8"Hâ Mîm. (Hidayet yolunu) apâşikâr gösteren bu kitaba yemin ederim ki gerçekten biz onu, anlayasınız diye Arapça bir Kur'ân yaptık. Şüphesiz o Kur'ân, katımızdaki ömmü'l-kitâp (anakitapta) sabit, yüce ve çok kıymetli bir kitaptır. Siz, haddi aşan bir topluluksunuz diye, o dersi (Kur'ân'ı) sizden uzaklaştırıp, vaz mı geçeceğiz? Halbuki biz, evvelki ümmetlere de nice peygamberler gönderdik. Onlar da kendilerine bir peygamber geldiğinde mutlaka onunla istihza ederlerdi. Bundan dolayı biz, kuvvet bakımından bunlardan daha çetin (ümmetleri) helak ettik. Nitekim o evvelki ümmetlerin misalleri geçmiştir". Bil ki ayetteki ifadesi şu iki takdirdedir: 1) Takdiri, "Bu, Hâ Mîm'dir. Kitab-ı Mübîn'e yemin ederim ki..." şeklindedir. Bu takdire göre kasem (yemin), bu sûrenin "Hâ Mîm" Sûresi oluşuna yapılmıştır. Bu durumda da, bundan sonraki ifâde, yeni bir cümle olur. 2) Bunun takdiri, "Bu Hâ Mîm (Sûresi'dir). Kitab-ı Mübîn'e yemin ederim ki Biz onu, Arapça bir Kur'ân yaptık" şeklindedir. Bu durumda yemin edilen husus, bu kitabın Arapça bir Kur'ân yapılışıdır. Kitap'dan Maksad Ayetteki kitab ile ne kastedildiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bununla Kur'ân-ı Kerîm kastedilmiştir. Buna göre, Allahü teâlâ Kur'ân'ı Arapça kıldığına yemin etmiştir. b) Bununla, kitabet (yazı) kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, çok büyük faydalarından ötürü "yazı"ya yemin etmiştir. Çünkü ilimler, yazı sayesinde gelişir-yükselir. Zira önceden geçen bir ilmi ortaya koyup onu yazar, kitab haline getirir; sonra gelenler de ona vâkıf olursa, bu sonrakilerin o ilmi daha ileri götürmesi mümkün olur. İşte bu sayede de, faydalar çoğalır ve doruğa ulaşır. Mübîn'in Manası Cenâb-ı Allah'ın bu kitabı, "mübîn" (açık ve açıklayıcı) olarak vasfetmesinin sebepleri şunlardır: 1) Bu kitap, kendilerine indirildiği kimseler için mübîndir, açık ve açıklayıcıdır. Çünkü bu, onların dilleri ve lehçeleri ile inmiştir. 2) Mübîn, hidayet yolunu, dalâlet yolundan ayıran ve her konuyu, o konu dışındakilerden ayırıp, herbirini apaçık ve mufassal hale getiren demektir. Bil ki Hak teâlâ'nın, Kur'ân'ı "mübîn" (açıklayıcı) olarak nitelemesi, mecazdır. Çünkü gerçekte bu açıklayıcı, Allahü teâlâ'nın kendisidir. Kur'ân bu ismi, kendinde bulunan beyanlardan (açıklamalardan) dolayı, mecazî olarak almıştır. Kur'ân'ın Arapça Yapılması Ayetteki "Gerçekten Biz onu, anlayasınız diye Arapça bir Kur'ân yaptık" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Kur'ân'ın muhdes (mahluk) olduğunu ileri sürenler, bu ayeti şu bakımlardan delil getirmişlerdir: 1) "Ayet, Kur'ân'ın "kılınmış" olduğunu göstermektedir. "Kılınmış" ise, yaratılmış ve yapılmış manasınadır. Eğer bu görüşe muhalif olanlar, "kılma" ile, "Allahü teâlâ'nın Kur'ân'a "Arapça" adını vermesi" manası niçin kastedilmiş olmasın?" derlerse, biz deriz ki: "Bu, şu iki bakımdan kabul edilmez: a) Eğer buradaki "kılma" ile, "bu ismi verme" manası kastedilmiş olsaydı, o zaman, hor ne kadar Arapça olsa da, Kur'ân'a "a'cemî" (yabancı dilde bir kitap) diyene göre, Kur'ân'ın "a'cemî" olması gerekirdi. Bunun olamayacağı malumdur. b) Eğer buradaki "kılma" işi, isim verme manasına olsaydı, o zaman "isim verme" işi de "kılınmış" birşey olurdu. Halbuki "isim verme" işi de Allah'ın kelâmıdır. Bu ise, Allahü teâlâ'nın kelâmının bir kısmını, "kılmış" olmasını gerektirir. Kılmak-yapmak, Allah'ın kelâmının bir kısmı için söz konusu olunca, bütünü hakkında da doğru olur. 2) Cenâb-ı Allah, bu kitabı "Kur'ân" diye isimlendirmiştir. Buna, bir kısmı bir kısmına yaklaştırılıp bir araya getirildiği için, "Kur'ân" ismi verilmiştir. Böyle olan herşey ise, "yapılmış", "işlenmiş" ve "kılınmış" olur. 3) Allahü teâlâ bu kitabı, "Arapça" olarak tavsif etmiştir. Kur'ân, bu lafızlar Arapların koyup kullanmalarına göre, manalarına ve ıstılahlarına tahsis edildikleri için "Arapça" olmuştur. Bu da, yine o Kur'ân'ın, "yapılmış", "kılınmış" ve "mahlûk" (yaratılmış) olduğuna delâlet eder. 4) Bilindiği gibi, Allah'dan başkasına yemin etmek caiz değildir. Buna göre bu ayetin takdiri, "Hâ Mîm, bu Kitab-ı Mübîn'in Rabbine yemin olsun ki..." şeklindedir. Bunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen, "Ey Tâhâ ve Yâsin (sûrelerinin) Rabbi; Ey Kur'ân-ı Azîm'in Rabbi..." şeklindeki dua da delâlet eder. "Bütün bunlara şöylece cevap veririz: Söylediğiniz şeyler doğrudur. Çünkü sizler, bütün bu deliller ile, (Kur'ân okuduğunuzda) birbirini takibeden bu harf ve kelimelerin muhdes ve mahluk olduğuna istidlal ettiniz. Bu ise, zaten açıkça bilinen birşeydir. Sizinle bu konuda münakaşa eden kim ki?.. Sizin yaptığınız, olsa olsa, sözlerinizin neticesi, kesinlikle böyle olduğu bilinen bir hususta, delil getirip durmaktan ibarettir. Buna lüzum yok. Lealle Teracci Edatının İzahı Ayetteki (umulur ki) kelimesi, temennî ve ümid ifade eder. Bu ise, işlerin neticesinin nereye varıp dayanacağını bilen bir zata uygun düşmez. Binâenaleyh bununla burada, (için ... diye) manası kastedilmiştir, yani, "Biz onu, manasını akledesiniz, muhtevasını kavrayasınız diye, biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" demektir. Mu'tezile şöyle der: "Binâenaleyh bu ifadenin özü, "Biz onu, manasını iyice anlayasınız diye Arapça olarak indirdik" şeklinde olur ki, bu da şu iki şeyi ifade eder: a) Allah'ın fiillerinin, birtakım maksat ve gayelere bağlı olduğunu gösterir. b) Allahü teâlâ bu Kur'ân'ı, insanlar onunla hidayet bulsun diye indirmiştir. Bu ise, Allahü teâlâ'nın, her insanın hidayete ermesini ve kendisini tanımasını istediğine delâlet eder. Böylece de bu husus, Allahü teâlâ'nın birtakım kimselerden, kendisini inkârı ve Allah'ı tanımamalarını irade ettiğini söyleyenlerin görüşünün aksine bir görüş olur."Bil ki Mu'tezile'nin bu tür istidlalleri meşhurdur. Biz ehl-i sünnetin bunlara cevapları da meşhurdur. Binâenaleyh bu cevapları tekrarlamaya gerek yok. Allah en iyi bilendir. Kur'ân, Anlaşılmak İçindir Ayetteki, "(Kur'ân'ı) anlayasınız diye" ifadesi, Kur'ân'ın anlaşılacağına; "Bazısı anlaşılır, bazısı anlaşılamaz" diyenlerin aksine, Kur'ân'da kapalı, ne manaya olduğu anlaşılmayan ayetlerin bulunmadığına delâlet eder Cenâb-ı Allah daha sonra, "Şüphesiz o Kur'ân, katımızdaki ümmü'l-kitabta sabit, yüce ve çok kıymetli bir kitabtır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birçok mesele var: Birinci Mesele Hamza ve Kisâ'î, "ümmü'l-kitâb" ifadesini, elifin kesresiyle immü'l-kitab; diğerleri, zammesiyle ümmü'l-kitab seklinde okumuşlardır. Ümmü'l-Kitab (......) deki "hû" (o) zamiri, ümmü'l-kitâb" (kitabın anası) ifâdesindeki kitaba; râcîdir. Alimler, "ümmü'l-kitâb" ile ne kastedildiği hususunda şu iki değişik görüşü ileri sürmüşlerdir. Levh-i Mahfuz'un Sıfatları Birinci Görüş: Hak teâlâ'nın, "Aksine o Kur'ân-ı Mecîd'dir. Levh-i Mahfûz'dadır" (Buruc, 21-22) ayetinden ötürü, bu, Levh-i Mahfuz'dur. Bil ki bu görüşe göre, ayette geçen şu sıfatların hepsi de, Levh-i Mahfuz'un sıfatları olur. Birinci Sıfat: "Ümmü'l-kitâb" (kitabın anası)... Onun böyle adlandırılmasının sebibi şudur: Herşeyin temeline ve esasına, o şeyin anası denir. Kur'ân da, Allah katında, Levh-i Mahfûz'da sabit olup, daha sonra en yakın semâ'ya (göğe) indirilmiş, oradan da insanların ihtiyaçlarına uygun olarak, parça parça (dünyaya) indirilmiştir. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "Allah önce (kader) kalemini yaratmıştır. Allah Kalem'e, yaratmak istediği bütün şeyleri yazmasını emretmiştir. O halde bu kitap, Allah'ın katındadır." Levh-i Mahfuz'un Varlık Sebebi İmdi eğer "Allah, "allamü'l-guyûb" (gaybleri en iyi şekilde bilen) iken ve unutması-yanılması imkânsızken, Levh-i Mahfûz'u yaratmasındaki hikmet nedir?" denilirse biz deriz ki: Allahü teâlâ, Levh-i Mahfûz'da, mahlûkatla ilgili hadiselerin hükümlerini kaydedip, melekler de o hâdiselerin, oradaki yazılı şekillerine uygun olarak meydana geldiğini görünce, Allah'ın hikmetinin ve ilminin mükemmelliğini böylece anlarlar. İkinci Sıfat: Bu, ayetteki "katımızda bulunan" kelimesidir. Bunu İbn Abbas (radıyallahü anh) zikretmiştir. Buna, bu payenin verilmesi, onun bütün mahlûkatın hallerini ihtiva eden bir kitap oluşundan ötürüdür. Buna göre sanki o, Allah'ın mülkü ve melekûtunda meydana gelecek, bütün herşeyi ihtiva eden bir kitaptır. İşte bundan ötürü, ona böyle bir paye verilmiştir. Vahidî, bu kelimenin, Kur'ân'a sıfat olduğunu ve takdirinin, "O, Kur'ân katımızdadır, ümmü'l-kitaptadır" şeklinde olmasının muhtemel olduğunu söylemiştir, Üçüncü Sıfat: Onun " 'aliyy" (yüce) oluşudur. Bu, onun bütün yanlışlardan ve batıllardan yüce ve uzak olmasıdır. Bunun, "her zaman bir mucize olarak kaldığı için, bütün kitaplardan yüce olan" manasında olduğu da söylenmiştir. Dördüncü Sıfat: Onun "hakîm" yani, "belagat ve fesahat bakımından muhkem (sapasağlam) olmasıdır. Bu "hakîm"in, "üstün hikmetli" manasına olduğu da ileri sürülmüştür. Bütün bu sıfatların, bu manalarda, Levh-i Mahfuz'un değil de, Kur'ân'ın sıfatları olduğu da söylenmiştir."Ümmü'l-Kitâb" ile ilgili ikinci görüş, bununla, "O (Allah), sana o kitabı indirendir. O kitabta, muhkem ayetler vardır ve bunlar ümmül-kitabtır, yani kitabın esasıdır" (Al-i Imrân. 7) ayetinden hareketle, muhkem ayetlerin kastedilmiş olmasıdır. Buna göre ifadenin manası, "Hâ Mîm Sûresi, Kur'ân'ın esası olan, muhkem ayetler ihtiva eder" şeklindedir. Uyarmadan Vazgeçilmez Daha sonra Cenâb-ı Hak "Siz, haddi aşan bir topluluksunuz diye, o zikri (Kur'ân'ı) sizden uzaklaştırıp, vaz mı geçeceğiz?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Kıraat Farkı Nâfî, Hamza ve Kisâî, elifin kesresiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre mana, "Eğer siz haddi aşanlar olursanız, zikri (Kur'ân'ı) sizden uzaklaştırıp, inzalinden vazgeçmeyiz" şeklinde olur. Bu (......) edatının, tıpkı "Faizden artakalanları bırakın, çünkü siz mü'minsiniz" (Bakara. 278) ayetinde olduğu gibi (çünkü) manasına olduğu da söylenmiştir. Binâenaleyh bu ayette ceza (cevap) kısmı, şart cümleciğinden önce gelmiştir. Diğer kıraat imamları, (için) takdirinde olarak, bir illet (sebep) manasıyla, fethalı olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Safhen Deyimi Ferrâ ve Zeccâc, "Onu terkettim, ondan vazgeçtim, onu bıraktım" manasında olmak üzere, Arapça'da, fiilinin kullanıldığını ve (......) kelimesinin, "yüz çevirerek, uzaklaşarak" manasında olduğunu söylemişlerdir. Bu kelimenin aslı, "Sen boynunu yana çevirdin" ifadesine dayanır. Binâenaleyh bu ifadenin takdiri, ya şeklinde olur (ve bu kelime mef'ûl-ü mutlak olur). Alimler, ayette geçen "zikr"in ne demek olduğu hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bu ifadenin manasının, "Biz sizden, Allah'ın azabının zikrini çevirir miyiz?" şeklinde olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun manasının, "Biz, sizden nasihat ve öğütlerimizi geri çevirir miyiz?" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bunun manasının, "Biz sizden Kur'ân'ı geri çevirip, (çeker miyiz?)" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, ifadedeki istifham, istifhâm-ı inkarîolup, "Biz, haddi aşan kimseler olmanız sebebiyle, mazeretleri ortadan kaldırmayı ve uyarmayı ihmal etmeyiz" demektir. Katâde şöyle demiştir: "Şayet bu Kur'ân, bu ümmetin evvelkileri kabul etmediği zaman kaldırılmış olsaydı, o zaman onlar helak olurlardı. Ancak ne var ki Allah, rahmeti sebebiyle, bu Kur'ân'ı onlara indirmeyi sürdürmüş ve onları, bu Kur'ân'a, yirmi sene boyunca sürekli davet etmiştir." Bu Ayetten Maksad Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki, ayetin bu ifadesi, şu iki manaya gelebilir: 1) Rahmet... Buna göre mana, "Biz, sizin kötü tercihinizden dolayı, sizi ihmal etmeyeceğiz. Tam aksine, hak yola dönmenize değin, size hatırlatmalarda bulunacağız ve size öğüt vereceğiz" şeklinde olur. 2) Bu, olabildiğince bir tehdit ifade eder. Yani, "Siz, istediğinizle başbaşa bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?! Hayır, hayır.. Biz size, amelde bulunma mecburiyetini getiriyor, sizi dine çağırıyoruz; görevinizi ihmal edip kötü şeylere yöneldiğinizde de, sizi muaheze edeceğiz.." demektir. İkinci Mesele Keşşaf sahibi, ifadesindeki fâ'nın, bu ifâdeyi, takdiri takdiri "Biz sizi ihmal edip de, böylece sizden zikri kaldırır mıyız?" şeklinde olan, bir mahzûfa atfetmek için olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki biz, evvelki ümmetlere de nice peygamberler gönderdik. Onlar da kendilerine bir peygamber geldiğinde muhakkak onunla istihza ederlerdi.." buyurmuştur ki bu, "Geçmiş ümmetlerin, kendilerini hak dine davet eden peygamberlerine karşı takındıkları tavır, hep yalanlama ve atay etmek olmuştur. Binâenaleyh, kavminin, yalanlama ve istihzaya yönelmeleri sebebiyle, üzülmemen gerekir. Çünkü musibet genelleştikçe, kişiler üzerindeki tesiri ve baskısı hafifler" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bundan dolayı biz, kuvvet bakımından bunlardan daha çetin ümmetleri helak ettik" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın, kendilerine peygamberler gönderdiği o önceki kavimler, Kureyş'ten daha çetin, yani sayıca ve kuvvetçe daha ileri idiler.." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "O evvelki ümmetlerin misalleri geçmiştir..." buyurmuştur. Bu, "Mekke kafirleri, küfür ve yalanlama hususunda, kendilerinden öncekilerin yoluna girmiş, o yolu takib etmekteler. Binâenaleyh, onların başına gelen şeyin zillet ve rüsvaylığın kendilerinin de başına geleceğinden sakınsınlar. Çünkü biz onlar gibi olanların halini kendilerine anlattık... Nitekim Cenâb-ı Hak "Biz (onlardan) her birine misaller irâd ettik..." (Furkan, 39) ve "Siz, nefislerine zulmedenlerin diyarlarına da yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız sizi için apaçık meydana çıktı... Size bir çok misaller de gösterdik..." (ibrahim, 35) buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir. Hayat Seyri |
﴾ 8 ﴿