21“Andolsun ki biz, Isrâiloğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik vermiş, onlara tertemiz rızıklar ihsan etmiş ve onları âlemlerin üstüne çıkarmıştık. Onlara, (din) emrinden açık açık deliller verdik. Şimdi onların kendilerine bilgi geldikten sonra, ihtilafa düşmeleri, ancak ihtirasdan dolayıdır. Şüphesiz Rabbin, onların ihtilaf ettikleri şeyler hakkındaki hükmünü, Kıyamet günü aralarında verecektir. Sonra seni de, emrinden bir şeriat üzerine görevlendirdik. Binâenaleyh sen ona tabî ol. Cahillerin hevâ-ü heveslerine uyma. Çünkü onlar, (Allah'ın iradesinden) hiçbirşeyi senden katiyen defedemezler. Şüphe yok ki zâlimler, birebirlerinin dostlarıdır. Allah ise müttakîlerin dostudur. Şu Kur'ân, insanlar için besâir, yakînî imân edecek kimseler için de bir hidayet ve rahmettir. Yoksa o kötülükleri kazananlar, kendilerini, iman edip salih ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı, dirimleri ile ölümlerinin bir mi olacağını sandılar? Böyle düşünmeleri ne kötü!". Bil ki Allahü teâlâ, hased ve ihtirasdan ötürü aralarında ihtilaf bulunmasına rağmen Isrâiloğullarına pek çok nimetler verdiğini beyan etmiştir. Bunu zikretmedeki maksadı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminin yolunun, geçmiş kavimlerin yolu gibi olduğunu beyan etmektir. Bil ki nimetler, dinî ve dünyevî olarak ikiye ayrılır. Dinî nimetler, dünyevî nimetlerden daha üstündür. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak işe, dinî nimetleri zikrederek başlamış ve "Andolsun ki biz, İsrailoğullarına, kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik" buyurmuştur. Doğruya en yakın olan, şöyle demektir: Sayılan bu üç şeyden herbiri, ayrı bir şeydir. Bu kitap, Tevrat'tır. "Hüküm" ile ilgili olarak da şu izahlar yapılabilir: a) Bununla, ilim ve hikmet murad edilmiş olabilir. b) Bununla, davaların nasıl halledileceğini bilme kastedilmiş olabilir. c) Bununla, Allah'ın ahkâmını yani fıkıh ilmini bilme kastedilmiş olabilir. Peygamberliğin ne demek olduğu ise malumdur. Dünya nimetlerine gelince, bu da, "Onlara tertemiz rızklar (tayyibât) İhsan ettik" ayetiyle ifade edilmiştir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, dünyada bol rızık vererek, onları Firavunun kavminin mallarına ve yurtlarına mirasçı kılmış, daha sonra da onların üzerine, bıldırcın etiyte kudret helvası indirmiştir. Cenâb-ı Hak, onlara dinî ve dünyevî nimetleri bol bol ihsan ettiğini beyân buyurunca, "Onları, âlemlerin üstüne çıkarmıştık" demiştir ki bu, "Onlar, derece ve fazilet bakımından, devirlerindeki insanlardan daha ileri ve yüce oldular" demektir. İşte bundan ötürü müfessirler, bu ifadeye, "Biz onları, zamanlarında bulunan bütün insanlara üstün kıldık, faziletli kıldık" manasını vermişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara (din) emirinden, açık açık deliller vermiştik" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili şu izahlar yapılabilir: a) Allah onlara, iş ile yani dünya işiyle ilgili beyyineler, yani deliller vermiştir. b) Ibn Abbas şöyle der: "Bu, "Allah onlara, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işiyle ilgili olarak, onun Tihame'den (Mekke'den), Yesrib'e (Medine'ye) hicret edeceğini ve Yesrib halkının ona yardımcı olacaklarını bildirmişti" manasınadır. c) Biz onlara beyyineler, yani peygamberlerin nübüvvetlerinin doğruluğuna dâir kesin mucizeler vermiştik. Bu beyyinât ile kastedilen, Musa (aleyhisselâm)'nın mucizeleridir. Psikolojik Günah İşleyenler Allahü teâlâ daha sonra, "Şimdi onların kendilerine bilgi geldikten sonra ihtilafa düşmeleri, ancak ihtirasdan dolayıdır" buyurmuştur. Bu ayet, Şûra Sûresi'nde tefsir edilmiş olup, burada yeniden zikredilmesinin maksadı, onların bu halinin, şaşılacak birşey olduğunu göstermektir. Çünkü ilmirvbilginin bulunması, ihtilafın ortadan kalkmasını gerektirir. Halbuki burada, bunlar arasında, ilmin gelişi, ihtilafın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü bunların ilimden (bilmeden) maksadtarı, ilmin bizzat kendisi değil, ancak başkanlık elde etmek ve lider olmaktır. Burada şu gibi ihtimaller var: 1) Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, onların bildiklerini, fakat inad ettiklerini anlatmak istemiştir. 2) Buradaki "İlim" ile, esas ilim değil de, ilme götüren İşaretler ve ipuçları kastedilmiş olabilir. Buna göre mana, "Allahü teâlâ. üzerinde düşünmeleri halinde, sayesinde hakkı tanıyıp bitecekleri beyyineler ve deliller vermiştir. Ama onlar hasedleri ve inadlan yüzünden ihtilaf etmiş, münakaşa çıkarmışlardır" şeklinde olur. Allahü teâlâ sonra da "Şüphesiz Rabbin onların ihtilaf ettikleri şeyler hakkındaki hükmünü, Kıyamet günü aralarında verecektir" buyurmuştur ki bu, "Bâtıldan yana olanın, dünya nimetlerine aldanmaması gerekir. Çünkü bu nimetler, her nekadar hakkı savunanların nimetlerine denk ve hatta daha fazla bile olsa, bâtıla, âhirette hoşuna gitmeyecek şeyler görecektir" demek olup, bu adetâ onlar için bir zecr (caydırıcı şey)dir. Cenâb-ı Hak, bâtılı savunanların, sırf hasedleri ve azgınlıkları yüzünden haktan yüz çevirdiklerini beyan buyurunca, peygamberine, o yola iltifat etmeyip, hakka sımsıkı sarılmasını ve kendisi için, hakkı ortaya koymak ve doğruyu anlatmaktan başka bir maksadının olamayacağını bildirerek, "Sonra seni de emrinden bir şeriat, yani dinî işlerde bir yol ve metod üzere görevlendirdik. Binâenaleyh, delil ve beyyinelerie sabit olan şeriatına uy, hakkında hiçbir hüccet bulunmayan, cahillerin nevalarına ve sırf hevâ-ü cehalet üzerine kurulmuş dinlerine uyma" buyurmuştur. Kelbî şöyle der: "Kureyş'in ileri gelenleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Mekke'de, "Atalarının dinine dön. Çünkü onlar, senden daha efdal ve daha yaşlı (tecrübeli) idiler" dediler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu ayetini indirdi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü onlar, (Allah'ın iradesinden) hiçbirşeyi senden katiyyen defedemezler" buyurmuştur ki bu, "Eğer sen, onların bâtıl dinlerine meyledecek olsan, azaba müstehak olursun ve onlar, Allah'ın azabını senden savuşturmaya kadir olamazlar" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, zalimlerin dünyada da, âhirette de biribirlerini dost edindiklerini, ama kendilerine mükâfaat verme ve başlarındaki cezayı kaldırmada, faydalı olabilecek bir dostları bulunmadığını; hidayeti bulmuş müttakîlere gelince, onların dostlarının kendisi olduğunu ve onların da zaten Allah'ı dost edindiklerini ve bu iki dost edinme arasındaki büyük farkın ortada olduğunu beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu kalıcı ve faydalı delilleri izah edince, "Şu Kur'ân, insanlar için besâir, yakînîiman edecek bir kavim için de bir hidayet ve rahmettir" buyurmuştur ki, biz bunun tefsirini, A'râf Sûresi'nin sonunda yapmıştık. Manası ise, "Bu Kur'ân, insanlar için besâirdir..." şeklindedir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'daki, bu anlamdaki şeyleri diğer ayetlerde, bir "rûh" ve bir "hayat" olarak ifade ettiği gibi, Kur'ân'daki kâfi olan ve de şifâ verici açıklama ve beyyineleri, kalblerdeki basiretler mertebesinde kabul etmiştir ki bu Kur'ân, iman edip yakîn sahibi olan kimseler için dalâletten hidâyete, azâbtan da rahmete bir yoldur, vesiledir. Cenâb-ı Hak, zalimlerle mütîakîler arasındaki farkı, biraz önce geçen şekliyle beyan buyurunca, bu iki zümre arasındaki farkı, bir başka yönden de beyan ederek, "Yoksa o kötülükleri kazananlar, kendilerini, iman edip salih ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı ... sandılar?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Bu ifadenin başındaki edatı, bir başka şeye atfedilmesi halinde, bir şey sormak için kullanılmakta olan kelimedir. Bu atfedilen şeyin, mezkûr olup olmadığı farketmez. Buna göre buradaki ifadenin takdiri, "Müşrikler bunu biliyorlar mı, yoksa bizim, kendilerini, tıpkı müttakileri dost edindiğimiz gibi, dost edineceğimizi mi sanıyorlar?" şeklinde olur. İkinci Bahis: İctirâh, kazanmak, iktisâb etmek olup, "el-cevârih" kelimesi de bu köktendir. Yine, Arapça'da, "Onların, ailenin geçimini sağlayan" anlamında, ifadesi kullanılır. Cenâb-ı Hak da, bir başka ayetinde, "gündüzün ne elde edeceğinizi de bilir..."(En'âm, 60) buyurmuştur. Üçüncü Bahis: Kelbî şöyle der: "Bu ayet, Ali, Hamza ve Ebû Ubeyde Îbnu'l-Cerrâh ile müşriklerden Utbe, Şeybe ve Velîd İbn Utbe gibi üç kişi hakkında nazil olmuştur. Zira bu üç müşrik, ismi geçen mü'minlere, "Vallahi, siz hiçbir hak ve hakikat üzere değilsiniz. Sizin söylediğiniz hak olsa bile, dünyada bizim durumumuz nasıl sizden üstün ve ileri ise, ahirette de ileri olacaktır" dediler. Ahiretteki Mükâfaatlar Bunun üzerine Allah, onların bu sözünü kabul etmediğini; sevap dereceleri ile mutluluk makamları açısından, itaatkâr mü'minin âsî kâfire denk olmayacağını beyan buyurmuştur. Bil ki, (hasibe) fiili, iki mef'ûl gerektirir. Bunlardan birisi, ifadesindeki zamir (yani ifadesi), ikincisi ifadesindeki kâf'dır. Buna göre mana, "Günah kazanan bu kimseler, bizim, kendilerini, iman edenler gibi yapacağımızı mı zannediyorlar?!" şeklinde olur ki, bu ifadenin benzeri ifadeler ise şunlardır: "Öyle ya, mü'min olan kimse, imandan hariç kişi gibi midir? Onlar müsavi olmazlar" (Secde, 18); "Şüphesiz biz peygamberliğimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem şâhidlerin dikileceği gün elbette yardım edeceğiz. O gün özür dilemeleri zalimlere asla fayda etmeyecektir. Lanet onların, fena yurt da onlarındır" (Mû'min, 51-52); "Öyle ya, biz müslümanlan o günahkârlar gibi yapar mıyız hiç? Size ne oluyor? Nasıl böyle hükmediyorsunuz?" (Kalem, 35-36) ve "Yoksa biz iman edip de güzel güzel amel edenleri yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut, korkanları doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" (Sad, 28). Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Dirimleri ile ölümlerinin bir mi olacağını..." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hamza, Kisâî ve Asım'ın ravisi Hafs, nasb ile (sevâen) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları ref ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercihi ise, nasb ile okumadır. Bu ifadenin ref ile okunmasının izahı şudur: ifadesi mübtedâ olup, müfret hükmünde olan cümle mahallen mansub olarak, ifadesinin ikinci mef'ûlünden, yani ifadesindeki kâf'dan bedel olarak, mahallen mansûb olup, bu ifadenin bir benzeri de, "Zeyd'in babasını, gidici sandım..." ifadesidir. Bu ifadeyi şeklinde nasb okuyan kıraatin izahına gelince, Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki (......) kelimesi, (mustevin) anlamındadır. İşte bu sebeple kelimeleri, fâiliyet üzere merfû olmuşlar, böylece de meydana gelen ifade, cümle değil, müfret (mürekkeb) olmuş olur.. ifadelerinin mahallen mansub olmasına göre okuyanlara gelince, bunlar bu ifadeleri, tıpkı, "Hacının gelişinde..." ve"Yıldızın batışında..." ifadeleri gibi iki zarf kabul etmişlerdir ki, bu durumda ifadelerin takdiri, şeklinde olur. Ebû Ati ise, şöyle demiştir:" kelimesini mansûb okuyanlar, ve kelimelerini, ifadesindeki mansûb olan zamirinden bedel tutmuşlardır. Buna göre ifadenin takdiri, "Bizim, onların dirimlerini ve ölümlerini denk kılmamızı..." şeklinde olur." Ebû Ali, sözüne devamla şöyle demiştir: "Bizim, bu ifadeleri hâl kabul etmemiz de mümkündür. Bu durumda ikinci mef'ûl, ifadesindeki kâf olmuş olur. Hayat İçin "Sağlıklı Gerçek" Tabiri Kullanılmıştır Alimler, (......) ifadeleriyle neyin kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mücâhid, Ibn Abbas'ın şöyle dediğini söylemiştir: "Onlar, hayatlarının ve ölümlerinin, mü'minlerin hayatı ve ölümleri gibi olduğunu mu zannederler? Hayır, hayır! Onlar, kâfir olarak yaşar, kâfir olarak ölürler. Mü'minler ise, mü'min olarak yaşar, mü'min olarak ölürler. Bu böyledir, zira mü'min, dünyada olduğu sürece onun dostu Allah, yardımcıları mü'minlerdir; Allah'ın hücceti de onunla beraberdir. Kâfir ise, bunun tam tersinedir..." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Şüphe yok ki zalimler, birbirlerinin dostlarıdır..."(casiye, 19) buyurduğu gibidir. Ölüme yaklaşıldığında, mü'minin durumu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ki bunlar, meleklerin pâk ve âsûde olarak canlarını alacakları kimselerdir. "Selâm size. işlemekte olduğunuz (amellerin) karşılığı olmak üzere girin cennete" derler" (Nahl, 32) ayetinde bahsettiği gibi; Kâfirin durumu ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekler, kendilerine küfürleri sebebiyle, zulmedenlerin canlarını alacakları zaman, onlar: "Biz hiçbir fenalık yapmazdık" (diye diye) teslim (oldular). Hayır, Allah sizin neler işler olduğunuzu elbette ki çok iyi bilendir" (Nahl, 28) ayetinde bahsettiği gibi olur. (Bu iki sınıfın) Kıyametteki durumu hakkında ise, Cenâb-ı Hak, "O gün yüzler vardır; parıl pani parlayıcıdır. Gülüşleri sevinçlidir. Gülücüdür, sevinicidir. O gün yüzler de vardır; üzerlerini toz toprak (bürümüştür). Onu (da) bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır" (Abese, 38-31) buyurmuştur ki bu, bu iki durum arasında bir farklılığın bulunacağına bir işarettir. Ayetin te'viliyle ilgili olarak bir ikinci izah da, mananın, "Onların hayatlarında bir eşitliğin bulunmasına mukabil, Ölümlerinde bir eşitliğin olmayacağını belirtmek" şeklinde olmasıdır. Bu böyledir, zira mü'min ve kâfirin yaşayışları, bazan sıhhat, rızık ve kendi kendine yetme hususlarında eşit olabilir; hatta bazan kâfir, mü'minden daha iyi durumda bulunabilir. Bu ikisi arasındaki fark ancak ölümleri hususunda ortaya çıkar. Bir üçüncü izah da şudur: Ayetteki ifadesi, "Günahkârların yaşayışlanyla ölümleri eşit olduğu gibi, itaatkâr ve salih kimselerin yaşayış ve ölümleri eşittir, yani herkes yaşadığı gibi ölür..." anlamında olmak üzere, yeni başlayan bir kelâmdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, böyle bir eşitliğin olamayacağını açıkça belirtmek için; "Böyle düşünmeleri ne kötü!" buyurmuştur ki, bunun ne demek olduğu gayet açıktır. Maddeci Zihniyete Reddiye |
﴾ 21 ﴿