25"Dediler ki: "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık." Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar. Yoksa biz, onlara bundan evvel bir kitap verdik de, şimdi ona mı tutunuyorlar. (Buna karşı şöyle) dediler: "Biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve biz, onların izleri üzerinde doğru yolda bulunmaktayız." Senden önce, herhangi bir memlekette, fena akıbetleri haber verici bir peygamber gönderdiğimizde, oranın refah erbabı mutlaka, "Biz atalarımızı bir (din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyduk" demişlerdir. O peygamberlerden herbiri şöyle dediler: "Ben atalarınızı üstünde bulduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse, (o zamanda mı) atalarınızın dinine uyacaksınız." Onlar da, "Biz, o sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz" dediler. Bunun üzerine biz de onlardan intikam aldık. İşte bak, yalanlayanların akıbeti nice oldu!" Bil ki Allahü teâlâ o kâfirlerin küfür ve şüphelerinden bir başka çeşidini de nakletmiştir. Bu, o kâfirlerin, "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" deyişleridir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Mutezile şöyle der: "Bu ayet, Cebriyye'nin (yani ehl-i sünnet'in), "kâfirin küfrü de Allah'ın iradesiyle meydana gelir" şeklindeki görüşlerinin yanlışlığına şu iki bakımdan delâlet etmektedir: 1) Allahü teâlâ müşriklerin "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" dediklerini nakletmiştir ki bu Cebriyye'nin görüşünün açıkça aynısıdır. Fakat Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bu sözlerini, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar" buyurarak yanlış olduğunu söylemiştir. Böylece Cebriyye nin görüşünü sanki önce nakletmiş, peşisıra da bu görüşün fasit ve bâtıl olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh Cebriyye'nin görüşünün bâtıliığı sabit olur. Bunun bir benzeri de, En'âm Sûresi'ndeki, "Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi, nebiz, ne de babalarımız müşrik olmazdık." De ki: "Yanında (bu hususta) bir bilgi (ve delil) var mı? (Varsa), haydi onu bize getirin. Sizler sadece zannınıza tâbi oluyor ve sadece yalan söylüyorsunuz" (En'âm, 138) ayetidir. 2) Allahü teâlâ, bu ayetten önce, o müşriklerin, küfür ifade eden şu söz ve işlerini de nakletmiştir: a) "Kullarından kimini, O (Allah'a) bir parça isnâd ettiler..."(Zuhruf, 15). b) "O Rahman'ın bizzat kulları olan meleklerin de dişi olduğunu söylediler" (Zuhruf, 19). c) "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" (Zuhruf, 20) dediler. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu üç hususu ard arda nakledip, ilk iki sözün kesin küfür olduğu sabit olduğuna göre, bu üçüncü sözün de küfür olması gerekir." Bil ki Vahidî, el-Basît'inde bunlara şu iki şekilde cevap vermiştir: 1) Zeccâc'ın ifadesine göre, Hak teâlâ'nın, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok" sözü, müşriklerin, "melekler dişidirler" ve "melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözleriyle ilgilidir. 2) Kâfirler, "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" şeklindeki sözleri ile, "Biz böyle emrolunduk, Allah buna razı oldu, bizim böyle yapmamızı emretti, aksini yapmamızı hoş görmedi" manasını kastetmişlerdir." Bunlar, Vahidî'nin, Mu'tezile'ye karşı verdiği cevaptır. Bence bu iki izah zayıftır. Birincisinin zayıflığı şöyledir: Allahü teâlâ, önce müşriklerin iki bâtıl iddialarını nakletmiş, bunların bâtıt oluşlarının sebebini izah etmiş, daha sonra da ilk ikisinden tamamen ayrı bir meselede, üçüncü bir görüşü nakletmiş ve bunun da bâtıl olduğunu beyan edip, bu husustaki tehdidini (va'îdini) bildirmiştir. Binâenaleyh ilk iki görüşün hemen akabinden gelen bu bâtıllık hükmünü, daha önce geçmiş ve bununla ilgisi olmayan bir söze vermek, son derece uzak bir şeydir. İkinci izah da zayıftır. Çünkü, "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdik" ifadesindeki bu dilemenin ne ile ilgili olduğu açıkça bildirilmemiştir. Mücmellik delilin hilafınadır. Binâenaleyh ayetin takdirinin, "Eğer Rahman, bizim onlara tapmamızı dileseydi, biz bunlara tapmazdık" şeklinde olması gerekir. Halbuki (eğer) kelimesi, bir şeyin (hususun) bulunmayışından ötürü, bir diğer şeyin yokluğunu anlatır. O halde ayetteki bu ifade, Allahü teâlâ'nın, onların putlara ibadet etmelerine dâir bir meşîetinin (dilemesinin) olmadığına delâlet eder ki, bu Cebriyye'nin görüşünün aynısıdır. Binâenaleyh Allah'ın fasit ve batıl olduğunu bildirdiği husus, bu husustur. Bazı kimseler, Mu'tezile'nin bu istidlaline şu şekilde de cevap vermişlerdir: Kâfirler bu sözü, istihza ve alay yollu söylemişlerdir. Dolayısıyla ayetteki tenkid ve kınamayı haketmişlerdir. (Mu'tezilî olan) Keşşaf sahibi, bu istidlale karşı şu iki şekilde cevap vermiştir: a) Ayetin lafzında, kâfirlerin bunu istihzâvâri söylediklerini gösteren birşey yoktur. Hakkında delil bulunmayan şeyi iddia etmek, bâtıldır. b) Allahü teâlâ, o müşriklerin şu üç şeyi iddia ettiklerini nakletmiştir: 1) Kullarından kimini, Allah'ın bir parçası (çocuğu) olduğunu iddia ettiklerini, 2) Meleklerin dişi olduğunu söylediklerini, 3) "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" dediklerini... Binâenaleyh kalkar da, "Ayetteki kınama sadece üçüncü söz ile ilgilidir. Çünkü onlar bunu iştihzâvârî 'değil de, ciddî olarak söylemişlerdir" dersek, o zaman aynı kınamanın, ilk iki husus hakkında da söz konusu olması gerekir. Bu durumda da, onların bu şeyleri ciddî olarak söylemiş olmaları halinde, haklı olduklarına inanarak söylemiş olmaları gerekir. Halbuki bunun küfür olduğu malumdur. Ama ilk iki husustaki tenkidin, bizzat sözün kendisine, üçüncü görüşte ise, sözün kendisine değil de, iştihzâvârî söylenmiş oluşuna yöneltildiğini söylemek, ifâdenin, karışık olması demek olur ki, böyle birşey Allah'ın kelâmı hakkında caiz olmaz." Bil ki bu söze karşı, bence verilecek gerçek cevap, En'âm Sûresi'nde de ifade ettiğimiz şu husustur: O müşrikler, Allah'ın insanların küfrünü dilemesiyle, iman etmeyi emretmenin doğru olmayışına istidlalde bulunup, böylece de "emir" ile "irade" (dileme)nin aynı şey olması gerektiğine inandıkları için, bu sözü söylemişlerdir. Biz (ehl-i sünnete) göre bu bâtıldır. Binâenaleyh, o müşrikler bu kınamayı, sırf "Allah kâfirin küfrünü de irade eder" şeklindeki inançlarından ötürü değil, aksine, "kâfirin küfrünü Allah irade ettiğine göre, kâfire imanı emretmesinin kabîh olması gerekir" diye inandıkları için müstahak olmuşlardır. İşte biz, bu ayetlerde söz konusu olan kınama ve tenkidi bu manada alırsak, Mu'tezile'nin bu ayetle istidlali düşer. Bu izahın tamamı En'âm Sûresi'nde geçmiştir. Allah en iyi bilendir. Allahü teâlâ, müşriklerin bâtıl inançlarını nakledince, "Onların bu hususta hiç bir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbir şey söylemiyorlar" buyurmuştur. Bunu şöyle izah ederiz: Sanki şöyle denilmek İstenmiştir: "Müşrikler, "Allah kâfirin küfrünü murad edip, kâfirde, buna sebep olan şeyleri yaratınca, kâfire imanı emretmesinin çirkin olması gerekir. Çünkü böylesi bir emir ve tehdit, şu görünür âlemde (dünyada, insanlar arasında) bile çirkin kabul edilir. Binâenaleyh bunun, gayb âleminde de kabîh (çirkin) olması gerekir" demektedirler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok" buyurmuştur ki bu şu manayadır: "Onların, bu kıyasın doğruluğuna dair bir bilgileri yok. Çünkü insanlardan birisinin fiil ve hükümleri, Allah'ın dışında kalan herşeyin maslahatların (iyiliklerin, faydaların) bulunmasından istifade ettiği, fasit (kötü) şeylerin bulunmasından zarar gördüğü için, maslahatların ve mefsedetlerin nazar-ı dikkate alınmasına bağlıdır. Binâenaleyh insanın tabiatı ve aklı, hüküm ve fiillerini, maslahatların gözetilmesine dayamaya sevkeder. Fakat Allah Sübhanehû ve Teâlâ, hiçbirşeyden istifade etmez ve hiçbirşey O'na zarar veremez. Arada böylesine büyük bir farkın bulunuşu aşikâr iken, Allah'ın, hüküm ve fiillerini maslahatların (menfaatlerin) gözetilmesine dayandırdığı nasıl söylenebilir? O halde, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok" ayeti, "Onların, gayb âleminin, dünyaya kıyasının doğruluğu hususunda bir bilgileri yok (yani bu iki âlem, birbirine kıyas edilemez)" manasınadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar" buyurmuştur ki bu, "Bu kıyasın doğru olup olmadığını kesin bilmediklerine göre, kesin aklî delil ile, onların bu kıyasta yalancı ve uydurmacı oldukları anlaşılır. Çünkü her bakımdan menfaat ve zarardan münezzeh olan zatı, bazı şeylerden istifade eden ve bazı şeylerden zarar gören muhtaç bir varlığa kıyas etmek, aktın açıkça bâtıl olduğunu gösterdiği yanlış bir kıyastır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yoksa biz, onlara bundan evvel bir kitap verdik de, şimdi ona mı tutunuyorlar?" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklettiği bu bâtıl görüşün doğruluğunu, onlar akıl ile ya da nakil ile anladılar" demektir. Bu işin akıl ile isbat edilmesine gelince, bu bâtıldır; zira, Cenâb-ı Hak, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbir şey söylemiyorlar" buyurmuştur. Bunu nakil ile isbat etmek de, batıldır. Zira Cenab-ı Hak, "Yoksa biz, onlara bundan önce bir kitap verdik de, şimdi ona mı tutunuyorlar?" buyurmuştur. ifadesindeki -hû zamiri, ya Kur'ân'a ya da peygambere râcî olup, buna göre mana, "Onlar, bu batıl şeyi, Kur'ân'dan önce indirilmiş olan kitapta buldular mı ki, böylece onların buna dayanmaları, buna tutunmaları caiz olabilsin?!" şeklinde olup, bundan maksat da, bunun, bir inkâr ve yadırgama sadedinde zikredilmesidir. Buna ne aklî delilin, ne de naklî delilin delâlet etmediği sabit olunca, bu hükmün, böyle bir şeyin bâtıl olması gerekir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Buna karşı şöyle) dediler: "Biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk. Ve biz, onların izleri üzerinde doğru yolu bulmuşuzdur" buyurmuştur. Ki bu, "Allahü teâlâ, onların, bu görüşlerinin doğruluğuna dair asla bir delillerinin bulunmadığını beyan edince, onları buna sevkeden sebebin, sadece katıksız taklid olduğunu da beyan buyurmuştur" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, cahillerin, taklid yoluna tutunmalarının ta eskilerden beri sürüp gelen bir iş olduğunu beyân etmek üzere: "Senden evvel herhangi bir memlekete, fena akıbetleri haber verici bir peygamber gönderdiğimizde, oranm refah erbabı mutlaka, "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyduk..." demişlerdir" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki (......) kelimesi, kesre ile (immetin) şeklinde de, okunmuştur ki, her ikisi de, kastetmek anlamında olan umum kökündendir. O halde ümmet, tıpkı "kendisine doğru seyahat edilen şey" hakkında kullanılan rihle gibi, "kastedilen yol" anlamındadır. İmme kelimesi ise, kastedilen kimsenin üzerinde bulunduğu hâl, durum demektir. Allah'ın kitabında, taklidin yanlış olduğu hususunda sadece bu ayet bulunmuş olsaydı bile, yeterdi. Çünkü Allahü teâlâ, bu kâfirlerin benimsedikleri görüşü ortaya koymaları hususunda, ne aklî ne de naklî herhangi bir delile tutunmadıklarını beyan etmiş, bunun peşinden de, bunların bu görüşü, geçmişlerini ve atalarını taklid etmek suretiyle benimsediklerini belirtmiştir. Allah bütün bu hususları kınamak için zikretmiştir ki, işte bu, taklide tutunmanın bâtıl olduğuna delâlet eder. Aklî bakımdan da, taklidin kötü bir şey oluşunun delili şudur: Taklid, bâtılı savunan ile haktan yana olan arasında ortak bir noktadır. Çünkü, bâtılı savunanlar içinde mukallitler bulunabileceği gibi, hakkı savunanlar içinde de mukallitler bulunabilir... Binâenaleyh, taklit hakka ileten bir yol olmuş olsaydı, bir şeyin hem kendisinin hem de o şeyin zıddının hak olması gerekirdi.. Halbuki bunun bâtıl olduğu malumdur. Allahü teâlâ, kişiyi taklide yöneltenin, dünyadaki lezzetlerden yararlanma, tenbellik ve çalışmama tutkusu ile, İstidlalde bulunma, tefekkür etmenin zorluklarına katlanma konusunda duyulan öfke olduğunu beyan buyurmuştur. Zira Cenâb-ı Hak, "... oranın refah erbabı mutlaka, "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk.." demişlerdir" buyurmuştur. Mutrefün, nimet ve refahın, kendilerini şımarttığı kimseler, demektir. Binâenaleyh, bunlar ancak şehevî ve eğlendirici şeyleri severler; hakkı talep etme yolundaki sıkıntılara katlanmadan da hiç hoşlanmazlar. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi sen, bütün belâların başının, dünyayı ve maddî lezzetleri sevmek olduğunu; bütün hayır ve güzel şeylerin başının da, Allah ve ahiret yurdunu sevmek olduğunu anlamış oldun.. İşte bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dünya sevgisi, her günahın başıdır" Keşfu'l-Hafa, 1/333buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, peygamberine, "Ben atalarınızı üstünde bulduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse (o zamanda mı) atalarınızın dinine uyacaksınız.." demesini emretmiştir. Ki bu, "Sizin atalarınızın dininden daha güzelini de mi getirsem?!.." demektir. İşte bu noktada, Cenâb-ı Hak onların, "Biz, atalarımızın dini üzere kalacağız. Ondan ayrılmayacağız. Sen bize, ondan daha doğru olanını getirsen bile, "biz, seninle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz.." Bu, her ne kadar, bizim üzerinde bulunduğumuzdan daha doğru olsa bile..." dediklerini beyan buyurmuştur. İşte bu noktada, artık onlar için, herhangi bir mazeret, tutunacakları herhangi bir delil kalmadığı için, Cenâb-ı Hak, "Bunun üzerine biz de, onlardan intikam aldık. İşte hak, yalanlayanlarının akıbeti nice oldu!" buyurmuştur ki, bununla, kâfirleri tehdit kastedilmiştir. Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 25 ﴿