6"Ha Mîm. (Bu) kitabın indirilişi, mutlak kadir, yegâne hüküm ve hikmet sahibi Allah'tandır. Şüphe yok ki, göklerde ve yerde, mü'minler için kat'î ayetler vardır. (Allah'ın) sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp üretmekte olduğu herbir canlıda, sağlam bilgi edinecek bir zümre için ayetler vardır. Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın gökten rızık indirip, onunla yere, ölümünden sonra can vermesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde, akıllarını kullanacak kimseler için ayetler vardır. İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir ki, sana bunları, gerçeğe mutabık olarak okuyoruz. Artık onlar, Allah'ın ayetlerinden sonra, hangi söze inanırlar?". Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: İ'rab Bil ki, ifadesinin tahlili hakkında şu izahlar yapılabilir 1) (......) mübteda, (......) ifadesi, onun haberi. Böyle olması halinde, (......) takdiri, "Ha Mim'i indirmek, Kitabı indirmektir..." şeklinde olan bir muzaf hazfedilmiş olur. (......) kelimesi de (......) kelimesinin sılası, (yani müteallakı)dır. 2) (......) kelimesinin takdiri, "Bu Hâ Mîm'dir" şeklinde olarak (mahzuf mübtedânın haberidir). Daha sonra söze, biz yeniden başlayarak, (......) ifadesini mübteda, (......) ifadesini de haber tutarız. 3) (......) kelimesinin kasem (yemin), (......) ifadesinin kasemin sıfatı, (......) ifadesi de, kasemin cevâbı olması... Buna göre mana, "Kitabı indirmek demek olan Hâ Mîm'e yemin ederim ki, göklerde ve yerde..." şeklinde olur. El-Azîzu'l-Hakim'in İzahı Ayetteki, (......) ifadesini, hem "kitâb" sözünün hem de Lafzâ-i celâlin sıfatı tutmak mümkündür. Ne var el- ki, ikincisi daha uygun olup, bunun delilleri şunlardır: 1) Biz, bu iki kelimeyi, Lafzatullah'ın sıfatı kabul edersek, ifâde, "hakikat", kitabın sıfatı kabul edersek, "mecaz" olmuş olur. Halbuki hakikat, mecâz'dan daha evlâdır. 2) Daha fazla yakın olmak, daha fazla tercih edilmiş olmayı gerektirir. 3) Biz, el-Azîz ve el-Hakîm kelimelerini, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı olarak kabul edersek, bu, Kur'ân'ın hak olduğuna delâlet eden delile bir işaret olmuş olur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın "Aziz" olması, O'nun bütün mümkinâta kadir olduğuna; "Hakîm" olması da, O'nun bütün herşeyi bildiğine, her şeyden müstağni olduğuna delâlet eder. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın Azız ve Hakîm olmasının yekûnundan, bizim için, O'nun bütün mümkinâta kadir, bütün malûmatı bilen, herşeyden müstağnî olan bir zât olduğu; böyle olan her şeyden ise, abes ve bâtıl şeylerin sudur etmesinin imkânsız olduğu hakikati tahakkuk etmiş olur. Durum böyle olduğunda da, mu'cizelerin zuhuru, peygamberin doğruluğuna delil olmuş olur. Böylece, bizim "Azîz ve Hakîm" kelimelerini, (ayette) Allah'ın sıfatı kabul ettiğimizde, işte böyle bir faydanın ortaya çıktığı sabit olmuş olur. Ama biz bu iki kelimeyi, "kitâb" lafzının sıfatı kabul edersek, bundan yukardaki mâna meydana gelmez. Binâenaleyh, birincisi daha evlâ olur. Allah en iyisini bilendir. Mü'minlere Deliller Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki, göklerde ve yerde, mü'minler için kati ayetler vardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetin bu ifadesini zahirî manasına almak mümkündür. Çünkü miktarları, keyfiyetleri ve hareketleri gibi, göklerin ve yerin bizzat kendilerinde, Allah'ın varlığına delâlet eden birtakım haller mevcuttur. Hem güneş, ay, yıldızlar, dağlar ve denizler, gökler ile yerde bulunup, bunların her biri birer ayettir. Bu ayetin manasının, Bakara Sûresi'nde de, "Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, ... ayetler vardır" (Bakara. 163) biçiminde açıkça ifade edildiği gibi, "Göklerin ve yerin yaratılmasında..." şeklinde olması da mümkündür ki, bu da, bizim "Hamd, gökleri ve yeri yaratan ... Allah'a mahsustur" (En'am, 1) ayetinin tefsirinde de söylediğimiz gibi, hür ve irâde sahibi olan kadir bir zâtın bulunduğunu gösterir. İkinci Bahis: Biz, En'âm 1 ayetinin tefsirinde, göklerde ve yerde olan pekçok hususun, hür ve irâde sahibi kadir bir ilâhın bulunduğuna delâlet ettiğini söylemiştik. Bunların bir kısmını tekrarlamada herhangi bir mahzur yoktur. Bu sebeple biz diyoruz ki: Bütün bunlar, işte şu bakımlardan, bir yaratıcının bulunduğuna delâlet eder: 1) Bunlar, hadis olmaktan halî olmayan birtakım maddelerdir. Hadis olmaktan uzak olmayan her şey ise, hadistir. Binâenaleyh bu demektir ki, bu maddeler hadistir. Her hadis olan şeyin ise, bir muhdis'i (yaratıcısı) vardır. 2) Bunlar, birtakım cüzlerden, kısımlardan meydana gelmiş olan mürekkeb şeylerdir. Maddelerin birbirlerine benzediklerini daha önce açıkladığımız üzere, bu mucizeler birbirlerinin eşi ve dengidırler. Ama bu cüzlerin bir kısmı yüzeyde değil, içlerde yer almış iken, diğer bir kısmı ise, bir kısımlarda değil satıhta bulunmaktadır. Binâenaleyh, bu cüzlerin her birinin, şu anda bulundukları o yerde bulunmaları mümkün şeylerden olmuş olur. Her mümkün için ise, bir müreccih bulunmaktadır. 3) Feleklerin ve unsurların, maddî olan mahiyetlerinin bütünü açısından birbirlerine benzemelerine rağmen, ısı, soğukluk (rutubet), felekî ve unsuri letafet ve kesafetler gibi, bunlardan herbirinin hususî ve belli sıfatları bulunmaktadır. Böylece bu iş, mümkin bir iş olmuş olur ki, her mümkin için ise, mutlaka bir müreccih gerekir. 4) Yıldızlar kütleleri, renklen açısından farklı farklıdırlar. Meselâ, Zuhal (Satürn) yıldızı soluk; Müşteri beyaz; Merîh kırmızı, Güneş, tam beyaz; Zühre, inci beyazlığında, Utarid sarı ve ay da yumurta akı beyazlığında, yani solgun beyazdır. Hem bunların bir kısmı uğurlu; bir kısmı uğursuz; bir kısmı gündüzcü erkek, bir kısmı da gececi dişidir. Halbuki biz, maddelerin, zatları açısından birbirlerinin dengi olduklarını kabul etmiştik. Binâenaleyh, bu farklı farklı sıfatların hür, irâde sahibi, kadir bir ilâhın, bunlardan her birine belli sıfatları tahsis etmiş olmasından dolayı olmuş olması gerekir. 5) Her felek, belli bir yöne doğru sürat ve yavaşlık açısından, muayyen bir miktar ile hareket etmektedir. Bütün bunlar, mümkin olan hususlardır. Binâenaleyh, bunları böyle yaratan, hür ve irade sahibi bir failin bulunması gerekir. 6) Her feleğin belli bir hususiyeti vardır. Ki bunlar da, caiz ve mümkün olan şeylerdendir. Binâenaleyh, her feleğe o belli hususiyeti veren, hür ve irâde sahibi bir failin bulunması gerekir. Bu manadaki izahların tamamı, En'âm 1 'deki ayetin tefsirinde mevcuttur. Deliller Müminlere mi Mahsus? Üçüncü Bahis: Ayetteki, "...mü'minler için, kat'i ayetler..." ifadesi, bu ayetlerin (delillerin) sadece mü'minlere tahsis edilmiş olmasını gerektirir. Mu'tezile şöyle demiştir: "Bunlar, hem mü'minler hem de kâfirler için birer delildirler. Ancak ne var ki, bunlardan kâfir değil de mû'min istifâde edince, bunlar, "mü'minler için... birer ayet" olarak ifade edilmiştir. Bunun bir benzeri de, (Bakara, 2) ayetidir. Çünkü Kur'ân, bütün insanlar için bir hidâyet rehberidir. Nitekim Cenab-ı Hak, 'İnsanlar için bir rehberdir.." (Bakara, 185) buyurmuştur. Ancak ne var ki, ondan sadece ve hassaten mü'minler istifade edince, pek yerinde olarak, "müttakiler için bir rehberdir..." denilmiştir. İşte burada da böyledir." Alimlerimiz ise, "Delil ve ayet, bir şeyin bilgisinin, kendisinin bilinmesine dayandığı şeydir. Bu bilgi ise, o delil gereği değil de, Allahü teâlâ'nın yaratmasıyla meydana gelir. Allah bu bilgiyi ise, kâfir hakkında değil, mü'min hakkında yaratmıştır. Bu sebeple bu, kâfir hakkında değil de, mü'min hakkında bir delil olmuş olur" demişlerdir. Allah en iyisini bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Allah'a) sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp üretmekte olduğu herbir canlıda, sağlam bilgi edinecek bir zümre için, ayetler vardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: (......) ifadesi, (......) ifadesindeki muzâfun ileyh durumunda olan zamire değil de, muzâf olan (yaratmak) kelimesine atıftır. Çünkü, muzâfun ileyh olan zamîr-i mecrûr-i muttasıldır. Zamir-i mecrûr-i muttasıl üzerine atfetmek ise, kabîh addedilmiştir. Binâenaleyh Arapça'da, "Sana ve Zeyd'e uğradım" denilmez. İşte bundan dolayı, Hamza'nın (Nisa, 1) ayetindeki (......) kelimesini, ile (ve'l-erhâmi) şeklinde okumasını eleştirmişlerdir. Bu atfı çirkin addedenler, (......) şeklinde bir ifâde de kullanmazlar (bunu da çirkin addederler)." Kıraat Farkı İkinci Bahis: Hamza ve Kisâi, hem bu ayetteki (......) kelimesini, hem de bundan sonra gelen (Câsiye. 5) ifadesindeki (......) kelimesini tâ'nın kesresi ile (âyâtin) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, her ikisini de merfu olarak, (âyâtun) şeklinde okumuşlardır. Merfû okunması, Müberred, Zeccâc ve Ebû Ali'nin ileri sürdüğü şu iki yöndendir: a) Bu (......) ve onun dahil olduğu cümlenin mahalline atfa göredir (ona nisbetledir). Çünkü, (......), ve kendisinde amel ettiği şeyin (isminin) mahalli, mübtedâ olmakla merfûdurlar. Binâenaleyh buradaki merfûluk mahalle hamledilmiştir. Nitekim sen, "Muhakkak ki Zeyd yola çıkmıştır, Amr da..." dersin. Cenâb-ı Hak da, "Allah, müşriklerden beridir, Resulü de..." (Tevbe, 3) buyurmuştur. Çünkü ifâdesinin anlamı, kişinin, "Allah müşriklerden uzaktır; Resulü de..." demesidir. b) (......) ifadesinin, müste'nef bir cümle oluşudur. Bu durumda söz, cümlenin cümleye atfı şeklinde olmuş olur. Nitekim sen,"Muhakkak ki Zeyd, yola çıkıcıdır; Amr da, yazıcıdır" dediğinde, "Amr da yazıcıdır" ifadesini, müstakil bir kelam kılmış olursun ki, bu da, senin tıpkı, "Zeyd evdedir. Ben yarın falan şehre çıkacağım" demen gibidir ki, sen böylece burada iki ayrı şeyden bahsetmiş, bu iki şeyden her birini diğerine vâv ile bağlamış olursun. Bu izah, Ebu'l-Hasan ve Ferrâ'nın tercih etmiş olduğu izahtır. Bu ifadelerin mansûb okunuşlarının izahına gelince, "Sizin yaratılmanızda da ayetler vardır.." takdirinde olmak üzere, ifadesine atfedilmiş olması sebebiyledir. Bu görüşte olanlar, bu kıraatin, Ubeyy İbn Kâ'b ile Abdullah İbn Mes'ûd'un kıraatinde de aynen (......) şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu kıraate göre, bu ifadenin başına lâm'ın gelmesi, bu sözün (......)nin başına geldiği cümlenin lafzına atfedildiğini göstermektedir. Üçüncü Bahis: Ayetteki "ve sizi yaratmasında..." ifadesinin manası, "insanları yaratmasında" şeklindedir. O halde, ayetteki ifadesi, diğer canlıların yaratılmasına bir işaret olmuş olur. Bu ifadenin hür, irade sahibi bir kadir ilâhın varlığına delâlet etmesinin izahı da şudur: Maddeler (mahiyetçe) birbirlerine eşittirler. Binâenaleyh, bu maddelerden herbirisine belli bir cüz'ün, belli bir sıfatın, belli bir şeklin verilmiş olmasının mutlaka, hür, irade sahibi olan kadir bir varlığın tahsisi ile olmuş olması gerekir ki, bu hususa, o canlının bir yaştan diğer yaşa, bir halden diğer hale geçişi de dahildir. Bu konudaki tafsilat daha evvel geçmişti. Gece İle Gündüzün İhtilafı Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde..." buyurmuştur. Bu "ardarda geliş" (ihtilâfu'l-leyl...) şu şekillerde olabilir: a) Gündüzün gece ile, gecenin de gündüz ile yer değiştirmesi. b) Bazan gündüzün uzunluğunun gecenin uzunluğundan fazla olması, bazan da aksi olması.. Ve, yazın günlerin uzaması oranına göre, kışın gecelerin uzaması.. c) Senenin günlerinde, güneşin doğuş noktalarının değişmesi. Ölmüş Yerin Diriltilmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın gökten rızık indirip, onunla yere, ölümünden sonra can vermesinde..." buyurmuştur ki, bu da, hür, irade sahibi bir failin bulunduğu görüşüne şu bakımlardan delildir: a) Bulutların inşâsı ve onlardan yağmurun indirilmesi.. b) Yere düşen daneden, bitkilerin meydana gelmesi.. c) Farklı farklı bitkilerin meydana gelmesi.. Bu farklılık, çeşitlilik, ağacın gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleridir. Sonra o meyvelerden, ceviz ve badem gibi, kabuğun, özü (içi) kuşatmış olduğu türler vardır; kayısı ve şeftali gibi, özün çekirdeği kuşattığı türler vardır; incir gibi, kabuğu (çekirdeği) olmayan türler de vardır. Binâenaleyh, bunca çeşidine rağmen, muhtelif bitkilerin meydana gelmesi, Hakîm Rahîm, irâde sahibi bir failin bulunduğu görüşünün doğruluğuna delâlet eder Rüzgârlar Daha sonra Cenâb-ı Hak, "rüzgârları evirip çevirmesinde..." buyurmuştur ki rüzgârlar da, farklı taksimatlara göre, pekçok kısımlara ayrılırlar. Meselâ, doğu-batı, kuzey-güney şeklinde kısımlara ayrıldığı gibi; sıcak soğuk, faydalı ve zararlı diye de kısımlara ayrılır. Cenâb-ı Hak, bu pekçok çeşit delillerden bahsedince, "Bunda, akıllarını kullanacak bir kavim için ayetler vardır" buyurmuştur. Benzer Ayetle Mukayese Bil ki, Cenâb-ı Hak, bütün bu delilleri, Bakara Sûresi'nde bir arada zikrederek, "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıtan gemilerde, Allah'ın yukardan indirip yeryüzünü, ölümünden sonra dirilttiği suda, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında bulunan itaatkâr rüzgârlar ve bulutları evirip çevirmesinde, düşünen kimseler için nice ayetler vardır" (Bakara, 163) buyurmuştur. Böylece Allahü teâlâ, bu sekiz çeşit delili burada zikretmiştir. Bu iki yer arasındaki farklılık şu bakımlardandır: 1) Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresi'nde, "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında..." buyurmuş, burada ise, "şüphesiz, göklerde ve yerde..." buyurmuştur. Alimlerimiz nezdinde doğru olan görüş, "halk-yaratma"nın "mahluk-yaratıcının" aynısı olduğudur. (Delili ise şudur): Cenâb-ı Hak, "göklerde, yerde..." denilmesi ile, "göklerin ve yerin yaratılmasında..." denilmesi arasında bir farkın bulunmadığına dikkat çekmek için, Bakara Sûresi'nde, "yaratılmasında..." buyurmuş, bu sûrede ise, böyle dememiştir. Böylece bu, "halk" (yaratma)'nin, "mahlûk-yaratılan"ın aynısı olduğuna bir delil olmuş olur. 2) Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresi'nde sekiz çeşit delilden bahsetmiş, burada ise bunlardan altısına yer vermiş, gemiler ve bulutlardan bahsetmemiştir. Bunun sebebi şudur: Geminin ve bulutun hareketinin dayandığı şey, farklı farklı rüzgârlardır. Binâenaleyh, adetâ bir sebep gibi olan "rüzgârlar"dan bahsetmek, gemiyi ve bulutu zikretmeye gerek bırakmamıştır. 3) Cenâb-ı Hak Bakara Sûresi'nde, bu delillerin tümümü birleştirmiş ve hepsine birden tek bir durak yapmıştır. Burada ise bu delilleri üç ayete yerleştirmiştir. Bundan maksat, bunların herbirine, müstakil olarak tam ve mükemmel bir nazarla bakmanın gerekli olduğuna dikkat çekmektir. 4) Cenâb-ı Hak burada, üç duraktan bahsetmiş, ki bunların ilki (......) ikincisi, (......) üçüncüsü ise, (......) ifadeleridir, öyle sanıyorum ki, bu tertibin sebebi, adeta şöyle denilmek istenmiş olmasıdır: "Mü'minlerden iseniz, bu delilleri anlayınız. Yok eğer mü'minlerden değil de, tam aksine hakkı ve yakîni araştıranlardan iseniz, o zaman yine bu delilleri anlayınız. Yok eğer ne mü'minlerden, ne de yakîni araştıranlardan iseniz, en azından sizler, akıllılar sınıfındansınız. Binâenaleyh, bu delilleri anlama ve tanıma hususunda gayret gösteriniz. Kur'ân'da Akaid Bil ki pek çok fukahâ şöyle demişlerdir: "Kur'ân'da, kelamcıların bahsettiği ilimler yoktur. Aksine Kur'ân'da, ahkâm ve fıkıhla ilgili şeyler vardır." Bu, büyük bir gaflettir. Çünkü Kur'ân'da, sadece ahkâmlardan bahseden uzun bir sûre yoktur ama özellikle Mekkî sûreler başta olmak üzere, içerisinde tevhidin, nübüvvetin, öldükten sonra dirilişin ve Kıyametin delillerinin yer aldığı pek çok sûre vardır. Bütün bunlar, akaidin (kelâmın) konularındandır. Düşünüp inceleyen her insan, akaid (usûl) alimlerinin meşgul oldukları ilmin, Kur'ân-ı Kerîm'in mücmel (özet) olarak ihtiva ettiği ilmin tafsil edilmiş şeklinden başka bir şey olmadığını anlarlar. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "işte bunlar, Allah'ın ayetleridir ki, sana bunları gerçeğe mutabık olarak okuyoruz" buyurmuştur. Buradaki "hak" ile, bu ayetlerin doğruluğunun aklen malum oluşu kastedilmiştir. Bu böyledir, çünkü bu ayetlerin doğru olduklarının bilinmesi, ya naklen, ya aklen olabilir. Birincisi söz konusu olamaz. Çünkü naklî delillerin doğruluğu, hakîm, kadir ve âlim bir ilahın olduğunu bilmeye, nübüvvet müessesesini tanımaya ve mucizelerin o nübüvvetin doğruluğuna nasıl delâlet ettiklerini anlamaya dayanır. Binâenaleyh bu itikadı hususları, naklî delillerle isbata kalkışırsak, devr-i fasit (kısır döngü) gerekir. Bu ise bâtıldır. Bu bâtıl olunca, bu delillerin hakikatim bilmenin, ancak sırf akıl ile, aklî delillerle olacağı anlaşılır. Durum böyle olunca da, Hak teâlâ'nın, "İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir ki, sana bunları hak olarak okuyoruz" ifadesi, akâid ilmine ve aklî izahlara teşvik eden, en büyük delillerden biri olmuş olur. Daha sonra Allahü teâlâ, "Onlar, Allah'ın ayetlerinden sonra artık hangi söze inanırlar?" buyurmuştur. Bu, "Kim bu ayetlerden istifade etmezse, artık bundan sonra onun istifade edebileceği hiçbirşey yoktur" demektir. Cenâb-ı Allah, bu beyanla taklîdî imanın yeterli olacağını iddia edenlerin görüşünün yanlışlığını bildirmiş ve mükellefe, Allah'ın dininin delillerini düşünmesinin vâcib olduğunu beyân etmiştir. Ayetteki fiil, ile "inanırsınız" şeklinde de okunmuştur. Ebû Ubeyde, yâ'lı okunuşu tercih ederek şöyle der: "Ayetteki bu ifadeden önce ve (inanan, akleden kavim için) ifadeleri geçmiştir. Bu fiiller gâib sîgası olduklarına göre, buradaki fiilin de gâib sîgasiyla olması gerekir. "Eğer, "Bu ifadeden önce muhatab sîgası olan, "Allah'ın sizi yaratmasında..." ifadesi de vardır?.." denilirse, biz deriz ki: Bahsettiğimiz gâib sığalar, ihtilaf edilen bu fiile daha yakındır. Daha yakın oluş ise, tercih sebebidir. Bu ifadeyi muhatab sigasıyla okuma durumunda şu izah yapılır: "Bunun başına bir (......) kelimesi takdir edilir ve "Onlara de ki "bundan sonra artık hangi söze inanacaksınız?" manasında olur." Bilerek İnkâr Edenler |
﴾ 6 ﴿