80"Şüphe yok ki günahkârlar, cehennem azabında ebedî kalıcıdırlar. Bu azab onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde, ümitsiz susup kalacaklardır. Onlara biz zulmetmedik, fakat onların kendileri zâlimdiler. "Ey (cehennemin bekçisi) Mâlik, Rabbin bizim canımızı alsın" diye seslenirler. O da, "Siz hep burada kalacaksınız" der. Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz, hak (ve hakikati) çirkin görüyordunuz. Yoksa onlar, işlerini sağlam mı tuttular? Biz de sağlam tutanlarız. Yahut biz, onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, hayır, onların yanında bizim elçilerimiz var, (yaptıklarını) yazıyorlar". Bil ki Allahü teâlâ vaadinden bahsedince, bunun peşinden Kur'ân'da sürüp gelen (genel) tertip ve metod üzere, va'îdini de getirmiştir. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var: Kfidî, ayetteki, "Şüphe yok ki günahkârlar, cehennem azabında ebedî kalıcıdırlar" ayetini delil getirerek, fasıkların (günahkârların) da ebedî cehennemde kalacaklarını söyleyerek, şöyle demiştir: "Mücrim" (günahkâr suçlu) kelimesi, kâfiri de, fasığı da içine alan bir sözdür. Binâenaleyh bunların ikisinin de cehennemde ebedî olması gerekir. Ayetteki "hâlidûn" kelimesi, "hulûd"a delâlet eder. Ayetteki, "Bu azab onlardan hafifletilmeyecek" ifadesi de, yine hulûda (ebedîliğe) ve devama delâlet eder." Buna şu şekilde cevap veririz: "Bu ayetin hem öncesi, hem sonrası "mücrim" (suçlu) lafzı ile, kâfirlerin kastedildiğini göstermektedir. Çünkü bu ayetten önceki ifadeler, "Ey kullarım, bugün size hiçbir korku yoktur. Siz mahrum da olmayacaksınız" şeklinde olup, Allah'ın ayetlerine iman edip, müslüman olan herkesin, bu ifadenin kapsamına girdiğini gösterir. Ehl-i kıblenin (Kâ'be'yi kıble kabul edenlerin) günahkârları, Allah'a ve ayetlerine iman edip, müslüman olmuş kimselerdir. Binâenaleyh bunların hepsinin, bu vaadin muhtevasına girip, sonra gelen va'îdir sınırları dışında kalmaları gerekir. Bu ayetten sonraki "Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz hak (ve hakikati) çirkin görüyordunuz" ayetindeki "hak" sözü ile, ya İslâm, ya Kur'ân kastedilmiştir. Dolayısıyla mücrimlerden bahseden ayetin, hem öncesinin, hem sonrasının, bu "mücrimler" ile kâfirlerin kastedilmiş oluşunu gösterdiği anlaşılır. Allah en iyi bilendir". Allahü teâlâ, mücrimlerle ilgili cehennem azabını şu üç sıfatla nitelemiştir: a) Hulûd (devamlılık) ile... Birçok yerde, bunun "uzun süre kalma" demek olduğunu, "ebedîlik" manasını ifade etmektedir. b) "Hafifletilmeme" ile.. Yani "bu, hafifletilmeyen, azaltılmayan ve eksiltilmeyen bir azabtır." Bu ateşli hastanın, harareti düştüğünde, "Ateşi düştü" deyişlerinden alınmadır. c) Ayetteki, "Onlar, bunun içinde, ümitsiz susup kalacaklardır" ifadesinin anlattığı sıfat ile... "Müblis", feraha ermekten ümidini kesen kimsenin, sesinin soluğunun kesilmesi gibi, sesi soluğu kesilen demektir. Oahhâk'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mücrim, ateşten bir tabut içine konur ve sonra bu tabutun ağzı kapanır, kilitlenir. Mücrim (kâfir) bunun içinde hiçbir tarafı görmeksizin ebedi kalır." Keşşaf sahibi, ayetteki, 'nin şeklinde de okunduğunu ve "cehennemde" manasında olduğunu söylemiştir. Kâdî, "Onlara Biz zulmetmedik, fakat onların kendileri zalimdirler" ifadesini delil getirerek şöyle demiştir: "Eğer Cenâb-ı Hak, kâfirlerin küfrünü onları cehenneme sokmak için yaratmış olsaydı, "Onlara biz zulmetmedik" ifadesiyle nefyettiği şey ne olurdu? Yani kendisinden nefyedip, onlara nisbet ettiği bu şey nedir? Yahut da, Allah'ın onlara zulmettiğini söylersek, o zaman bu, bu kâfirlerin ileri sürdüğü şeye birşey ilave etmemiş olur. Zaten onlar da bunu iddia ediyorlardı? Eğer muarızlarımız "Bu fiil sadece Allah'ın kudretiyle meydana gelmemiştir. Aksine hem Allah'ın, hem kulun kudretiyle birlikte meydana gelmiştir. Binâenaleyh bu, Allah'dan olan bir zülüm olmaz" derlerse, biz (Mu'tezile) deriz ki: "Size göre zulme kadir olmak zulmü gerektirir. O kudreti yaratan Allah'dır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, sanki küfrü yaratmasının yanışım, küfre kudreti de verirse, onlara zulmedici olmaktan çıkar. Bu ise imkânsızdır. Çünkü bir fiilde zâlim olan, bununla birlikte o fiili gerektiren şeyi de yapınca, "zâlim" denmeye daha müstehak olur." Kâdî'ye şöyle cevap verilebilir: Kulun kudreti her iki taraf için (yapma ve yapmama için) elverişli midir, yoksa bu iki taraftan birisi için belirgin (kesin) hale mi gelmiştir? Eğer kulun kudreti her iki taraf için de elverişli ise ve bu iki taraftan birinin tercihi, bir müreccih olmadan meydana gelmiş ise, bundan, bir yaratıcının bulunmadığı neticesi çıkar. Yok eğer bu tercih bir müreccihe muhtaç İse, yine başa dönülmüş olur ve mutlaka bu iş, Allah'ın kulda yarattığı müreccih (tercih ettirici) bir sebebe varıp dayanması gerekir. Yok eğer kulun kudreti iki taraftan birisi için belirlenmiş, sadece o taraf için olmuş olursa, bu durumda senin bize karşı ileri sürdüğün şey, senin için de söz konusu olur." Bil ki (âlim) kişi, sadece istidlal vechini görüp onu zikreden kimse değildir. Kişi o kimsedir ki, sözün öncesine ve sonrasına bakıp, bu sözün kendi görüşünün aleyhine olacağını gördüğünde, bunu zikretmeyen kimsedir. Allah en iyi bilendir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), kâfi hazfederek, terhîm ile, (......) şeklinde okumuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "İbn Mes'ûd, (......) şeklinde okuyor" denildiğinde, İbn Abbas, "Cehennem ehlinin bu kısaltmayı yapmalarına sebep olacak fazla meşguliyetleri ne olabilir ki?" demiştir. İbn Abbas'a şöyle cevap verilebilir: "Böyle bir terhîm (kelimelerin sonunu hazfetmek) güzel ve yerinde olur. Çünkü bu, zayıflık ve acizlik bakımından cehennem ehlinin, kelimelerin ancak bir parçasını söyleyebilecek bir durumda olacaklarını gösterir." Alimler, cehennemliklerin "Ey Mâlik, Rabbin bizim canımızı ahin" diyerek, nasıl bir istekte bulundukları hususunda değişik izahlar yapmışlardır: Bazıları bunun bir temenni olduğunu söylerlerken, bazıları da, yardım dilemek maksadıyla söylendiğini, yoksa o cehennemliklerin bu azabtan kurtuluşlarının olmadığını zaten bildiklerini söylemişlerdir. Şöyle de denilebileceği ileri sürülmüştür: Bunlar, içine düştükleri o azabın şiddet ve dehşetinden ötürü, bunun böyle olduğunu unuttular da, gerçekten istediler. Cenâb-ı Hak daha sonra, Mâlik'in onlara "Siz hep (burada) kalacaksınız" dediğini haber vermiştir. Kur'ân'da, Mâlik'in onlara ne zaman bu cevabı verdiği, o anda mı, yoksa uzun bir aradan sonra mı bunu söylediğinin açıklaması yoktur. Eğer onların sözü üzerine İse, onların sözünden az bir müddet sonra mı, yoksa uzun bir müddet sonra mı verildiği hususunda da bir açıklama yoktur. Binâenaleyh onları hafife almak ve onların kederlerini artırmak için, bu cevabın geciktirilmiş olması imkânsız değildir. Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh)'den, bu cevabın, kırk yıl sonra verileceği rivayet edilirken, başkaları, yüz yıl sonra; İbn Abbas (radıyallahü anh) da, bin yıl sonra verileceğini rivayet etmişlerdir. Bu sürenin ne kadar olduğunu en iyi bilen Allah'dır. Dinden Nefret Cehenneme Götürür Cenâb-ı Allah, daha sonra cehennem bekçisi Mâlik'in onlara, "Siz hep burada kalacaksınız" diye cevap vermesinin peşisıra, bu cevabın, adetâ sebebi olan hususu da zikredip, "Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz, hak (ve hakikati) çirkin görüyordunuz" dediğini beyân buyurmuştur. Bundan maksad, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ve Kur'ân'dan nefret ettiklerini ve hak dini kabul hususunda iyice öfke dolu olduklarını anlatmaktır. İmdi, eğer: "Allahü teâlâ onları "ümidsiz" olarak niteledikten sonra, onların artık nasıl, "Ey Mâlik..." diye çağrıda bulunabileceklerini söylemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bütün bunlar, uzun zaman ve yıllar içinde olacak şeylerdir. Dolayısıyla onların halleri, bu uzun zaman zarfında farklı farklı olacaktır. Dolayısıyla onlar iyice ümitsizliğe düştükleri için bazan susup kalırlar, zaman zaman da başlarındaki azabın şiddetinden ötürü yardım talebinde bulunabilirler. Rivayet edildiğine göre cehennemliklere öylesine bir açlık duygusu gelecektir ki bu, içinde bulundukları azaba denk olacak. Bunun üzerine onlar, "Mâliki çağırın" diye bağıracaklar, (Mâlik gelince de) "Ey Mâlik, Rabbin bizim canımızı alsın" diyecekler. Cenâb-ı Hak, onların âhirette ne şiddetli bir azaba düşeceklerini anlatınca, bunun peşisıra, onların dünyada iken, kalblerinin bozukluklarını ve nasıl tuzaklar kurup, hileler yaptıklarını ifade ederek, "Yoksa onlar işlerini sağlam mı tuttular. Biz de sağlam tutanlarız" buyurmuştur ki bu, "Mekke müşrikleri. Resûlullah'a hile yapıp tuzak kurmada, işlerini sağlama aldılarsa, onların tuzaklarını sapasağlam yapmaları gibi biz de tuzağımızı (cehennem azabımızı) sapasağlam yapıcılarız" demek olup, tıpkı "Yoksa (o kâfirler) bir tuzak mı kurmak istiyorlar? (Bilin ki) tuzağa düşenler o kâfirlerin kendileridir..." (Tur, 42) ayeti gibidir. Mukâtil, bu ayetin, Mekke müşriklerinin, Dâru'n-Nedve'de (meclislerinde), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tuzak kurmak için görüşmelerini anlatmak için indiğini söylemiştir ki bu, "Hani kâfirler sana hile ve tuzak kuruyorlardı..."(Enfal,30) ayetinde de anlattığı husustur. Bu hadiseyi o ayetin tefsirinde anlatmıştık. Daha sonra Cenâb-ı Hak,"Yahut biz, onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?" buyurmuştur. "Sırr", kişinin ya kendisine, yahut da hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde bir başkasına söyleyip anlattığı şey; "necvâ" ise, insanların kendi aralarında fısıltıyla konuştukları şeydir. "Hayır, hayır, onların sandıkları gibi değil! Biz onları duyar, söylediklerine muttali oluruz ve elçilerimiz, yani hafaza meleklerimiz, onların aleyhine kullanılmak üzere bütün hallerini ve konuştuklarını yazarlar". Yahya b. Muâz'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kim, işlediği günahları insanlardan saklar da, göklerde kendisine hiçbirşey saklı kalmayan o Zat'a açıklar, yani O'ndan gizlemeye çalışmazsa, bu kimse O zâtı, kendisini görenlerin en önemsizi yerine koymuş olur ki bu münafıklık alâmetidir." |
﴾ 80 ﴿