ve ay, dişil (müennes) hükmünde oldular. İşte bu sebeple de, akabinde, " buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, "Eğer O'na ibadet edecekseniz" buyurmuştur. Çünkü, meselâ sabitlerin yıldızlara tapması gibi, bazı kimseler, güneşe ve aya secde ediyor ve bunun, aslında, Allah'a secde etmek olduğunu iddia ediyorlardı. Böylece onlar, bu aradaki vasıtadan men edildiler ve doğrudan doğruya, eşyayı yaratan Allah'a secde etmekle emrolundular. Eğer: "Namazda mutlaka, muayyen bir kıblenin gözetilmesi gerekir. Binâenaleyh, şayet biz, güneşi, secde ederken muayyen bir kıble kabul edersek, bu daha uygun olur" denilirse, biz deriz ki: Güneş, derecesi yüksek, makamı büyük ve aydınlatıcı bir cevherdir. Binâenaleyh, şayet şeriat güneşin namazlarda kıble edinileceğine işaret etmiş olsaydı ve güneşin tarafına doğru secde etmek alışkanlık haline gelmiş olsaydı, bu secdenin, Allah'a değil de güneşe yapıldığı vehmi ağır basardı. İşte bu mahzurdan dolayı, Şâri-i Hakîm olan Allah, güneşi secde için kıble edinmekten nehyetmiştir. Ama belli bir hücre, oda (Beytullah, Kâbe)'nin kıble kabul edilmesinde, onun ulûhiyyetini zannettirecek herhangi bir durum yoktur. Böylece, kıbleden istenilen maksat hasıl olmuş olur. Bahsedilen mahzur da, bertaraf olmuş olur. Binâenaleyh bu, (Kâ'be'nin kıble kabul edilmesi) daha evlâ olmuştur. Bil ki Şafii (radıyallahü anh)'ye göre, bu ayetteki secdenin yapılma yeri (secdeyi icâb ettiren ifâde), ayetin sonundaki ifadesidir. Çünkü, aynı ayetteki, "secde ediniz..." ifadesi, bununla münasebet halindedir. Ebû Hanife'ye göre bunu gerektiren ifade, ifadesidir. Çünkü, ilgili mana, bu ifade ile tamamlanmaktadır. Cenâb-ı Hak, secde etmeyi emredince, daha sonra: "Eğer (buna karşı) kibirlenmek isterlerse, Rabbinin nezdinde bulunanlar, onlar hiç usanmayacaklar, (zaten) kendisini gece gündüz tesbih edip duracaklardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili şöyle birkaç soru vardır: Birinci Soru: Güneşe ve aya secde edenler, "Bizim, doğrudan doğruya Allah'a kulluk etme ehliyetimiz yoktur. Biz, zelil, kusurlu ve aciz kimseleriz. Ne var ki biz, Allah'ın iki kulu olan güneşe ve aya ibadet ediyoruz" diyorlardı. Bunların bu sözü bu şekilde olunca, daha onların Allah'a secde etmekten tekebbür etmiş olduklarının söylenmesi nasıl uygun düşer? Cevap: Ayetteki, "istikbâr"lafzından, sizin bahsettiğiniz şey kastedilmemiştir. Tam aksine ayetten kastedilen, "Ey Muhammed, şayet onlar, senin, güneşe ve aya secde etmekten nehyedişini kabul etmez de tekebbür ederlerse.." manasıdır. İkinci Soru: Allah'ın bir mekânda ve bir cihette olduğunu söyleyen Müsebbibe, bu hususta, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin nezdinde bulunanlar.." ifadesine tutunmuşlardır. Cevap: Bu, tıpkı, "hükümdarın yanında şu kadar asker vardır" denilip, buradaki "yanında" ifadesiyle, mekânca bir yakınlığın kastedilmeyişi kabilindendir. Bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı yanındayım. Ben, benden ötürü kalpleri mahzun olanların yanındayım' Keşfü'l-Hafa, 1/203; Kısmen; Buhâri, tevhid, 15. kutsî hadisi ile, "Hak meclisinde (ve) kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah)'ın yanındadırlar" (Kamer, 55) ayetidir. Yine örfte, "Şafii (radıyallahü anh)'nin yanında, nezdinde, ona göre, müslüman bir kimse, zımmî mukabilinde kısâsen öldürülmez" denilir. Üçüncü Soru: Bu ayet, meleklerin beşerden üstün olduğuna delâlet eder mi? Cevap: Evet. Çünkü, üstün olanın durumu ile daha düşük olanın durumu hakkında istidlalde bulunulur da, "Bu kimseler, her ne kadar falancaya itaattan yüz çevirip büyüklük taslasalar bile, büyüklük ona hizmet ediyor ve onun önderliğini kabul ediyorlar" denilir. Böylece, bu tür bir istidlalin, yüksek olanın durumu ile düşük olanın durumuna istidlalde bulunulması halinde güzel olacağı sabit olmuş olur. Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak burada, meleklerin vasıflarıyla ilgili olarak, "(zaten) kendisini gece gündüz tesbih edip duracaklardır" buyurmuştur ki bu, onların daima tesbihatta bulunduklarına; bundan bir an olsun dahi ayrılmadıklarına delâlet eder. Halbuki onların, bu işle devamlı bir biçimde meşgul olmaları, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Onu senin kalbine, Ruhu'l-emîn İndirdi" (Şuarâ, 193-193), "Onlara, ibrahim'in müsafirinden haber ver.." buyurduğu gibi, meselâ o meleklerin yeryüzüne inmeleri gibi, diğer işlerle meşgul olmalarına mani olur. Yine Cenâb-ı Hak, "Onun üzerinde görevli, katı ve zorba melekler vardır"nahrim, 6) buyurmuştur. (Ne dersin?) Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın burada, tesbihata devam ettiklerini bildirdiği bu melekler, meleklerin muayyen bir kesimi olup, bunlar, diğerlerinden daha yüce ve daha üstün olanlarıdır. Çünkü Allahü teâlâ, bunları, "yanında olmak"la vasfetmiştir. "Yanında" ifadesiyle, şerefçe ve mertebece mükemmel olmaları kastedilmiştir. Ki bu, diğer bir kısım meleklerin, başka şeylerle meşgul olmalarına ters düşmez. Onlar, "Farzedelim ki, durum senin yaptığın bu izah gibi olsun. Ancak ne var ki, o meleklerin mutlaka nefes almaları gerekir. Binâenaleyh, onların bu teneffüsüyle meşgul olmaları, tesbihatta bulunmalarına mani olur" derlerse, biz deriz ki: Beşere nisbetle nefes alıp vermek, hayatiyyetin mümkin olabilmesi için bir vesile olduğu gibi, Allahü teâlâ da, onların hayat hallerinin mümkün olmasının vesilesini zikretmiştir ki, bu da onların tesbihatta bulunmalarıdır. Cevherleri alabildiğine saf ve temiz zâtları aydınlık dan ve marifetullah basamaklarına yücelme içine dalmış bulunan meleklerin hallerini, beşerin haline kıyaslamak, insaftı bir kimsenin işi değildir. Çünkü bu iki durum arasında, doğu ile batı arasındaki uzaklık kadar mesafe bulunur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Senin, hakikaten boynunu bükmüş gördüğün arz da, O'nun ayetlerindendir" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, bu dört felekiyyât, yani gece, gündüz, güneş ve aydan bahsedince, bunun peşinden yer ile ilgili ayeti getirerek, "Senin, hakikaten boynunu bükmüş gördüğün arz da, O'nun ayetlerindendir" buyurmuştur. Huşu, kişinin zelilliğini, Allah karşısındaki tevazuu ve alçaklığını kabul etmesi demektir. Dolayısıyla bu ifade, yerin, yağmurdan ve bitkilerden uzak kaldığı zamanki durumunu anlatmak için, teşbihen kullanılmış olan bir ifadedir. Cenâb-ı Hak, "Fakat biz, üzerine suyu indirdiğimiz vakit o, harekete gelir, kabam" buyurmuştur. Bu ayetteki, (......) kelimesinin manası, "yer, bitkilerle harekete geçti"; (......) kelimesinin manası ise, "şişti, kabardı" şeklindedir. Çünkü bitki, yeryüzüne çıkması yaklaştığında, toprak ondan ötürü kabarır, şişer, daha sonra da, bitkiden ötürü çatlar, yarılır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Can veren, elbet ölüleri de dirilticidir" buyurmuştur. Yani, "ölümünden sonra diriltmeye kadir olan, ölümlerinden sonra bu bedenleri yaratmaya da kadirdir" demektir ki biz, bu delilin izahını defalarca yaptık. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu da, (bu konuda) temel bir delil olup, izahı şöyledir: Bu parçalanmış, dağılmış cüzleri yeniden bir araya getirmek, telif etmek, zâtı gereği mümkin bir iştir. Hayatın, aklın ve kudretin, bu parçalar bir araya getirildikten sonra, bunlara yeniden verilmesi de, aynı şekilde zâtı gereği mümkin şeylerdir. Allahü teâlâ da, mümkinâta kadirdir. Binâenaleyh, Allah'ın, bu parçaları bir araya getirmeye ve bunlara hayat, kudret, akıl ve anlayış vermeye kadir olması gerekir. Ki, bu, bedenlerin yeniden haşrinin, kendisinde asla hiçbir imkânsızlığın olmadığına ve mümkin bir iş olduğuna çok net bir biçimde delâlet eder. Allah, en İyisini bilendir. |
﴾ 39 ﴿