| 26"Allah, gökleri ve yeri, hakkı ikâme etmek ve bir de, herkesin kazandığı ne ise, kendilerine asla haksızlık edilmeyerek, onunla mukabele edilmesi için yaratmıştır. Şimdi bana haber ver: Hevâ ü hevesini tanrı edinen, Allah'ın kesin bir bilgiye dayanarak şaşırttığı, kulak ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde gerdiği bir adama Allah'tan başka kim hidâyet edebilir? Halâ iyi düşünmeyecek mmniz? Dediler ki: "Bu (hayat), dünya hayatından başka bir şey değildir; ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi, o sürekli zamandan başkası helak etmez.." Halbuki onların, buna dair de, hiçbir bilgisi yoktur. Onlar, sadece (böyle) sanıyorlar. Karşılarında açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, onların "Eğer iddianızda doğru kimseler iseniz, ölmüş atalarımızı diriltip getirin.." demelerinden başka hiçbir tutanakları yoktur. De ki: "Sizi, Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürüyor. Bilâhare, yine sizi, hakkında hiçbir şüphe bulunmayan Kıyamet gününe o getirip toplayacaktır. Fakat, insanların çoğu bunu bilmezler.." Hakkı Gerçekleştirme Gayesi Bil ki Allahü teâlâ, mü'minin, mutluluk mertebeleri açısından kâfirle bir olmayacağına dair hükmünü verince, bu hükmünün doğruluğuna çok net bir biçimde delâlet edecek olan delili de getirmek üzere: "Allah, gökleri ve yeri, hakkı ikame etmek (...) İçin yarattı" buyurmuştur. Şayet, Öldükten sonra dirilme olmasaydı, bu, hakkın ikâmesine bir vesile olmaz, tam aksine, bâtılın ikamesine bir sebep olmuş olurdu. Çünkü Allahü teâlâ, zâlimi yaratıp, bu güçsüz ve aciz mazluma musallat kılıp, sonra da mazlumun hakkını zalimden almasaydı, o zaman zalim olurdu. Zalim olması halinde de, O'nun, gökleri ve yeri hakkı ikame etmek için yaratmış olması bâtıl, temelsiz bir iddia olurdu. Bu delillerin izahının tamamı, Yunus Sûresi'nin başlarında ifade edilmiştir. Kâdî şöyle der: "Bu ayet, Allah'ın kudreti dahilinde, tahakkuk etmesi durumunda, mutlaka bir zulüm olabilecek şeylerin bulunduğuna delâlet eder. Bu ise ancak, "O, istediği her şeyi yapmış olsaydı, zulüm olmazdı..." diyen Cebriyenin mezhebi ile, "Allah, zulme kadir olmakla nitelenemez.." diyen kimselerin görüşüne göre doğru olur." Alimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Bu ifâde ile, "Allah, başkasının yapması halinde mutlaka bir zulüm olabilecek şeyleri yapmıştır" manası kastedilmiş olup, bu tıpkı, "ibtilâ" ve "İmtihan" ifadelerinden, "O, şayet başkası yapmış olsaydı, mutlaka bir imtihan ve deneme diye nitelenecek olan şeyleri yapmıştır..." manasının kastedilmesine benzer. Cenâb-ı Hak, "ve herkesin kazandığı ne ise onunla mukabele edilmesi için..." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili olarak şu iki İzah yapılır: a) Bu cümle, ayetteki, (......) kelimesine atfedilmiş olup, böylece kelamın takdiri: "Allah, gökleri ve yeri, hakkı ortaya koymak için ve bir de, her nefsin, yaptığına mukabil karşılık görmesi için yaratmıştır..." şeklinde olur. b) Bu ifadenin mahzûf bir şeye atfedilmiş olması.. Buna göre kelamın takdiri, "Allah, gökleri ve yeri, bu ikisi vasıtasıyla kudretine İşaret etmek için, bir de, her nefis, yaptığının karşılığını görmesi için, hakkın ikamesi için yaratmıştır" şeklinde olur. Ki, buna göre mana, "Bu âlemin yaratılış gayesi, ilahî adalet ve rahmetin izhâr edilmesidir. Bu ise ancak, Öldükten sonra dirilme ve Kıyametin varlığı; hakkı savunanlarla bâtılı savunanlar arasında, derece ve dereke bakımlarından bir farklılığın tahakkuk etmesiyle tamamlanır" şeklinde olur. Hevâsını Tanrı Edinen Daha sonra Cenâb-ı Hak, kâfirlerin hallerini ve yollarının çirkin oluşunu izaha geçerek, "Şimdi bana haber ver: Hevâ ü hevesini tanrı edinen (...)" buyurmuştur ki, bu, "Onlar, hidayete tabi olmayı bırakıp nevalarına uymaya yöneldiler. Böylece de, bir kimsenin, tanrısına tapışı gibi, hevâ ve heveslerine tapar oldular" anlamındadır. Ayetteki, (......) kelimesi, (ilâhları...) şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana, "Her ne zaman onun tabiatı bir şeye meylederse, o ona tabi olmuş Tabirinin Anlamı Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu, "onun ruh cevherinin düzelmesinin kabil olmayacağına dair kesin bilgiye dayanarak onu şaşırtmıştır" demektir. Bunun olumlu anlamdaki zıt mukabili, "Allah, elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" (En'âm, 123) ayetinin ifade ettiği husustur. Bu konuda sözün özü şudur: Beşerî ruhların cevherleri farklı farklıdır. Kimileri aydınlık, nuranî, ulvî ve ilahî karakterli iken, kimileri de bulanık, karanlık, süffî ve maddî şehvetlere alabildiğine meyyaldirler. O halde bu demektir ki, Allahü teâlâ, bu ruhların sahiplerinden her birine, ruh cevherine ve mahiyetine uygun olan şeye göre mukabelede bulunuyor. İşte, kovulmuşlar hakkında ifâde buyurulan, "kesin bir bilgiye dayanarak Allah'ın şaşırttığı" ifadesinden kastedilen budur, "Allah, elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" ayeti de kabul görmüş kimseler hakkındadır. Kulak ve Kalbin Mühürlenmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kulağını, kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde germiş..." buyurmuştur. Binâenaleyh, bu ayetteki "... kesin bir bilgiye dayanarak Allah'ın şaşırttığı..." ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen muhakkak ki, küfredenleri uyarsan da onlarca bir, kendilerini inzâr etmesen, uyarmasan da, onlar inanmazlar"(Bakara, 6) ayetinde bahsedilen kimseleri; buradaki Kulağını, kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde germiş..." ifadesi de, Bakara Sûresi'ndeki "Allah, onların kalblerine de, kulaklarına da mühür basmıştır. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır.." (Bakara, 7) ifadesiyle anlatılanları anlatmakta olup, bütün bunların tefsiri Bakara Sûresi'nde tafsilatlı bir biçimde geçmişti. Benzeri Yerle Mukayese Bu, iki ayet arasındaki farklılık şudur: Cenâb-ı Hak bu ayette "... kulağını" kelimesini, "gaibini..." kelimesinden önce getirmiş; Bakara Sûresi'nde ise, "kalb" kelimesini, "kulak" kelimesinden önce zikretmiştir ki, buna göre bu ikisi arasındaki fark şudur: İnsan bazan bir söz duyar, böylece, o sözden dolayı kalbinde bir tesir hasıl olur ki, bunun misali şudur: Bir grup kâfir, insanlara Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şâir olduğunu, kâhin olduğunu; krallık ve önderlik peşinde gezdiğini telkin ediyorlardı. Dinleyen kimseler bu sözü dinleyip duyduklarında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buğzediyor, kalbinde nefret hasıl oluyordu. Mekke kâfirlerine gelince, onlar, çok şiddetli olan hasetleri sebebiyle, kalben Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buğzediyor, onun sözünü dinlediklerinde o sözden faydalı bir şey anlamasalar bile, onun sözüne en azından kulak veriyorlardı. Birinci durumda, tesir, bedenden rûh ve nefis cevherine doğru yükseliyor; ikinci durumda ise, tesir ve etki, ruh cevherinden beden cevherine doğru iniyor... Binâenaleyh, bu iki kısım farklı farklı olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, bu iki kısma dikkatlerimizi çekerek, bu iki tertib ve tanzim ile iletmişti. Cenâb-ı Hak bu sözü beyan edince, "Artık kim, Allah'tan başka, yani Allah'ın o kimseyi saptırmasından sonra onu hidâyete erdirecektir. Ey insanlar, tezekkür edip düşünmez misiniz?" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: "Bu ayet var iken Kaderiyye (Mu'tezilîler) için artık bir mazeret kalmamıştır. Çünkü Allah, o kâfirin kulağını, kalbini ve gözünü mühürlediğini haber verdiğinde, onları, kendisinin hidâyetten açıkça men ettiğini ifade etmiştiren de diyorum ki, bu bahis, Bakara Sûresi'nin başında ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Maddeci Zihniyet Bil ki Allahü teâlâ, bundan sonra, onlardan, hem Kıyametin hem de kadir bir ilâhın inkâr edilmesi hususundaki şüphelerini de nakletmiştir. Onların, Kıyametin inkârı konusundaki şüphelerine gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dediler ki: "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka bir şey değildir; ölüyoruz, yaşıyoruz..." ayetinin beyan ettiği husustur. Hayattan Önce Ölüm İmdi eğer; "Dünyada hayat, ölümden öncedir. Binâenaleyh, Kıyameti inkâr edenlerin, "yaşarız ve ölürüz" demeleri gerekirdi. O halde, ayette ölümün, hayattan önce zikredilmesinin sebebi nedir?" diye sorulacak olursa, biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) (Onlar), "Biz ölürüz" cümlesiyle, "kendilerini, babalarının sülblerinde ve annelerinin rahimlerinde (önceden) bir nutfe oluşlarım"; "biz yaşarız" demekle de, bundan sonra dünyadaki yaşayışı kastetmişlerdir.. b) "Biz ölürüz. Evlâtlarımızın geride kalmaları vasıtasıyla da yaşarız.." c) Bu, "Bazımız ölür, bazımız yaşar.." anlamındadır. d) Bu, burada, bu konuyu yazarken hatırıma geten husus olup şöyledir: "Allahü teâlâ burada, önce hayattan bahsederek, "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka bir şey değildir" demiş, daha sonra da, "ölüyoruz, yaşıyoruz" buyurmuştur. "Bu hayatın, kendisine ölümün arız olup ölümle neticelenen kısmı vardır ki, bu ölüp gidenler için vaki olan hâdisedir. Kendisine ölümün arız olmadığı hayat da vardır ki, bu da henüz ölmemiş olan diriler hakkındaki hayattır.." demektir. Dehriyye İddiası Mekke müşriklerini, hür irâde sahibi, fail bir ilahı inkâr etme hususundaki şüphelerine gelince, bu da onların, "Bizi, o sürekli zamandan başkası helak etmez,." şeklindeki sözlerinden anlaşılan husustur ki, bu da, "Şahısların üremesi, tabiatların kaynaşmasını gerektiren feleklerin hareketi sebebiyle olur. Binâenaleyh bu kaynaşma, hususî bir biçimde tahakkuk ettiğinde hayat başka bir tarzda tahakkuk ettiğinde İse ölüm hadisesi tahakkuk eder. Binâenaleyh, hayatı ve ölümü gerektiren, tabiatların tesiri ve feleklerin hareketleridir. Bu konuda, hür ve irâde sahibi bir failin bulunduğunu kabule hacet yoktur" demektir. Bu demektir ki bu grup, hem ilâhı, hem de öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr etmişlerdir. Sırf Zanna Dayanmaları Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki onların, buna dairde, hiçbir bilgisi yoktur. Onlar, sadece (böyle) sanıyorlar" buyurmuştur. Bu, "Düşünmeden, tefekkür etmeden ve delili tanımadan önce, ilgili ihtimallerin hepsi söz konusudur. Binâenaleyh, onların ileri sürdükleri şey muhtemel olduğu gibi, onun aksi de, yani, öldükten sonra dirilmenin, Kıyametin ve hakîm bir ilâhın mevcudiyeti görüşünün hak ve gerçek olması da muhtemeldir. Çünkü onlar, bu ikinci ihtimalin bâtıl ve temelsiz olduğuna dair, ne zayıf ne de kuvvetli herhangi bir şüphe dahi öne süremediler. Ne var ki onların hatırına, sadece bu ikinci ihtimal geldi de, böylece onlar bu ihtimalin kesin olduğuna inandılar ve herhangi bir hüccet ve delil olmaksızın, bunda saplanıp kaldılar. Böylece, hiçbir gerekçe olmaksızın, sadece zanları, öyle sanmaları ve kalblerinin buna meyletmiş olması sebebiyle, tercih etmiş oldukları bir görüşün doğruluğu hususunu da, kendilerinde ne bir ilmin, ne bir kesinliğin, ne de bir yakînin olmadığı sabit olmuş olur" demektir.. Binâenaleyh bu ayet, hüccetsiz ve delilsiz görüş belirtmenin batıl, fasit olduğuna ve zanna tâbi olmanın, Allah katında çirkin bir şey olduğuna delâlet eden delillerin en kuvvetlisinden olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Karşılarında açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, onların "Eğer iddianızda doğru kimseler iseniz, ölmüş atalarımızı diriltip getirin.." demelerinden başka hiçbir tutanakları yoktur" buyurmuştur ki, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......)'nin haberinin, öne alınması ya da sona bırakılmasına göre, nasb ve ref ile (......) şeklinde okunmuştur. Kâfirlerin "Hücceti Olur Mu? Cenâb-ı Hak, şu sebeplerden dolayı onların sözlerini "hüccet" olarak isimlendirmiştir: 1) Bu, onların iddialarına göre bir hüccettir. 2) Bu ifadeyle, "Hücceti böyle olan kimseler (bilsinler ki), onların asla ve kesinlikle hücceti yok demektir" manası kastedilmiş olup, bu tıpkı, Arapların "Onların aralarındaki selâmları ancak, vuruşma ve döğüşmedir.." sözleri gibi olup, bu da, "Aralarında, hiçbir selâm sabah yoktur" demektir. Çünkü, selâm ile vuruşup döğüşme birbirinin zıddıdır. 3) Bu, "onlar bu ifâdeyi, kendisiyle ihticâc etme, hüccet getirme sadedinde getirmişlerdir" demektir. Kâfirlerin Boş İddiaları Onların öldükten sonra dirilmeyi kabul etmeyişleri hususundaki delilleri, "Şayet bu doğru ise, bize, Öldükten sonra dirilmenin doğru olduğuna şahitlik yapabilmeleri için, ölmüş gitmiş olan atalarımızı getirin!" şeklindeki sözleridir. Ne var ki, bil ki bu şüphe, cidden zayıftır. Çünkü, şu anda mevcut olmayan herşeyin, ilerde mevcut olmasının imkânsız olması gerekmez. Çünkü, bizden herbirimizin mevcut oluşu, ezelden başlayarak, kendisinden vücut bulduğumuz zamana kadar mevcut değildi. Binâenaleyh, belli bir zamanda mevcut olmama, o şeyin mevcut olmasının imkânsız olduğuna delâlet etmiş olsaydı, bizim mevcut olmayışımız da işte böyle olurdu. Halbuki bu, bilittifak bâtıldır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De h: "Sizi, Allah diriltiyor, sonra bizi o öldürüyor. Bilâhare, yine sizi, ... Kıyamet gününe o bir araya getirip toplayacaktır" buyurmuştur, Buna göre şayet, "Bu ifade, "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka bir şey değildir; ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi, o sürekli zamandan başkası helak etmez" diyenlere bir cevap olmak üzere zikredilmiştir. Halbuki, bunu söyleyenler, bir ilâhın varlığını ve Kıyamet gününün mevcudiyetini kabul etmeyen kimselerdir. Binâenaleyh, bu kimselerin sözlerini, "De ki: "Sizi, Allah diriltiyor, sonra sizi o öldürüyor.." ifadesiyle çürütmek istemek nasıl caiz olabilir? Ve bu ancak, bir şeyi yine kendisiyle isbat etmek olmaz mı? Halbuki bu, bâtıldır.." denilirse, biz deriz ki, Allahü teâlâ, canlıların ve insanın yaratılmasını, hakîm bir failin varlığına dair, Kur'ân'da defalarca ve zaman zaman delil getirmiştir. Binâenaleyh, buradaki, "Deki: "Sizi, Allah diriltiyor..."cümlesi, defalarca beyan edip açıkladığı işte o delillere bir işaret olup, bu sözün getiriliş maksadı, Allah'ı, yine Allah'ın sözüyle isbât etmek olmayıp, tam aksine bu sözün maksadı, aslında, kesin ve gerçek olan o delillere dikkat çekmektir. Dirilme işinin Allah'tan olduğu; "iâde-yeniden diriltme"nin de, ilk defa diriltme gibi olduğu ve bir şeye kadir olanın, o şeyin misline de haydi haydi kadir olacağı sabit olduğuna göre, Cenâb-ı Hakk'ın öldükten sonra dirilmeye kadir olacağı kesinleşmiş olur. Ve yine, yeniden diriltmenin, aslında mümkin olan bir husus olduğu sabit olduğu gibi, hakîm ve kadir olanın, onun ne zaman meydana geleceğini de haber verdiği de sabit olmuş olur. Böylece "iâde"nin hak olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın, sizi "Bilâhare sizi, hakkında hiçbir şüphe bulunmayan Kıyamet gününe o bir araya getirip toplayacaktır" ifadesi de, bir önceki ifâdede bahsi geçen hususa işaret olup, bu da, Allahü teâlâ'nın âdil, hak ile yaratıcı, zulüm ve işkenceden münezzeh olmasının, Öldükten sonra dirilme ile Kıyametin gerçek olmasını gerektirici olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat, insanların çoğu, bunu bilmezler" buyurmuştur ki, bu, "Ne var ki insanların pekçoğu, insanların hayvanların ve bitkilerin muhdes oluşlarının, hakîm ve kadir bir ilâhın varlığana delâlet ettiğini bilmezler. Ve yine onlar, Allahü teâlâ'nın, doğrudan doğruya (asıl madde bulunmaksızın) yaratmaya kadir olduğuna göre, ikinci kez yaratmaya haydi haydi kadir olması gerektiğini bilmezler" demektir. Mü'min ve Kâfirlerin Akıbetleri | 
﴾ 26 ﴿