54

"Kıyametin (ne zaman kopacağı) bilgisi O (Allah'a) havale edilir. O'nun bilgisi olmaksızın, hiçbir meyve tomurcuk(larından) çıkamaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. O (müşriklere), "Benim ortaklarım nerede?" diye nida edileceği gün "Sana arzettik. Bizden hiçbir şâhid yok" diyecekler. Önceden tapmış oldukları şeyler, onlardan uzaklaşıp kaybolmuştur. Onlar kendileri için, kaçıp kurtulacak hiçbir yer olmadığını anlarlar. İnsan hayır istemekten usanmaz. Eğer ona bir şer dokunursa, bakarsın ki o hemen ümidini kesip, ümidsizliğini açığa vurmuştur. Yemin olsun ki, eğer ona dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattınrsak, mutlaka, "Bu benim hakkımdır. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum. Andolsun ki Rabbime döndürülsem bile, şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel bir hal vardır" der. Fakat biz, yemin olsun ki, o kâfirlere, neler yaptıklarım elbette haber vereceğiz. Andolsun ki onlara, en çetin bir azab tattıracağız. İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve bir tarafa çekilir. Ona bir ser dokunduğu zaman ise, artık o uzun uzun yakam. De ki: "Eğer o Kur'ân Allah katından gelmiş de, siz onu inkâr etmişseniz, bana haber verin. Hakdan uzak bir muhalefette bulunanın tâ kendisi olan kimseden daha sapık olan kimdir? Gerek dış dünyada, gerek öz benliklerinde, biz onlara ayetlerimizi (delillerimizi) göstereceğiz, ta ki onun (Kur'ân'ın) gerçek olduğunu onlar da bilecekler. Rabbinin herşeye hakkıyla şâhid olması sana kâft değil mi? Gözünü aç, muhakkak onlar Rablerine kavuşma hususunda bir şüphe içindedirler. Gözünü aç (bak), O gerçekten herşeyi çepeçevre kuşatandır".

Kıyamet Vaktini Allah Bilir

Bil ki Allahü teâlâ kâfirleri bir önceki ayette, "Kim iyi amel ve hareket ederse, bu kendisi içindir; kim de kötülük ederse, bu da kendi aleyhinedir" ifadesiyle tehdid edip, bu ifade de, "Herkesin hakettiği şey, Kıyamet günü kendisine verilecektir" demek olunca, sanki birisi "O Kıyamet günü ne zaman?" demiş de, Cenâb-ı Hak, "Mahlûkatın, o günün ne zaman olacağını bilme imkânı yoktur. Onu ancak ben bilirim" manasında olarak, "Kıyametin bilgisi O (Allah'a) havale edilir" buyurmuştur. O ifade, hasr (sadece) manasını taşır ve Kıyametin ne zaman olacağını ancak Allah'ın bileceğini bildirmektedir. Bunun bilgisi sadece Allah katında olduğu gibi, ileride, belirli zamanlarda meydana gelecek şeylerin meydana geleceğini bilme işi de yine ancak Hak Sübhânehû ve Teâlâ'ya aittir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu iki hususun misallerinden olarak, şu iki konuyu zikretmiştir: "Onun bilgisi olmaksızın, a) Hiçbir meyve tomurcuklarından çıkamaz, b) Hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz." Ebû Ubeyde, "ekmâm" (tomurcuklar) kelimesinin meyvelerin kabı (kapçığı) ve meyvenin içinde olduğu şey manasına olduğunu, müfredinin, ve olduğunu söylemiştir. Nâfî, İbn Âmir, Âsım'ın, râvisi Hafs, elif ile cemî olarak (......) şeklinde okurlarken, diğerleri elifsiz-müfred olarak (......) şeklinde okumuşlardır.

Gaybın Bazan Bilinme İmkânı

Bil ki bu ayetin bir benzeri de, "O Kıyametin ilmi şüphesiz ki Allah nezdindedir. Yağmuru O indirir" (Lokman, 33) ayetidir. İmdi eğer, "Müneccimler, âlemin çeşitli halleri hakkında bazı şeyleri biliyorlar. Aynen bunun gibi, insanların doğum burçlarından, yine onların bazı hallerini (önceden) biliyorlar. Ayrıca da ilm-i reml ismi verilen bir diğer konu daha var. Bu da çoğu kez isabet kaydeder. Yine "ilmü tâ'bîr" (rüya yorumlama ilmi) de bazan, bil-ittifak gaybî halleri, istikbaldeki şeyleri gösterebilir. Binâenaleyh bu bilinen ilimlerle, bu ayet nasıl bağdaştırılabilir?" denilirse, biz deriz ki, bu ilimlerin sahibleri, hiçbir zaman bilinmesi istenilen şey hakkında kesin ve kati hükümde (iddiada) bulunamazlar. Bunların varacakları en ileri nokta, zayıf bir zan ve tahminden ibarettir. Halbuki bu ayette, "Kıyametin ilmi ancak Allah katındadır" diye ifade edilmiştir, ilim ise, kesinlik ve katiyyet ifade eder. İşte bu izah ile, bu iki durum arasında tezat gibi görünen şeyler ve zorlamalar bertaraf edilir. Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Allah, Kıyametten bahsedince, bunun peşisıra Kıyametin hallerinden birini zikretmiştir. Burada ele aldığı bu şeyde, sûrenin başı ile son derece ilgilidir. Zira sûrenin başı, o kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerini tevhide ve putlardan ve heykellerden uzak olmaya davet etmiş olmasından ötürü, onların Kur'ân'ı dinlemekten şiddetle nefret ettiklerine delâlet eder. Bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, sûrenin başında, "De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana, sizin tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyolunuyor" (Fussilet, 6) buyurmuş olmasıdır. Cenâb-ı Allah aynı şekilde sûrenin sonunda da, kendisinin ortakları ve benzerleri olduğunu söyleyenlere yönelik va'îdini (tehdini) getirerek, "O (müşriklere), "Benim ortaklarım yani sizin iddia ve inancınıza göre benim ortaklarım nerede?" diye nida edileceği gün, "Sana arzettik. Bizden hiçbir şâhid yok" diyecekler" buyurmuştur. İbn Abbas, buradaki (......) kelimesinin, "Sana duyurduk" manasında olup, tıpkı, (inşikak, 2) ayetindeki benzeri kelimenin, "işitti" manasına oluşu gibi olduğunu söylerken, Kelbî buna, "Sana bildirdik" manasını vermiştir ki, Kelbî'ninki uzak bir görüştür. Çünkü Kıyamettekiler Allah'ı ve Allah'ın herşeyi ilm-i vâcib ile (kesin bilgi ile) bildiğini bilirler. O halde Allah'a birşeyi bildirmek ve öğretmek imkânsızdır.

Allahü teâlâ sonra, onların "Bizden hiçbir şahid yok" diyeceklerini haber verir. Bu ifadeye şu manalar verilmiştir:

1) "Hiçbirimiz, senin ortağın bulunduğunu söylememiştir." Bu manaya göre, bu sözden çıkarılan netice, müşriklerin Kıyamet günü, Allah'a şirk koşma işinden tamamen berî olduklarını iddia edecekleridir.

2) "Bizden hiç kimse, o şirk koşulanları görmedi." Çünkü onlar onlardan, putları ve taptıkları diğer şeyler de onlardan sıvışıp uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla onlar, putlarını, ilahî azaba muhatap oldukları bu esnada göremeyecekler.

3) Ayetin bu ifadesi, putların sözüdür. Çünkü Allah, Kıyamette onlara can verecek, onlar da, "Bizden hiçbiri, putperestlerin bize nisbet ettikleri ortaklığın doğruluğunu onaylamamıştır" diyecekler. İfadenin bu manada olması halinde, putların onlara fayda vermeyecekleri ve adetâ onlardan kaçıp uzaklaşacakları anlatılmak istenmiştir.

Cenâb-ı Allah sonra, "Onlar kendileri için kaçıp kurtulacak hiçbir yer olmadığını anlarlar" buyurmuştur. Bu, Allah'ın yeni başlayan bir sözüdür. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki, kâfirler önce bunu zannen Dildiler, sonra da o ateşten ve azabtan kurtuluşlarının olmadığını kesinkes anladılar. Bazıları bu ifadeye, "Onlar önce, kendilerinin o ateşten kurtuluşları olmadığını zannettiler, sonra bunun kesin olduğunu Dildiler" manası vermişlerdir ki, bu zayıf bir görüştür: Çünkü cehennemlikler azablarının devamlı olduğunu bilmektedirler. Allahü teâlâ o kâfirlerin durumlarının, Allah'a ortak koşma ve Allah'ın benzerlerinin olduğu hususunda dünyada diretip ısrar ettikten sonra, âhirette o ortaklardan berî olduklarını söylediklerini beyan buyurunca, insanın her zaman hallerinin değiştiğini, metodunun tutarlı olmadığını, eğer iyilik ve kudret hissederlerse, gururlanıp-büyüklük tasladıklarını, yok eğer bir belâ ve sıkıntı hissederlerse, sararıp solduklarını beyan etmiştir ki, bu tıpkı bir darb-ı meselde, "Bu tıpkı bir kırillâ (balıkçıl) kuşu gibidir, eğer denizde bir hayr (av) görürse alçalıp iner, eğer bir kötülük (görürse) kaçıverir" denilmesi gibidir. İşte bu sebeple, "İnsan hayır istemekten usanmaz. Eğer ona bir şer dokunursa, bakarsın ki, o hemen ümidini kesip, ümitsizliğini açığa vurmuştur" buyurmuştur. Yani, "insan, talim yerine gidip, maksatlarına ulaştığında, bu manada bir noktada durmak istemez, ille de daha fazlası olsun der ve daha fazlasını elde etmeyi ister. Ama işi ters gidip de mahrum oluş başladığında ise, ümitsizliğe kapılır. Binâenaleyh, insanın, sonu olmayan bu sonsuz ümidinden genel bir ümitsizliğe geçmesi, onun sıfatının ve halinin devamlı değiştiğine delâlet eder.

"Bakarsın ki, o hemen ümidini kesip, ümitsizliğini açığa vurmuştur" cümlesinde, şu iki açıdan tam bir mübalağa ve tekid bulunur:

a) "Feûl" vezninden dolayı,

b) Tekrardan dolayı... Ye's, kalbin sıfatlarındandır. Kunût ise, yüzde ve müşahede edilen hallerde, bu ümitsizliğin alametlerinin belirmesi demektir.

Nimete Nankörlük

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ümitsizliğe kapılan kimseye, nimet ve lütuflarının yeniden avdet etmesi halinde, -ki bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Yemin olsun ki, eğer ona dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırırsak..." ifadesinden kastedilmiş-, bu kimsenin, şu üç tür bozuk sözü söyleyeceği ve kendisinin Allah'dan uzaklaşmış olmasını gerektiren bâtıl inanca kail olacağını beyân buyurmuştur:

a) O, "Bu, zâten her halükârda benim içindi, benimdir" der. Bu söz hususunda da şu iki izah yapılır:

1) "Bu benim hakkımdı; gelip beni buldu. Çünkü ben bunu, bendeki çeşitli faziletler, iyi ameller ve Allah'a olan yakınlığım sebebiyle hak etmiştim" der. Halbuki bu sefil varlık bilmez ki, hiç kimse için, Allah'a hiçbir şey vacib olmaz. Bu böyledir, zira, bu şahsın, sayılan bu faziletlerden uzak olması halinde de, bu şeyler ona verilmiş olabilir. Binâenaleyh bu sözün yanlışlığı açıktır. Yok eğer, bu kimse, çeşitli faziletler ve övgüye değer sıfatlarla mevsuf ise, bilmelidir ki, bütün bunlar, onun için, Allah'ın lütfü ve ihsanı sayesinde tahakkuk etmiştir. Dolayısıyla Allah, bir kuluna lütufta bulunduğunda, O'nun bu kimseye, o bahşişi lütfedip vermesinin, bu kimsenin Allah üzerinde başka bir şeye de müstehak olmasına sebep olması imkânsız olur. Böylece, bu kimsenin, "Bütün bu iyilikler, benim müstehak olmamdan dolayıdır" şeklindeki sözünün yanlışlığı sabit olmuştur.

2) "Bu benim içindir, yani, o hep böyle devam edecek; bu şey, hem benim, hem evlâtlarım hem de zürriyetimde olarak devam eder" demektir.

b) Bu kimsenin, "Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum..." demesidir. Yani, bu kimse, dünyaya alabildiğine arzulu iken, o nisbette de ahretten nefret eden kimsedir. Binâenaleyh, dünya hallerini ilgilendirdiğinde, "Su benimdi, benim içindi" der, ahiret ile alâkalı olduğunda ise, "Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum" der.

c) Bu kimsenin, "Andolsun, Rabbime döndürülsem bile, şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel bir hal vardır" demesidir. Yani, "O, zann-ı galibi ile, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin hak oluşu inancının bâtıl olduğuna hükmeder. Hak olmasının farzedilmesi durumunda da, yine, Allah katında cennetin de, yine kendisi için olacağını iddia eder" demektir. Ki bu ifade, o kimselerin, kesinkes mükâfaat elde edecekleri İnancını taşıdıklarına, şu bakımlardan delâlet etmektedir:

a) Bu ifadenin başında Inne edatının bulunması,

b) Lî kelimesinin, önce zikredilmiş olması,

c) Indehû kelimesinin, bütün o hayırların, Allah katında, o kimse için hazır ve müheyya olduğuna delâlet etmesi.. Çünkü sen, "Benim, "Benim falanca yanında, şu kadar dinarım var" dediğinde bu, o dinarların, o kimsenin yanında, mevcut ve hazır olduğunu ifade eder. Binâenaleyh, şayet sen,"Benim falanca üzerinde, şu kadar dinarım var" dediğinde, bunu ifade etmez.

d) (......)'nın başındaki lâm,

e) (......) ifadesinin, güzellikteki mükemmelliği ifade etmesi...

Cenâb-ı Hak, onların bu üç bozuk görüşünü nakledince, "Fakat biz, yemin olsun ki, o kâfirlere, neler yaptıklarını elbette haber vereceğiz" buyurmuştur. Yani, "Biz onlara, durumun, onların İnandıklarının aksine; tasavvur ettiklerinin tersine olduğunu açıklayacağız" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak onların, "Şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel bir hal vardır" demelerine mukabil, Biz, onların herhangi bir amel yaptılarsa, önüne geçtik de bunları saçılmış zerreler yaptık" (Furkân,23) ve "Andolsun ki onlara, en çetin bir azabtan tattıracağız" (fussilet. 50) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, belâlara düştükten sonra, kendilerine in'âmda bulunduğu kimselerin bu sözlerini nakledince, fiillerini de naklederek, "İnsana, nimet verdiğimiz zaman, Allah'ın emrine saygı duymaktan ve mahlûkatma şefkat etmekten yüz çevirir, ki kenara sıvışır, böbürlenir, büyüklük taslar. Ama daha sonra, onu, fakirlik ve sıkıntılar yakalarsa, talebini devam ettirmeye yönelir, yalvarıp yakarmaya başlar" buyurmuştur. Bu ifadede, ayetin sonundaki "geniş, uzun" kelimesi, duanın çokluğunu ve devamlılığını ifâde için istiare yoluyla kullanılmış bir kelimedir. "Genişlik" kavramı, maddî varlıkların sıfatlarından olmakla birlikte, bu manevî niyaz halini ifade etmek için istiare edilmiştir, zira burada da uzun uzun süren ve devam eden gözyaşları sözkonusudur. Azabın şiddetini ifade etmek için galîz (kalın, kaba) kelimesinin istiare yoluyla kullanılması gibi duayı ifade,için tûl (uzunluk) kavramı da bazan kullanılabilir.

Bil ki Allahü teâlâ, şirk koşmaya dair büyük tehdidini zikredip, müşriklerin, kıyamet gününde şirklerinden döneceklerini; o korkunun kendilerini sarması sebebiyle, zillet ve tevâzûlarını izhar edeceklerini beyan edip; yine insanın, hep değişkenlik üzere yaratıldığını, şayet kendisinde kuvvet görürse, alabildiğine kibirlenip büyüklük tasladığını, eğer bir zayıflık, kuvvetsizlik ve gevşeklik hissederse, o zaman da iyice, zillet ve miskinliğini izhâr ettiğini bildirince, bunun peşinden o kâfirlerin, Cenâb-ı Hakk'ın birliğini kabul hususunda duydukları nefrette ve Hazret-i Peypamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı düşmanlıkta ileri gitmemelerini gerektiren bir ifadeyi getirerek, "De ki: "Eğer o Kur'ân Allah katından gelmiş de, siz onu inkâr etmişseniz, bana haber verin: Haktan uzak bir muhalefette bulunanın ta kendesi olan sizden daha sapık olan kimdir?" buyurmuştur. Bu sözü, şu şekilde izah edebiliriz: "Siz, her ne zaman bu Kur'ân'ı dinlerseniz, ondan yüz çevirirseniz, onun hakkında düşünmezsiniz. Ve, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeyden, kalblehmiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık ... vardır" (Fussilet, 5) diyecek kadar, ondan aşırı biçimde nefret edersiniz. Ama, Kur'ân'ın bâtıl olduğuna dair olan bilginin, bedihî bir bilgi olmadığı ve Cenâb-ı Hakk'ın birliğinin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin yanlışlığına dair bilginizin de, aynı şekilde bedihî ve kesin bir bilgi olmadığı zorunlu olarak bilinen bir husustur. Onlara şöyle denilmiş oluyor: Delilin sıhhatli (geçerli) olması gibi, fasid olması ihtimali de vardır. Doğru olması halinde, sizin o delili reddetme hususundaki ısrarınız, sizin cezalandırılmanızı gerektiren en büyük sebeplerden olacaktır. İşte böylece bu izah, sizin bu dar yolu bırakmanızı düşünmeye ve istidlale başvurmanızı gerektirir. Eğer, o delil onun doğruluğuna delâlet ediyorsa, o zaman onu kabul edersiniz; yok, yanlışlığını gösteriyorsa, bırakırsınız. Ama, delilden önce, onu kabul etmeme ve ondan yüz çevirme, akla uygun bir şey değildir. Ayette yer alan "Haktan uzak bir muhalefette bulunan kimseden" ifadesi, yani "sizden" manasına kullanılmıştır. Zamir yerine bu şekilde ifade etmekten maksad. onların haktan uzaklık vasıflarını iyice ortaya koymak içindir.

Âfak ve Enfüsteki Ayetler

Tevhîd ve nübüvvetin izahı hususunda, bu uzun açıklamalarda bulunup, müşriklerin şüphelerini ve sapıtanların göz boyamalarını ve yanıltmalarını cevaplayınca, "Gerek dış dünyada gerek kendi benliklerinde ayetlerimizi (delillerimizi) onlara göstereceğiz, ta ki onun hak olduğunu kendileri de bilecekler" buyurmuştur. Vahidî, "Afâk" kelimesinin müfredi "ufuk" kelimesi olup, bu kelime, "yeryüzünün bir köşesi, tarafı" anlamındadır. ifadesi de, "semânın çeşitli tarafları, ufukları" anlamındadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerek âfâkda, gerekse kendi nefislerindeki ayetlerimizi onlara göstereceğiz..." ayetinin tefsiri hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: "Ataktaki ayetler" ile, felekin, yıldızların, gece-gündüzün, ışıkların, saptırmanın, karanlıkların, "anasır-ı erbea - dört unsur'un ve "üç kaynak"ın (mevalid-i selâse), ayet olmaları kastedilmiştir. Ki, Cenâb-ı Hak, bunlara, Kur'ân'da çokça yer vermiştir. "gerekse kendi öz benliklerinde" ifadesinden de, "yavruların, ceninlerin, ana rahminin karanlıkları içerisinde nasıl oluştuklarından ve o enteresan uzuvların ve akıl almaz terkiblerinin nasıl meydana geldiklerinden çıkarılan deliller kastedilmiştir. Ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kendi nefislerinizde dahi (nice ayetler var). (Bunları) görmüyor musunuz?" (zariyât, 21) ayetindeki mana gibidir. Yani, "Biz onlara, kalblerinden o şüpheleri giderip, böylece kadir, hakîm, alîm ve ortaklardan, eşlerden ve benzerlerden münezzeh bir ilâhın varlığına dair, o kalblerde kesin bir inanç, bir hüküm meydana gelinceye değin, bu delilleri defalarca gösterdik" demelidir. İmdi eğer: "Bu izah zayıftır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "göstereceğiz" ifadesi, onları, şu ana kadar bu ayetlere muttali kılmadığını, bundan sonra, onları bu ayetlere muttali kılacağını gerektirir. Halbuki Cenâb-ı Hak, gerek ulvî alemde, gerekse süflî alemde var olan ayetlere, onları, daha önce muttali kılmıştır. Binâenaleyh böylece, bu ifâdeyi biraz önce geçen o manaya hamletmenin imkânsız olduğu sabit olmuş olur" denilirse, biz deriz ki: Bu kimseler her ne kadar bu şeyleri görmüşlerse de, ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın varlıklara yerleştirdiği akılları hayrette bırakacak durumlar sonsuzdur. O halde bu demektir ki, Cenâb-ı Hak, onları bu tür enteresan durumlara, zaman zaman muttali kılmaktadır. Bunu, şöyle bir misâlle açıklayabiliriz: Herkes, gözü ile insanın bünyesini görüp müşahede etmektedir. Ancak ne var ki, Allah'ın, bu bedenin terkibine yerleştirdiği enteresanlıklar pekcoktur. İnsanların pekçoğu bunları bilemez. Bunlardan birisine muttali olan kimse de, her ne zaman bu konudaki tefekkürünü arttırırsa, onun, bu akıl almaz ilginç şeylere vukûfiyyeti de o nisbette artar. Binâenaleyh, yaptığımız bu izahla, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerek âfâkda, gerekse kendi nefislerindeki ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz..." ifâdesinin yerinde olmuş olduğu anlaşılmış olur.

İkinci Görüş: Afâktaki deliller ile kastedilen, Mekke'yi çepeçevre kuşatan beldelerin fethi ve yine, "nefislerindeki ayetler" ifadesi ile de, Mekke'nin fethi kastedilmiştir. Bu görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın "göstereceğiz" ifadesinin bu izaha uygun düşüp, birincisine uygun düşmemesinden hareketle, bu görüşü ilk görüşe tercih etmişlerdir. Ancak ne var ki, biz bunu, Cenâb-ı Hakk'ın, biraz önce de izah ettiğimiz gibi, "göstereceğiz" ifadesinin, birinci izaha da uygun düştüğünü belirterek cevaplamış olduk.

Denilebilir ki: "Bu ayeti bu manaya hamletmek uzaktır. Çünkü, bu konuda söylenebilecek en nihaî söz şudur: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi kuşatan beldelerin bir kısmına hükümran olmuş, daha sonra da Mekke'yi fethetmiştir. Ancak ne var ki bir kısım beldelere hükümran olmak, hükümran olanın haklı olduğunu göstermez. Çünkü biz, kâfirlerin de bazen, İslâm beldelerine ve oranın yöneticilerine hükümran olduklarını görmekteyiz. Halbuki bu, kâfirlerin haklı ve hakkı savunan olduklarını göstermez." Evet, böyle denilebileceği içindir ki, biz, ayetin birinci manaya hamledilmesinin daha doğru olduğunu söylüyoruz. Sonra da diyoruz ki, eğer biz bu ikinci izahı doğru kabul edersek meseleye bakışımız şöyledir: Biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sadece o beldelere hükümran olmasıyla, onun, nübüvvet iddiasında haklı olduğuna istidlal etmiyor, tam aksine biz bununla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Mekke'ye hükümran olacağını, oraları hükümranlığı altına alacağını, ashabının düşmanlarına galip geleceğini haber vermiş olup, bu ihbarın da gerçekleşmiş olması yönünden istidlal ediyoruz. Çünkü bu, gaybtan haber vermedir. Haberini verdiği o şey de, verdiği habere uygun olarak tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh bu, gayba dair verilmiş olan doğru bir haber verilmiş olur. Gaybden haber verme işi ise, mucizedir. İşte bu izahla, bu hükümranlığın tahakkuk etmesiyle, bu dinin hak olduğu hususunda istidlal edilir" denilir.

Daha sonra "Rabbinin her şeye hakkıyla şahit olması sana kâfi değil mi?" buyurmuştur. Ayetteki (......) ifâdesi, (......) fiilinin faili; "... her şeye hakkıyla şahit olması..." ifadesi de, failden bedel olarak merfû mahallinde olup, ifâdenin takdirî manası "Senin Rabbinin herşeye şahit olması onlara yetmedi mi?" şeklinde olur. Allahü teâlâ'nın, "eşyaya şahit olması" ise, O'nun, eşyaya delâlet edecek olan delilleri yaratmasıdır ki, biz bu hususu,(En'âm, 19) ayetinin tefsirinde tafsilatlı olarak anlatmıştık. Buna göre mana, "Onlara, Allahü teâlâ'nın bu sûrede ve Kur'ân'ın, Allah'ın birliğine, herşeyden münezzeh olduğuna, adaletine ve nübüvvet müessesesinin hak olduğuna delâlet eden bütün sûre (ve ayetlerde) açıkladığı bu deliller yetmedi mi?" şeklinde olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu sûreyi, "Gözünü aç, muhakkak onlar Rablerine kavuşma hususunda bir şüphe içindedirler" diyerek hitâma erdirmiştir ki, bu, "kâfirler, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin vukûunun hak olduğu hususunda, büyük bir şek ve aşırı bir şüphenin içindedirler" demektir. Ayetteki mirye kelimesi, damme ile murye şeklinde de okunmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gözünü aç (bak), O, gerçekten herşeyi çepeçevre kuşatandır" buyurmuştur. Bu, "O, sınırı olmayan malûmatın tamamını bilendir. Binâenaleyh O, bu kâfirlerin içlerini de dışlarını da bilir ve herkesi, yaptığına mukabil, ona uygun şeyle cezalandırır. Eğer, yaptığı kötü ise, karşılığı da kötüdür" demektir.

Buna göre şayet, "Ayetin ifadesi, Allahü teâlâ'nın ilimlerinin, bildiklerinin sonlu ve nihayetli olmasını gerektirir" denilirse, biz deriz ki: Ayetteki ifadesi, O'nun, yani Allah'ın ilminin, herşeyi ihata etmiş olduğunu gösterir. Binâenaleyh bu, onların toplamının sonlu olmasını değil, tek olarak düşünüldüğünde herbirinin sonlu olmasını iktizâ eder. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Bu sûrenin tefsiri, (hicrî) 603 yılının Zilhicce ayının Çarşamba günü öğlen vaktinde tamamlandı. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; salât ve selâm da, peygamberlerin sonuncusu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nun âline ve ashabına olsun... (Amin).

54 ﴿