AHKAF SURESİBu sure 35 ayet olup Mekki'dir. Bunun 33 ayet olduğu da söylenmiştir. 1Âyetin tefsiri için bak:4 2Âyetin tefsiri için bak:4 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Ha Mim. Kitabın indirilmesi, azîz ve hakîm Allah'dandır. Biz gökleri, yeri ve İkisi arasında bulunan şeyleri, ancak gerçek bir gaye ile ve hakkı ikame gayesiyle belli bir zaman için yarattık. Kâfirler uyarıldıklar tehlikeden yüz çeviriyorlar. De ki: "Allah'ın dışında, tapageldüderinizin neler olduklarını bana haber verin! Söyleyin bana, yeryüzünden neyi yaratmışlar bakalım! Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var. Bundan evvel bir kitap, yahut bir ilim kalıntısı varsa, davanızda doğrucular iseniz, haydi bana getirin". Bil ki bu sûrenin başının nazmı, tıpkı Câsiye Suresi'nin nazmı gibidir. Biz bunu, orada anlatmıştık. Ayetteki, "Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri ancak gerçek bir gaye ile ve hakkı ikame gayesiyle yarattık" ifadesi, gerçek ilahın, bu âlem ile isbat edilebileceğine delâlet etmektedir. Yine bu ifade, bu İlahın, âdil, kullarına merhametli, onları görüp-gözeten ve onlara ihsan eden bir zât olması gerektiğini gösterir ve yine bu Kıyametin hak olduğuna da delâlet eder . Alem Halıkına Delil Bunlardan birinci husus, yani ilahın varlığının bu âlem ile isbatı şöyledir: Halk, takdir etmek, ölçüp-biçmek demektir. Birşeyi ölçüp-biçme ile, planla yapmanın neticeleri ise, En'âm Sûresi'nde de anlatıldığı gibi, on bakımdan, göklerde ve yerde net ve açık şekilde müşâhade edilmektedir. Biz bu on hususun, hür irâde sahibi ve kadir bir ilahın varlığına delalet ettiğini anlatmıştık Bl'l-Hakk Tabirinin Anlamı Bunlardan ikinci hususa, yani alemin ilahının âdil ve merhametli olması gerektiği hususuna gelince, bunun delili de, ayetteki tabiridir. Çünkü bu ifade, "ancak fazlı, rahmeti, ihsanından dolayı ve İlah'ın, fazlının fazla, ihsanının baskın ve muhtaç olanlara faydalı olan şeyleri ulaştırması, onlara zararlı olan şeyleri vermesinden daha çok oluşundan ötürüdür" manasına gelir. Cübbaî şöyle der: "Bu, gökler ve yer arasında işlenen kötülüklerin, Allah'ın yaratmasından değil, kullarının fiillerinden olduğunu gösterir. Aksi halde, Cenâb-ı Hakk'ın her bâtılın yaratıcısı olması gerekir ki bu da, "ancak hak ile yarattık" ifadesine ters düşer. Âlimlerimiz buna şöyle cevap vermişlerdir: "Bâtılı yaratmak" başka şey, "bâtıl ile yaratmak" başka şeydir. Binâenaleyh biz diyoruz ki: Bâtılı da.yaratan Allah'dır. Fakat O, bu bâtılı "hak ile" (gerçek bir gaye ile) yaratmıştır. Çünkü bu yaratış, Allah'ın, kendi mülkünde bir tasarrufudur. Mülk sahibinin kendi mülkündeki tasarrufu, "bâtıl ile" değil, "hak ile" olur. "Âlimlerimiz sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "Şu husus da, anlattığımızı ortaya kor: Ayetteki "Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri ancak hak ile yarattık" ifadesi, kulların bütün fiillerinin ve amellerinin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğuna delâlet eder. Çünkü kulların fiil ve amelleri de, "gökler ile yer arasında bulunan şeyler" cümlesindendir. Binâenaleyh bu fiil ve amelleri de Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olması gerekir. Tek bir ayette bir çelişkinin bulunması imkânsızdır. Binâenaleyh geriye, bu ayetten kastedilenin, bizim verdiğimiz mana olduğu ihtimali kalır. İmdi, eğer onlar (Mu'tezile), "Kulların fiilleri ve amelleri arazdır (sıfattır). Arazlar ise, "gökler ile yer arasında" olarak nitelenemez" derlerse, biz deriz ki: Böyle olması halinde, sizin yaptığınız istidlal de düşer. Allah en iyi bilendir. Bunlardan üçüncü hususa, yani bu ayetin Kıyamet ve dirilişin gerçekliğine delâlet edişine gelince, bu da şöyledir: Eğer Kıyamet olmasaydı, zulme uğramış kimselerin hakkının, zâlimlerden tastamam alınması; itaatkârlara mükâfaatlarının tastamam verilmesi ve kâfirlere de hakettikleri cezanın tastamam uygulanması ihmale uğrardı, olamazdı ki bu, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri ancak hak ile yaratmış olması gerçeğine ters düşerdi. Ayetteki, "ve belli bir zaman ile (yarattık)" ifadesi, "Allah, bütün bunları ancak hak ile ve belli bir zaman için yaratmıştır" demek olup, bu da, âlemin tanrısının, bu âlemi ebedî ve sermedi kalsın diye yaratmayıp, aksine bir ibadet ve amel yurdu olsun ve sonra yokedilsin, sonra da yeniden yaratılsın ve böylece de âhîret yurdunda, herkese yaptıklarına göre bir karşılık verilsin diye yarattığına delâlet eder. Yaptığımız bu izaha göre, bu "ecel-i müsemmâ", Cenâb-ı Hakk'ın, dünyayı yoketmek için, önceden belirlemiş olduğu vakit demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, uyarıldıkları tehlikeden yüz çeviriyorlar" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın, bu delilleri göstermesine, peygamberler göndermesine, kitaplar indirmesine ve peygamberlerin tergîb-terhib (teşvik-korkutma) ma'zûr görmeye ve inzâra (ikaza) devam etmelerine rağmen, bu kâfirler bu delillerden yüz çevirip, bunlara değer vermemekte ısrar ettiler" demektir ki bu da, tefekkür etmenin (düşünmenin), istidlalde bulunmanın farz ve gerekli olduğuna, delillerden yüz çevirmenin, hem din, hem dünya bakımından kötü olduğuna delâlet eder. Bil ki Allahü teâlâ, gerçek tanrının varlığına, O'nun âdil ve rahîm olduğuna, Kryamet ile dirilişin mutlaka olacağına delâlet eden bu temel düstûru koyunca, birtakım tafsilatı da buna dayandırmıştır. 1-Müşriklere Reddiye Birinci Ayrıntı: Putperestlere reddiye.. Cenâb-ı Hak bunun için "De ki: "Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz (o putlara) gelince, haydi bana haber verin, onlar yeryüzünde neyi yarattılar. Yoksa onların, göklerde ortaklığı mı var" buyurmuştur ki bu, "O putlara, kâinatın herhangi bir parçasını-maddesini yaratma işinin nisbet edilmesi akıl kân mıdır? Eğer bu doğru değilse, bunların, âlemin (kâinatın) bir tek parçasını bile yaratması hususunda, âlemin ilahına yardımcı oldukları söylenebilir mi? Bu bir tek parça, ne kadar küçük bile olsa, akıl açıkça, bu âlemin bir tek parçasının yaratılmasının bile putlara nisbet edilemeyeceğine ve en küçük ve basit bir şekilde bile yardımlarının söz konusu olamayacağına göre, bu âlemin gerçek yaratıcısının ve bütün nimetlerin gerçek sahibinin Allah Sübhânehû ve Teâlâ olduğu ortaya çıkmış olur. İbadet, tazim çeşitlerinin en mükemmelini yapmak demektir. Bu ise ancak, kendisinden in'âm, lütuf ve ihsan çeşitlerinin en mükemmelinin sâdır olduğu bir zâta uygun düşer. Binâenaleyh, gerçek yaratan ve gerçek in'âmda bulunan, Hak Sübhânehû ve Teâlâ olunca, ibâdetin ve kulluğun, sırf O'nun için ve O'ndan ötürü yapılması gerekir. Geriye şöyle denilmesi kalmaktadır: "Biz o putlara, ibâdete müstehak oldukları için tapmıyoruz, tam aksine biz onlara, Hâlık olan ve in'âmda bulunan ilâhın, bize onlara tapmamızı emretmiş olmasından dolayı tapıyoruz." İşte bu noktada Cenâb-ı Hak, buna cevap niteliği taşıyan ifadeyi getirerek "Bana buna delil olarak Kur'ân'dan önce gelen bir kitap, yahut bir ilim kalıntısı varsa, ... haydi bana getirin" buyurmuştur. Bu cevabı şöyle açabiliriz: Böyle bir emrin olduğunu bilmek, ancak vahiy ve risâletle anlaşılır.. Şimdi biz diyoruz ki, bu putlara ibadet etmeye emre delâlet eden bu vahiy, ya Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmiştir, yahut da diğer peygamberlere indirilen diğer ilahî kitaplarda yer almıştır. Eğer bu husus ilahî kitaplarda yer almamışsa, o zaman bu, o peygamberlerden nakledilen ilimlerden elde edilmişlerdir. Halbuki, bütün bunlar, bâtıldır. Böyle bir emrin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geten vahiy ile olduğunun söylenmesine gelince, bunun bâtıl olduğu malumdur. Böyle bir emrin, geçmiş peygamberlere indirilen ilahî kitapların onu kapsaması sebebiyle olduğunu söylemek de bâtıldır. Çünkü, bütün ilahî kitapların, putlara tapmaktan men etme hususunda mutabık oldukları, zarurî ve mütevatir bir biçimde bilinmektedir. İşte bu husus ayetteki, "Bana, buna delil olarak Kur'ân'dan önce gelen bir kitap (...) getirin "cümlesinden anlaşılmaktadır. Böyle bir emrin, kitaplarda gelenin dışında peygamberlerde nakledilen ilimlerle oluşu da bâtıldır. Çünkü, hiçbir peygamberin, putlara tapmaya davet etmediği, zarurî olarak bilinmektedir. İşte bu hususta, ayetteki, "yahut bir ilim kalıntısı var ise..." kaydından kastedilen husustur. Bütün bunlar bâtıl olunca, putlara tapmakla meşgul olmanın bâtıl bir amel, fasit bir görüş olduğu kesinleşmiş olur. Geriye, Cenâb-ı Hak'ın, "Yahut bir ilim artığı varsa..." ifadesiyle ilgili olarak şu iki bahis kalmıştır: Esare (İlim Kalıntısı)'den Maksad Birinci Bahis: Bu bahis, lüğavi bir açıklama olup, Ebû Ubeyde, Ferra ve Zeccâc deyimine, "geride kalan ilim..." anlamını vermişlerdir. Müberred de buna, "ilimden tercih edilen, seçilen" manasını verdiği gibi, yine Müberrod, bu kelimeye "nakledilen ilim" manasını vermiştir ki, bu tıpkı senin "Bu hadis (söz), falancadan nakledilir" demen gibidir. İşte bu manadan dolayı, haberlere (hadislere) âsâr (eserler) ismi verilmiştir. Nitekim, "Hadiste geldi, varid oldu" anlamında, ifadesi kullanılır. Vahidî de şöyle demektedir. "Bu kelimenin tefsiri hususunda dil alimlerinin sözleri şu üç görüşte özetlenir: a) Bu kelime, "arta kalan, şeride kalan." anlamındadır. Buna göre bu kelimenin iştikakı, "(Bir şeyi araştırmak)" ifâdesinden olup, sanki bu husus, araştırılıp çıkarılarak böylece de ortaya konulmuş olan bir bakiyye gibi olmuş olur. b) Bu, "rivayet" anlamındra olan eser kökünden müştaktır. c) Bu, alâmet, iz anlamına gelen eser kökündendir. Keşşaf sahibi, bu kelimenin (......) şeklinde okunduğunu da söylemiştir. Yani, "Size has kılınmış ve başkasının değil de sizin bildiğiniz ilimden.." demektir. Yine bu kelime, se harfi sakin olmakla birlikte, elifin üç harekesiyle de okunmuştur: Buna göre, hemzenin kesresiyle (......) eser (haber) anlamındadır. Fethasıyla masdar-ı binâ-i merre olup, birisi hadis rivayet ettiğinde kullanılan (......) ifâdesinin masdanndandır; hemzenin dammesiyle tıpkı (hutbe)'nin, kendisiyle hitap olunan şeyin ismi olması gibi, "rivayet edilen şey"in adıdır. İkinci Bahis: Ayet-i kerimedeki esare hakkında, İbn Abbas'dan nakledilen şöyle bir görüş daha vardır: "Buradaki "ilim", kumun üzerine yazılan hat ilmidir. Ki Araplar, bunu böyle yazıyorlardı. Bu, meşhur olan bir ilim dalıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerden bir peygamber yazı (hat) yazıyordu. Mûslim, mesacit 33 (1/372). Binaenaleyh, kimin yazısı onun yazısına uyarsa, o onun ilmini bilmiş demektir". Buna göre ayetin anlamı, "Bana, kumun üzerine yazdığınız yazı kabilinden, türünden bir ilim getirin de, bu, putlara tapmanız hususunda görüşünüzün doğruluğuna delâlet etsin" şeklinde olur. Binâenaleyh, eğer ayeti bu şekilde tefsir etmek doğru olursa, bu, onlarla, onların sözleri ve delilleriyle alay etmek kabilinden olmuş olur. En iyisini bilen Allahü teâlâ'dır. Putların Müşrikleri Reddi 5Âyetin tefsiri için bak:8 6Âyetin tefsiri için bak:8 7Âyetin tefsiri için bak:8 8"Allah'ın dışında, kendisine Kıyamete kadar cevap vermeyecek kimseye (nesneye) tapmakta olan kimseden daha sapık olan kimdir? Halbuki bunlar, onların tapmalarından da habersizdirler. İnsanlar mahşerde bir araya getirildikleri zaman, bunlar (putlar), onların düşmanları olurlar. Onların taptıklarım red ve inkâr ederler. Karşılarında, açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman o inkarcılar kendilerine gerçek geldiğinde "Bu, apaşikâr bir büyüdür" dediler. Yahut, "Onu, kendisi uydurdu" diyorlar.. De ki: "Eğer onu ben uydurdumsa, o halde siz, Allah'tan bana (gelecek azabı savmaya) hiçbir suretle güç yetiremezsiniz. O, sizin ona dafr ne taşkınlıklar yapıp durduğunuzu çok iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahid olarak O yeter. O, çok affeden, çok merhametli olandır" Putlar İcabet Edemezler Bil ki Allahü teâlâ, biraz önce, putlara ibâdet etme iddiasının, o putların yaratmaya, yapmaya, yoktan varetmeye, yok etmeye, fayda sağlamaya ve zarar vermeye asla güçleri bulunmaması açısından, batıl bir görüş olduğunu beyan edince, bunun peşinden bu görüşün bâtıllığma delâlet eden bir başka delili de getirmiştir ki, bu da, o putların, duâ edenlerin duasını işitmeyen, ihtiyaç içinde kıvrananların ihtiyaçlarını bilemeyen birtakım cansız nesneler oluşudur. Hülasa, birinci delil, onlarda hiçbir surette bir ilmin olmadığına bir işarettir. Hiçbir surette bir ilim ve kudret bulunmayınca da, o zaman, aklın bedaheti ile onlara tapmanın yanlış olduğu anlaşılmış olur. O halde, "Allah'ın dışında kendisine Kıyamete kadar cevap vermeyecek kimseye tapmakta olan kimseden daha sapık olanı kimdir?" ifâdesinin başındaki istifham, istifhâm-ı inkari olup, mana şöyledir: "Allah'ı bırakıp da, putlara tapan ve böylece de onları ilah edinip onlara ibâdet edenden, haktan daha uzak ve cehalete de yakın hiçbir kimse yoktur. Çünkü bu putlar, duâ edildiğinde duymazlar. Onların bu dualara, ne şu anda, ne de bu günden sonra, Kıyamete değin cevap vermeleri söz konusu değildir." Bu ayette, Kıyamet bu işin son noktası kılınmıştır. Çünkü Kıyamet gününde, Cenâb-ı Hakk'ın o putları dirilteceği, böylece de o putlar ile putlara tapanlar arasında karşılıklı bir konuşmanın meydana geleceği, bundan dolayı da Cenâb-ı Hakk'ın bu günü bir sınır, son nokta kıldığı ileri sürülmüştür. Bu Düşmanlığın Mânası Kıyamet koptuğunda, insanlar bir araya getirildiklerinde bu putlar, kendilerine tapan o kimselere düşman olacaklardır. Alimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Ekserisi, Allahü teâlâ'nın, bu putları Kıyamet gününde dirilteceği (onlara can vereceği) ve bu putların da, kendilerine tapan o kimselere düşman olduklarını ortaya koyacaklarını ve onlardan teberri edip uzaklaşacaklarını söylerlerken, bazıları da, ayetin bu ifadesi ile, meleklere ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya tapanların kastedildiğini, zira meleklerin ve Hazret-i İm (aleyhisselâm)'nın, Kıyamet gününde, kendilerine tapan kimselere olan düşmanlıklarını izhar edeceklerini söylemişlerdir. Putlar İnsanlardan Olur mu? Eğer, "Ayetteki "Halbuki bunlar, onların tapmalarından da habersizdirler" ifadesiyle ne kastedilmiştir? Birer cansız varlık demek olan bu putların "gafil" olmakla vasfedilebilmeleri nasıl düşünülebilir? Yine bu putları, ancak akıllı kimseler hakkında kullanılan ifadeleriyle tavsif etmek nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki: O putperestler, o putlara tapıp, onlan zarar veren fayda sağlayan kimseler yerine koyunca, onlar hakkında, onların duymayan, icabet edemeyen gafil kimseler mertebesine konulduklarının söylenmesi uygun olabilmiştir. Bu cevap aynı zamanda, onlar hakkında lafızlarının nasıl kullanıldıklarına da bir cevaptır. Bu ifade ile, Allah'ın dışında kalan melek, Hazret-i Isa (aleyhisselâm), Uzeyr ve putlar gibi, kendisine tapınılan her şeyin kastedilmiş olduğu, ancak ne var ki, put olmayanların (melek, Hazret-i İsa, Uzeyr gibi) putlara tağlib edilmiş olmaları da mümkündür. Kur'ân Peygambere Ait Değil Bil ki Allahü teâlâ, tevhidini, eşi ve benzeri olmadığını anlatma hususunda ayetler getirince, nübüvvet meselesi hususunda da konuşmuş ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, o kâfirlere her ne zaman o çeşitli mucizelerinden birisini sunduğunda, onların, onun bir büyü olduğunu iddia ettiklerini de beyân etmiş ve "... Karşılarında açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman..." buyurmuştur ki bu, "Onlara, apaçık ayetlerimiz okunup ve onlara, açık olan mucizelerimiz sunulduğunda onlar bütün bunları büyü diye nitelemişlerdir" demektir. Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin, izhâr edilen o mucizelere büyü dediklerini beyân buyurunca, onların, Kur'ân'ı duydukları her seferinde, "Muhammed onu uydurdu; onu kendiliğinden söylüyor.." dediklerini de beyan etmiştir. ifadesinin başındaki 'deki hemze, inkâr ve taaccüb içindir. Buna göre adeta sanki, "Bırak bu yaramaz şeyleri de, şu enteresan, duyulmamış ve hayranlık veren sözleri dinle" denilmek istenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, (Peygamberin ağzından) onların o şüphelerinin bâtıl olduğunu beyan etmek için şöyle buyurmuştur: "Faraza, bu Kur'ân'ı ben uydurdu isem, bilin ki, Allahü teâlâ bana, bu iftiranın cezasını, bu dünyada peşinen verecektir. Ve siz de benden bu cezayı savuşturmaya muktedir değilsiniz. O halde daha nasıl olur da, ben böylesi bir iftiraya yeltenirim de, kendimi O'nun cezasına duçar kılarım?.." Nitekim Arapça'da birisi öfkelendiğinde, "Falanca kendisine sahip değil" ve yine, birisi katî olarak birşey yapmaya karar verdiğinde, "Falanca, falancanın yularını tutmaya, engellemeye malik değil" deyimleri kullanılır.... Bu ifadenin misli olan ifadeler de, (Maide, 17) .. (Maide, 31) ayetleriyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah'ın azabı hususunda size hiçbir şey yapmaya malik değilim.." ifadesidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, sizin ona dair ne taşkınlıklar yapıp durduğunuzu çok iyi bilendir" buyurmuştur ki bu, "Allah, vahy-i ilahî yaralama, ayetlerini tenkit etme ve ayetlere bazen büyü, bazen de uydurma ve yalan adını takmanız gibi, yapmış olduğunuz aşırılık ve taşkınlıkları en iyi bilendir. "Benimle sizin aranızda şahid olarak o yeter" yani "O, benim doğruluğuma, sizin de yalancı ve inkarcı oluşunuza şahitlik etmektedir" buyurmuştur. Bu ayetlerde, "ilim" ve "şehâdet" ifadelerine yer verilmesi, o müşriklerin ta'n ve kınamalarını sürdürmeleri konusunda, onlara bir tehdittir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "O çok affeden, çok merhametli olandır" buyurmuştur. Bu, "Allah, küfründen dönüp, tevbekâr olup, yaptıkları şeyin büyüklüğüne rağmen Allah'ın kendileri hakkında vermiş olduğu hükme razı olanlara karşı gafur ve rahîmdir" demektir. Risalet Zinciri 9Âyetin tefsiri için bak:12 10Âyetin tefsiri için bak:12 11Âyetin tefsiri için bak:12 12"De ki: "Peygamberliğini bildiren ilk insan ben değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilemem. Ben, bana vahyolunmakta bulunanlardan başkasına uymuyorum. Ben, apaçık korkutandan başkası da değilim." De ki: "Bana haber verin, eğer (bu Kur'ân) Allah tarafından (gönderilmiş) olup da, siz onu inkâr ediyorsanız ve îsrailoğullarından bir şahit de onun benzerine (istinaden) buna şahitlik etmiş ve iman etmiş olduğu halde, siz (iman etmeyi) kibrinize yediremiyorsanız (zulmetmiş olmaz mısınız?)." Şüphe yok ki Allah, o zalimler güruhunu muvaffak etmez". O kâfirler, iman edenler hakkında dediler ki: "Eğer (iman) bir hayır olsaydı, bizden önce onlar ona erişemezlerdi." (Bunu söyleyenler), onunla hidayeti kabul etmedikleri için de, Bu, eski bir yalandır" diyeceklerdir. Ondan evvel de bir rehber ve bir rahmet olarak, Musa'nın kitabı vardı, işte bu da, zalimleri korkutmak ve iyi hareket edenlere bir müjde olmak üzere, Arapça bir dille (gönderilen ve Tevrat'ı) tasdik eden bir kitaptır". Bil ki, Allahü teâlâ onlardan, onların, Kur'ân-ı Kerim'in mucize olması hususunda, peygamberin onu kendiliğinden uydurup sonra da, bir yalan olmak üzere, bunun Allah'ın kelâmı olduğunu söylediklerini nakledince, onların bir başka şüphelerini de nakletmiştir ki, o da şudur: "Bu kâfirler, Hazret-i Muhammed'den, ezici, ilginç mu'cizeler vermesini istiyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak bu hususa, "De ki; "Peygamberliğini bildiren ilk insan ben değilim" buyurmak suretiyle cevap vermiştir. (bid') ve (bedi') "başlangıç" demektir. "Bid'at" ise sünnette olmaksızın ortaya çıkarılan yeni şeye denir. Ayetin bu ifadesi hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Bu ifade, "Ben, o peygamberlerin ilki değilim, binâenaleyh benim, "Ben, Allah tarafından size gönderilmiş bir peygamberim" şeklindeki haberimi yadırgamamanız gerekir ve benim sizi Allah'ın birliğine çağırmamı, putlara tapmaktan nehyedişimi yadırgamamanız gerekir. Çünkü bütün peygamberler, işte ancak bu yolla gönderilmişlerdir" anlamındadır. b) O müşrikler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den büyük mucizeler göstermesini ve gaybtan haber vermesini istemişlerdir. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben, peygamberlerin ilki değilim" demiştir ki, bu, "Böyle kahir ve kesin mucizeler getirip gaybfardan haber vermek, beşerin takati dışındadır. Ben de peygamberler cinsinden bir peygamberim. Halbuki, o peygamberlerden hiçbiri, sizin istediğiniz şeylere kadir olamamışlardır. O halde onlara ben nasıl kadir olabilirim?" demiştir. c) O müşrikler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yemek yemesi, çarşıda dolaşması ve kendisine tâbi olanların fakir olması ile kınıyorlardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben, peygamberlerin ilki değilim. Onların hepside böyleydi ve bu durumdaydı. Binâenaleyh, bu saydığınız şeyler, onların nübüvvetlerini. zedelemediğine göre, benim nübüvvetimi de zedelemez.." dedi Nebî Gaybı Bilemez Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bana ve size ne yapılacağını bilemem.." buyurdu. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetin tefsiri hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Ayetin ifade ettiği mana, dünya hallerine hamledilebilir. b) Ahiret hallerine hamledilebilir.. Bunlardan birincisi hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) "Ben, benim ve sizin işinizin nereye varıp dayanacağını ve bizden hangimizin galib, hangimizin de mağlub olacağını bilemem.." Nüzul Sebebi 2) Kelbî'nin rivayetine göre Ibn Abbas şöyle demiştir: "Mekke'de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabının başına gelen belâlar son derece şiddetlenince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), rüyasında hurmaiı, ağaçlı ve sulu bir yere hicret edeceğini gördü. Ve bunu ashabına anlattı. Derken, ashabı sevindi. Ve bunun, müşriklerden yana olan, içine düştükleri o eziyyetlerden bir kurtuluş olacağını sandılar. Derken, bir müddet beklediler, fakat buna dair, herhangi bir eser ve ipucu göremediler. Bunun üzerine ashâb, "Ey Allah'ın Resulü, söylediğine dair herhangi bir alâmet göremedik. Biz, rüyanda gördüğün o topraklara, o arazi ve mıntıkaya ne zaman hicret edeceğiz?" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu. Derken, Allahü teâlâ, "Ben, Allah'ın bana ve size ne yapacağını bilemem. Bu, rüyamda gördüğüm bir şeydi. Bense, ancak Allah'ın bana vahyettiğine tabi olurum." mealindeki ayetini inzal buyurdu. 3) Dahhâk, bu ifadenin manasının şöyle olduğunu söylemiştir: "Mükellefiyet, şer'î hükümler, cihad, sınanma ve intikam hususlarında, benim ve sizlerin ne ile emrolunduğumuzu bilemem. Ben, sizi ancak Allah'ın, mükâfaat ve ceza hususunda ahiret hallerine dair bana bildirdiği şeyler ile uyarıyorum.." Nebi Kesin Bilgi Sahibidir 4) Bu ifade ile, "Ben, dünyada bana ne yapılacağını, (yatak) ölümüyle mi öleceğimi, yoksa, tıpkı benden önceki peygamberlerin öldürüldüğü gibi öldürülecek miyim bilemem. Yine ben, ey yalanlayan güruh, size ne yapılacağını; gökten taşlarla taşlanacak mısınız, yoksa yerin dibine mi geçirileceksiniz, yoksa size, diğer ümmetlere davranıldığı gibi mi davranılacak, bilemem.." manası kastedilmiştir. Bunlardan ikincisine, yani, ayetin ifâde ettiği mananın, ahiret hallerine hamledilmesine gelince, İbn Abbasın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu ayet nazil olunca, müşrikler, münafıklar ve yahudiler sevinerek, "Biz, kendisine ve bize ne yapılacağını bilmeyen bir peygambere nasıl tâbi oluruz?" dediler de, bunun üzerine Cenâb-ı Allah, "Biz sana, apaşikâr bir fetih müyesser eyledik, (Bu), geçmiş ve gelecek günahını Allah'ın bağışlaması... içindir... İşte bu, Allah İndinde en büyük kurtuluş ve saadettir"(Feth, 1-5) ayetlerini indirdi ve böylece, peygambere ve ona tabi olanlara ne yapacağını beyan buyurdu. İşte bu sebeple de, bu ayet, neshedildi. Allah, münafıkların ve müşriklerin burnunu sürttü." Muhakkik ulemanın ekserisi, bu görüşü uzak bir ihtimal saymış ve bu husustaki delillerini de şu şekilde sıralamışlardır: 1) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mutlak, kendisinin bir peygamber olduğunu bilmesi gerekir. O, kendisinin bir peygamber olduğunu bilince de, kendisinden büyük günahların südûr etmeyeceğini ve bağışlanacağını da bilir. Durum böyle olunca da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu günahlarının bağışlanıp bağışlanmayacağı hususunda şüpheye düşmesi de imkânsız olur. 2) Peygamberlerin velî kimselerden daha üstün halde olduklarında şüphe yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, velî kimseler hakkında, "Rabbimiz Allah'dır" deyip de sonra doğruluğu iltizâm edenlere (evet) onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır" (Ahkâf, 13) buyurunca, müttakîlerin önderi, peygamberlerin ve velîlerin lideri olan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisinin bağışlananlardan mı, yoksa azâb görenlerden mi olduğu hususunda bir şüphe içinde bulunması nasıl düşünülebilir?! 3) Allahü teâlâ, "Allah, elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir.." En'âm. buyurmuştur ki, bununla o peygamberin halinin mükemmelliği ve Allah'ın huzuruna alabildiğine yakın olduğu kastedilmiştir. Binâenaleyh, hali böyle olan bir kimsenin, kendisinin azâb görenlerden mi yoksa bağışlananlardan mı olduğu hususunda bir şüphe içinde bulunması ona nasıl uygun düşer? Böylece, bütün bunlardan bu görüşün zayıf olduğu anlaşılmıştır. İkinci Mesele Keşşaf sahibi, "Allah'ın ne yapacağı..." anlamında, yâ'nın fethasıyla, (Ma yef'alu...) şeklinde de okunduğunu söylemiştir. Buna göre şayet karşı taraf, "Ayetteki ifâdesi müsbettir, menfî değildir. Binâenaleyh, ayetin, şeklinde değil de, şeklinde olması daha uygun olurdu..." derse, biz deriz ki: İfadenin takdiri, "Ben, bana ne yapılacağını bilemem; ben size ne yapılacağını bilemem..." şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ben, bana vahyolunmakta bulunanlardan başkasına uymuyorum..." buyurmuştur ki bu, "Ben, söylediğim sözleri ve yaptığım işleri, vahyin muktezâsına göre söyler ve yaparım" demektir. Kıyası kabul etmeyenler bu ayete tutunarak, şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), söylediği her sözü, yaptığı her işi, Allah'ın kendisine vahyettiği nass ile söyleyip yaptığını ifâde etmiştir. Binâenaleyh, bizim durumumuzun da böyle olması gerekir. Bunlardan birincisinin, yani onun ancak vahye dayandığının delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, bana vahyolunmakta bulunanlardan başkasına uymuyorum..."ifadesidir. İkincisinin, yani, bizim de böyle olmamız gerektiğinin delili, "Ve ona uyun..." (A'râf, 158) ayetiyle, "Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler ... çekinsinler.." (Nûr, 63) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ben, apaçık korkutucudan başkası da değilim" buyurmuştur. Mekkeli müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, çok ileri derecede mucizeler getirmesini ve gaybtan haberler vermesini istiyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "De ki: "Ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası da değilim. Beşerin kudreti dışında kalan işlere kadir olan ve gayblan bilen, sadece Allahü teâlâ'dır" demesini emretti. Hakkı Tekzibin Cezası Daha sonra Cenâb-ı Hak ki: "Bana eğer (bu Kur'ân) Allah tarafından (gönderilmiş) olup da, siz onu inkâr ediyorsanız ve İsrailoğullarından bir şahit de onun benzerine (istinaden) buna şahitlik etmiş ve iman etmiş olduğu halde, siz (iman etmeyi) kibrinize yediremiyorsanız, (zulmetmiş olmaz mısınız?)" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetteki şartın cevabı mahzûf olup kelamın takdiri şöyledir: "Eğer bu kitap Allah katından ise, siz de onu inkâr etmiş iseniz ve onun doğruluğuna dair İsrailoğullarından birisi de şahitlik etmiş de siz de bu hususta büyüklük taslamış iseniz, hiç şüphesiz sizler, hüsrana uğrayanlardan olmuşsunuzdur.." İşte bu ayetteki cevap hazfedilmiş olup, bunun bir benzeri de senin, "Şayet ben sana iyilik etmiş, sen de bana kötülük etmişsen... ve, ben sana yönelmiş, ama sen benden yüz cevirmissen, muhakkak ki sen bana zulmetmişsindir!" şeklindeki sözündür. İşte buradaki takdir de böyledir. Yani, "Söyleyin bakalım, şayet bu Kur'ân'ın, mahlûkatın kendisine muarazada bulunamaması sebebiyle Allah katından olduğu sabit olmuş, siz de onu inkâr etmiş ve İsrâiloğullarının en bilgini de onun Allah katından bir mucize olduğuna şehâdet etmiş, siz ise büyüklük taslayıp inkâr etmiş iseniz, o zaman siz, insanların en sapığı olmaz mısınız?.." demektedir. Bil ki, şartın cevabı, bazı ayetlerde hazfedilmiş, bazı ayetlerde ise zikredilmiştir! Hazfedil meşine gelince bu, hem bu ayette, hem de Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir Kur'ân ki, eğer onunla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parça parça edilseydi, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı..." (Ra'd, 3) ayetinde olduğu gibidir. Bunun zikredilmesine gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Eğer (Kur'ân) Allah nezdinden de sonra siz onu inkâr etmişseniz, bana haber verin, derin bir muhalefette bulunanın ta kendisi olan (siz) den daha sapık kimdir?" (Fussilet, 52) ve "De ki: "Eğer Allah üzerinizde geceyi ta Kıyamete kadar fasılasız devam ettirirse, Allah'tan başka size bir ziya getirecek Tanrı kimdir?.." (Kassas. 7) ayetlerinde olduğu gibidir. Beni İsrail Âlimi Alimler ayetteki, "îsrailoğullarından bir şahit de .. buna şahitlik etmişse.." ifadesiyle ne kastedildiği hususunda ihtilâf edip, şu iki görüşü belirtmişlerdir: Abdullah İbn Selam Birinci Görüş: Bu, ekseri ulemanın benimsediği görüş olup, bu şahit, Abdullah İbn Selâm'dır. Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelince, Abdullah İbn Şelfim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzüne baktı. Böylece bu yüzün, yalancı bir yüz olmayacağını anladı, bu hususta düşündü ve tefekkürde bulundu. Neticede bunun, beklenen peygamber olduğu kararına vardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ben sana, sadece peygamberlerin bilebileceği şu üç şeyi soracağım..." dedi: a) "Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir? b) Cennetliklerin yiyeceği ilk yiyecek nedir? c) Çocuk babasına mı, anasına mı çeker?.." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu; "Kıyamet alametlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru süren, batıda toplayan ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği ilk yiyecek ise, balık ciğerinin fazlasıdır. Çocuğa gelince, erkeğin suyu daha önce gelirse, çocuk erkeğe; kadının suyu daha erken gelirse, çocuk anneye çeker, benzer.." Bunun üzerine Abdullah İbn Selâm, "Ben, senin şüphesiz Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim.." dedi ve sözüne şunları ekledi: "Yahudiler iftiracı bir toplumdur. Eğer onlar, sen beni onlara sormazdan önce, benim İslâm olduğumu arılarlarsa, bana senin yanında iftirada bulunurlar.." Derken, yahudiler gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Aranızdaki Abdullah, nasıl bir kimsedir?" deyince, onlar, "Bizim en iyimizdir, en iyimizin oğludur, efendimizdir, efendimizin oğludur, en bilginimizdir ve en bilginimizin oğludur.." dediler. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ya Abdullah müslüman olursa .. ne dersiniz?" deyince, onlar, "Allah, onu bundan korusun.." dediler. Derken, Abdullah huzura çıktı ve, "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim" dedi. Bunun üzerine onlar, "Bizim, en kötümüz ve en kötümüzün oğludur o.." dediler ve Abdullah'ın hakkını ketmettiler. Bunun üzerine Abdullah, "Ey Allah'ın Resulü, işte benim korktuğum buydu.." dedi. Sa'd İbn Ebî Vakkas da, "Ben, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Abdullah İbn Selâm hariç, yeryüzünde yürüyen hiçkimse için, onun cennetliklerden olduğunu söylediğini duymadım.. Ayetteki, "İsrailoğullarından bir şahit de buna şahitlik etti.." ifadesi de onun hakkında nazil olmuştur" demiştir. Bil ki Şa'bî, Mesrûh ve bir kısım âlim, bu ayette bahsedilen "Şâhid"in, Abdullah İbn Selâm olduğunu kabul etmeyip şöyle derler: "Çünkü Abdullah b. Selâmın müslüman oluşu Medine'dedir ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından iki yıl öncesine rastlar. Bu sûre ise Mekkîdir. Binâenaleyh, Mekkî olan bu ayeti, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Medine'de yaşadığı yılların sonunda vuku bulmuş bir hâdiseye hamletmek nasıl mümkün olur?" Kelbi, bu görüşe şu şekilde cevap vermiştir: "Sûre Mekkîdir, ama bu ayet Medenîdir. Çünkü ayetler nazil oluyor ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ayetleri belli sûrelerin belli yerine koymakla emrolunuyordu. Binâenaleyh bu ayet de Medine'de nazil oldu, ama Hak teâlâ peygamberine bunu bu Mekkî sûrenin, işte bu yerine koymasını emretmiştir." Birisi şöyle diyebilir: "Sizin, Abdullah İbn Selâm hakkında naklettiğiniz bu şey, bir müşkillik arzeder. Çünkü rivayetin zahiri, Abdullah İbn Selâm (radıyallahü anh)'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu üç soruyu sorup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de o cevapları verdiğinde, Abdullah'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o cevapları vermesinden ötürü, iman ettiği zannını uyandırır ki bu, şu iki sebepten ötürü oldukça uzak bir ihtimaldir: a) Kıyamet alâmetlerinin ilkini ve cennetliklerin yediği ilk yiyeceğin ne olduğunu haber vermek, mümkin şeylerden bir şeyin vukuunu haber vermektir. Böyle bir şey hakkındaki haberin doğru olması, herşeyden önce haberi verenin doğru sözlü olduğu bilindiği zaman ancak bilinebilir. Binâenaleyh eğer biz, haberin doğru oluşundan hareketle, haber verenin doğruluğunu anlamaya çalışırsak, bu, devr-i fasit olur. Halbuki devr-i fasit imkânsızdır. b) Bu sorulara verilen cevapların ve onları bilmenin akla mucize noktasına ulaşamayacaklarını kesin olarak bilmekteyiz. Hatta, daha çetin sorulara verilen kesin cevaplar bile, mucize olma noktasına ulaşamadıklarına göre, bu gibi sorulara verilen böylesi cevapların mucize noktasına ulaştıklarını söylemek nasıl mümkün olur?" Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Geçmiş peygamberlerin kitaplarının birinde, âhir zaman peygamberine bu soruların sorulacağı ve onun işte bu şekilde cevap vereceği yer almış; Abdullah İbn Selâm'ın da, bunları bildiği için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu soruları sorduğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şekilde cevap verince, bu sayede onun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamber olduğunu anlamış olması muhtemeldir. İzah bu şekilde yapılınca, artık bu cevapları bilmenin mucize olduğunu söylememize gerek kalmaz. Allah en iyi bilendir. İkinci Görüş: Ayetteki bu ifadeyle, belli bir şahıs kastedil mey ip, aksine bununla, te. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Tevrat'ta bahsedilmiş olduğu, orada geleceği müjdesinin serildiği anlatılmaktadır. Buna göre ayetin takdiri manası: "Eğer âdil ve Tevrat'ı bilen air kimse bunu kabul ve itiraf edip, sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İman etse ve siz de onu inkar etseniz kendinize zulmetmiş ve hakdan sapmış olmaz mısınız?" şeklinde olur. Binâenaleyh bu mana, ayetin bu ifadesiyle ister belli bir şahıs kastedilsin, ister edilmesin, her zaman söz konusudur. Çünkü bu ayetin esas maksadı, Kur'an'ın Allah katından oluşunun kesin mucizelerle sabit olduğuna, Tevrat'ın da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in geleceği müjdesini taşıdığını bildirmek ve bu iki gerçeğe rağmen, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmemenin akla yakışmadığını belirtmektir Üçüncü Mesele Ayetteki "Onun benzerine ..." ifâdesi hakkında, âlimler bazı izahlar yapmışlardır. Ama doğruya en yakın olanı şöyle dememizdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o Mekke müşriklerine, "Söyleyin bakalım, bu Kur'ân, benim dediğim gibi, Allah katından ise ve söylediğimin bir benzerine de İsrailoğullarından birisi şehâdet edip, böylece imana erip, siz tekebbür eder, kibirlilik taslarsanız kendinize zulmetmiş olmaz mısınız?" demek istemiştir. Zalimler İflah Olmaz Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah zâlimler güruhunu hidayete erdirmez" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Bu, bir tehdid olup, ayette açıkça zikredilmeyen, cevabın yerini tutan bir ifadedir ve takdirî manası, "De ki: "Söyleyin bakalım, eğer bu Kur'ân Allah katından ise ve siz onu inkar eder iseniz, sizler hidayete erenler değil, aksine sapıtmış kimseler olursunuz" şeklindedir İkinci Mesele Mu'tezile şöyle demektedir: "Bu ayet, herşeyden önce, Cenab-ı Hakk'ın, kullardan sadır olan kötü fiillerine karşılık, onları hidayetten menettiğini gösterir. Çünkü ayetteki, "Şüphe yok ki Allah zâlimler güruhunu hidayete erdirmez" ifadesi, kendilerine zulmettikleri (günah İşledikleri) için, Allah'ın onları, hidayete erdirmediği hususunda açık bir ifadedir. Binaenaleyh onları, iman ve hidayetten men hususunda gelen bütün ayetlerde durumun buradaki gibi olduğuna İnanmaları gerekir. Allah en iyi bilendir. Müşrik Enaniyyeti Daha sonra Cenab-ı Hak, "O kafirler, İman edenler hakkında dediler ki: "Eğer (iman) bir hayır obaydı, bizden önce onlar ona erişemezlerdi" buyurmuştur. Bu ifâdeyle İlgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetin bu ifadesi, Mekke'li müşriklerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr hususunda ileri sürdükleri bir diğer şüpheyi ortaya koymakta olup, sebeb-i nüzulü hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Bu söz, Mekke kâfi derinindir. Onlar şöyle demişlerdir: Muhammed'e uyanlar, genelde, Ammâr, Suheyb ve Ibn Mes'ûd gibi fakir ve zavallı kimselerdir. Eğer bu din, iyi, güzel ve hayırlı birşey olsaydı, onlar buna tabî olmada bizi geçemezlerdi." b) Rivayet edildiğine göre, Cüheyne, Müzeyne, Eşlem ve Gıfâr kabileleri müslüman olunca, Âmir, Gatafan, Esed ve Eşca' kabileleri, "Eğer bu din, iyi, güzel ve hayırlı bir şey olsaydı, kuzularımızın çobanları olan bu kabileler, bizden önce ona girmezlerdi" demişlerdir. c) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer'in bir cariyesi müslüman olmuş ve henüz müslüman olmamış olan Ömer onu, yoruluncaya kadar dövüp dururmuş ve "Eğer yorulmasaydım daha fazla döverdim" dermiş. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri, "Eğer Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in davet ettiği din, hak olsaydı, bu câriye bizden önce o dine giremezdi" dediler. d) Yine rivayet olunduğuna göre, bu sözü yahûdîler, Abdullah b. Selâmın yanında söylerlermiş Alimler, ifadesindeki lâm edatının hangi çeşıdden olduğu hususunda şu iki izahı yapmışlardır: 1) Bu cümle hitab tarzında bir ifade olup, "Kâfirler bizzat mü'minlerin yüzüne böyle dediler" manasındadır. Bu tıpkı, "Zeyd Amir'e, yani yüzüne şöyle dedi" cümlesi gibidir. Daha sonra hitab üslûbu bırakılıp, gayb üslûbuna geçilmiştir. Bu tıpkı, "Siz gemilerde olup, gemiler onlan (yani sizi) götürdüğünde..."(Yûnus,22) ayetinde olduğu gibidir. 2) Keşşaf sahibi, bu lâm'ın, "lâmu'l-ecl" olduğunu ve mananın "O kâfirler, iman edenlerin, imanlarından ötürü böyle söylemişlerdir" şeklinde olduğunu söyler. 3) Bana göre burada, şöyle bir üçüncü İzah da yapılabilir: Kâfirler, bazı kimselerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman ettiklerini duyunca, yanlarında bulunan mü'minlere hitab ederek, "Eğer bu din hayırlı (iyi bir şey) olsaydı, onlar, yani müslüman olan o kimseler-, bu işte bizi geçemezlerdi" demişlerdir. Bil ki Allahü teâlâ o kâfirlerin bu sözlerini nakledince, buna, "(Bunu söyleyenler), onunla hidayeti kabul etmedikleri için de, "Bu eski bir yalandır" diyeceklerdir" buyurarak cevap vermiştir. Bu, "kâfirler, bunun bir mucize olduğunu anlamayınca, "Bu eski bir yalandır" derler" manasındadır. badesinde amel eden bir âmilin bulunması gerekir. Yine ifadesinin taalluk edeceği bir şeyin bulunması gerekir, ifadesinin, mâzî ve istikbale delâlet eden ifadeler birbirine zıd olduğu için, buradaki zarfında âmil olması doğru olmaz. Dolayısıyla bu ifade nasıl izah edilebilir? Buna şu şekilde cevap veririz: Buradaki İz zarfının âmili, sözden anlaşıldığı için hazfedilmiş olup, takdiri, "Onlar bununla hidayete ermedikleri zaman, inadları ortaya çıktı ve "Bu, eski bir yalandır" dediler" şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ondan evvel de bir rahmet olarak Musa'nın kitabi vardı" buyurmuştur. Buradaki, "Musa'nın kitabı" mübteda, (ondan evvel) ifâdesi de, mübtedadan önce gelmiş zarf olan haberdir. "İmamen" kelimesi de, "hâl" olarak mansub olup, bu ifade tıpkı, "Zeyd, ayakta olarak evdedir" demen gibidir. (......) kelimesi şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana, "O (Muhammed)'den önceki zâta da Tevrat'ı verdik" şeklindedir. Ayetteki "imamen" kelimesi, "uyulan şey" demek olup, tıpkı imama uyulduğu gibi, Allah'ın dini ve kanunları hususunda kendisine uyulan, yolunca gidilen şey" demektir. "Rahmeten" de, ona iman edip, o kitabtakilerle amel edenlere bir rahmet olarak..." demektir. Önceki Kısımla Münasebet Bu ifadenin, kendisinden önceki ifadelerle ilgi ve münasebetinin izahı şöyledir: Müşrikler, Kur'ân'ın doğruluğu hususunda ta'n (tenkid) de bulunmuş ve "Eğer bu din iyi ve güzel birşey olsaydı, fakirler ve zavallılar, bu dine bizden önce girmezlerdi" demişlerdir. Cenâb-ı Hak da sanki şöyle demek istemiş: "Bu Kur'ân'ın doğruluğuna delâlet eden şeylerden birisi de şudur: Sizler, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya Tevrat'ı indirip, bu kitabı uyulan bir rehber yaptığını kabul ediyorsunuz. Ama o Tevrat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak geleceği müjdesini taşımaktadır. Binâenaleyh Tevrat'ın, uyulacak bir rehber (kılavuz) kitab olduğunu kabul ettiğinize göre, bu kitabın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından gönderilmiş hak peygamber olduğu hususundaki hükmünü de kabul ediniz Semavî Kitaplar Cenâb-ı Hak daha sonra ... "İşte bu da, zâlimleri uyarmak ve iyi hareket edenlere bir müjde olmak üzere, Arapça bir dille (gönderilen ve Tevrat'ı) tasdik eden bir kitabtır" buyurmuştur. Yani bu Kur'ân, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından görevlendirilmiş, hak bir peygamber olduğu hususunda, Musa (aleyhisselâm)'nın kitabı, Tevrat'ı doğrulamaktadır. "Lisânen" kelimesi, hâl olarak mansubtur. Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Ayetteki "zâlimler" ifadesiyle Mekke müşrikleri kastedilmiştir" der. Yine ayetteki, fiilinin iki değişik kıraati vardır: a) Bu ayetler daha çok muhatab sigasıyla geldiği için, bu da muhatab olarak, tâ ile"Sen inzar edesin diye" şeklinde okunmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde de, (Araf, 2)buyurmuştur. b) Bu kelime, daha önce geçen hitab fail kabul edilerek, yâ ile (O inzar etsin diye) şeklinde okunmuş ve bu zamiri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e isnâd edildiği gibi, Kitab'a da isnâd edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "Hamd, kulu (Muhammed'e), (kâfirleri) tarafı ilâhîsinden en çetin bir azab ile korkutsun diye o kitabı indiren Allah'a mahsustur.."(Kehf, 3) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak sonra da "İyi hareket edenlere bir müjde olmak üzere..." buyurmuştur. Zeccâc, en uygun olanın, bu "büşrâ"nın ref mahallinde olması ve takdirinin, ... "Bu bir müjdedir..." şeklinde olduğunu söylemiş ve bunun, "zulmedenleri inzâr edesin ve muhsinler için bir müjde olsun diye..." manasında olmak üzere, nasb mahallinde de olabileceğini belirtmiştir. Velhasıl bu kitabın indiriliş maksadı, yüz çevirenleri inzâr ve itaat edenleri müjdelemektir. Müstakim İnsanlar 13Âyetin tefsiri için bak:16 14Âyetin tefsiri için bak:16 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra dosdoğru olanlara, işte bunlara hiçbir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklardır. Bunlar, cennet ashabıdırlar. işlemekte oldukları sâlih amellerine mükâfaat olarak, orada ebedî kalacaklardır. Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Anası onu (karnında) zahmetle taşıdı, zahmetle de, doğurdu. Onun bu taşınışı ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet o, delikanlılık çağına erdiği ve kırk yaşma vardığı zaman şöyle der: "Ya Rabbi, hem beni, hem de ana-babamı nimetlendirdiğin için şükretmeyi ve razı olacağın iyi amel ve hareketlerde bulunmayı bana ilham et (kolaylaştır). Soyum-sopum hakkında da benim için, salah nasib et. Şüphesiz ben sana döndüm. Şüphesiz ben teslim olanlardanım. İşte bunlar -ki cennet yaranı içindedirler işlediklerinin en güzellerini kabul edeceğimiz, günahlarını bağışlayacağımız kimselerdir. Bu, onların va'dolunduklan gerçek bir vaaddir". Rabbe Bağlanıp Doğru Olanlar Bil ki Allahü teâlâ tevhidinin ve nübüvvet müessesesinin delillerini anlatıp, karcıların şüphelerine yer verince ve bunları cevaplayınca, bunun peşinden, hakkı bulan ve savunanların yolunu da anlatarak "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra dosdoğru olanlar..." buyurmuştur ki bu ifâdenin ne demek olduğunu Secde Sûresi'nde anlatmıştık. Bu iki sûredeki ifadeler arasındaki fark şudur: Cenâb-ı Hak, Secde Sûresi'nde, meleklerin inerek, "Korkmayın, üzülmeyin" diyeceklerini belirtmiş; burada ise aradaki vasıtayı kaldırarak, bizzat kendisi, "İşte bunlara hiçbir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklardır" buyurmuştur. Binâenaleyh bu iki ayeti bir araya getirdiğimizde; bu ikisinin toplamından, cennetliklere bu müjdeyi meleklerin verebileceği gibi, Hak teâlâ'nın da, arada bir vasıta olmaksızın duyurabileceği de ortaya çıkar. Bil ki bu ayetler, Allah'a iman edip sâlih amelde bulunan kimselere haşr gününden sonra artık bir korku ve hüzün gelmeyeceğine delâlet etmektedir. İşte bundan ötürü muhakkik âlimler, vasfı böyle olan kimselerin, kıyamet gününde, bu günün dehşet ve korkularından emin olacaklarını söylemişlerdir. Bazıları da, bu kimselerden, "ilâhî ceza" korkusunun zail olduğunu, ama Allah'ın celâl ve heybetinin korkusuna gelince, bunun kuldan hiçbir zaman zail olmayacağını söyleyerek şöyle demişlerdir: "Baksana, meleklerin dereceleri bunca yüksek olmasına ve tam manada masum olmalarına rağmen, Allahü teâlâ'nın celâl ve heybetinin korkusu onlardan bile kalkmaz. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar, üzerlerindeki Rablerinden korkarlar"(Nahl,50) buyurmuştur." Bu mesele, pek çok ayetin tefsirinde tafsilatlı olarak ele alınmıştı. O ayetlerden birisi de, "O büyük korku onları mahzun etmez" (Enbiyâ, 103) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunlardır cennetlik olanlar. İşlemekte oldukları (sâlih amellerine) mükâfaat olarak, orada ebedî kalacaklardır" buyurmuştur. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet şu gibi bazı hususlara delâlet eder: 1) "Bunlardır cennetlik olanlar" ifadesi, hasr manasında olup, cennetliklerin, ancak, "Rabbimiz Allah'dır" deyip, sonra dosdoğru olanlar olduğuna delâlet eder ki bu, büyük günah sahibinin, tevbe etmez ise cennete giremeyeceğini gösterir. 2) "işlemekte olduklan (salih amellerine) mükâfaat olarak" ifadesi, "mükâfaat, yapılan amellerin bir karşılığı değil, Allah'ın bir lütfudur" diyenlerin görüşünün yanlışlığına delâlet eder. 3) "İslemekte oldukları (sâlih amelleri)" ifadesi, fiilin kula âit olduğunu, kul tarafından yapıldığını gösterir. 4) Yine bu ifade, eserin, müessirin halinde hasıl olmasının mümkün olduğuna, yahut diğer bir ifadeyle, önce vaki olan işin, müstakbel mükâfaatı gerektirmesi deliliyle eserin mevcut olduğuna delâlet eder. 5) Kulun, Allah'dan alacaklı olması... Bu tür iyiliklerin en büyüğü, ana-babaya iyilikte bulunmaktır. İşte bundan ötürü, peşisıra bu manaya gelen ifadeye yer verilerek "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik" buyurulmuştur. Bu cümle ile ilgili gerekli açıklama, Ankebût ve Lokman sûrelerindeki benzeri ayetlerin tefsirinde geçti. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Farklı Kıraatler Âsim, Hamza ve Kisâi (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, (......) şeklinde okumuşlardır. Bil ki "İhsan" (iyilikte bulunma), "isâ'e" (kötülükte bulunmanın); "hüsn (iyi) de, "kubh" ün (kötü-çirkin)in zıddıdır. Dolayısıyla ayetteki bu kelimeyi "ihsan" şeklinde okumanın delili, İsrâ Sûresi'ndeki, (23 ayeti)dir. Buna göre bu ifadenin manası, "Biz, insana, ana-babasına iyiliklerini ulaştırmasını emrettik" şeklindedir. İkinci kıraatin delili de, Ankebût Sûresi'ndeki (Aankebut, 8) ayetidir. Kıraat imamlarının hepsi, Ankebût Sûresi'ndeki bu kelimeyi bu şekilde okumuşlardır. Buna göre, tefsir ettiğimiz ayetin manası, yine "Biz insana, ana-babasına güzel olan şeyler yapmasını emrettik" şeklinde olur. Fakat bu "güzel olan şeyler", iyice güzelliği ifade etsin diye, "hüsn" (sırf iyilik) şeklinde okunmuştur. Nitekim Arapçada da "şu adam, sırf ilimdir. Falanca sırf kerem (cömertlik)tir" denilir. Bu kıraata göre "hüsn" ve "İhsan" kelimesi, mefûl-ü mutlak olarak mansubtur. Çünkü bu ifadenin takdiri şeklindedir. Ana Hakkı Daha sonra Cenâb-ı Hak "Anası onu (karnında) zahmetle taşıdı, zahmetle de doğurdu" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele İbn Âmir, Âsim, Hamza ve Kisâî, kâfin zammesıyle kurhen şeklinde okurlarken diğer kıraat imamları, kâf'ın fethasıyla kerhen şeklinde okumuşlardır. Bu iki ifadenin, masdarlardan tıpkı (zayıflık); fakrun-fukruu (fakirlik) kelimeleri gibi, isimlerden de deff ve düff; şehd şühd kelimeleri gibi iki değişik kullanılış şekli olduğu söylenmiştir. Vahidî, "kerh" kelimesinin "kerihe" fiilinin masdarı, kürh kelimesinin "kerihe" fiilinin masdarı, kürh kelimesinin ise, "kötü görülen, hoşa gitmeyen" manasında bir isim olduğunu söyleyerek, "Nitekim Cenâb-ı Hak, bir ayetinde "O (cihad) sizin için bir "kürh"dür, hoşlanılmayan bir şeydir.. "(Bakara,216) buyurmuş; bir başka ayetinde de, "Kadınlara kerhen (zorla) vâris olmana... (Nisa, 19) buyurmuştur." Bu ayetteki kelime de "hal" mevkiindedir. İkincisi fethanın dışında okunmaz. Binâenaleyh masdar olan, yahut hal yerinde kullanılanda fethalı okunuş en güzeli; "Onu, zorla götürdüm" cümlesinde olduğu gibi, isim olanda ise en güzeli zammeli okunmuştur" demiştir. Meşakkat Gebelik Sonunda Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu cümlenin manası, "Annesi onu güçlükle taşıdı ve zorluk içinde doğurdu" şeklinde olup, bununla hamileliğin başlangıcı kastedilmemiştir. Çünkü hamileliğin başlangıcı bir güçlük sayılmaz. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Vaktaki o (Âdem eşini) örtüp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi" (Araf,189) buyurmuş ve bununla hamileliğin başlangıcını murad etmiştir. çünkü hamileliğin başlangıcı bir meşakkat değildir. Binaenaleyh hamilelik, Önce nutfe (meni), sonra alaka, sonra mudga (bir çiğnem et)tir. Bu mudga büyüyüp-ağırlaşınca, onu taşıyan, zorla-zahmetle taşımış ve doğum sancısının şiddetiyle de, onu zahmetle doğurmuştur. Üçüncü Mesele Bu ayet, ana hakkının daha büyük olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Hak teâlâ, Önce, "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik" buyurmuş ve ana-babayı birlikte zikretmiş, daha sonra anayı özellikle zikrederek, "Anası onu zahmetle taşıdı..." buyurmuştur ki bu, ana hakkının daha büyük ve çocuk yüzünden ananın çektiği zahmet ve meşakkatin daha çok olduğuna delâlet eder. Bu konuda bir çok hadis de vardır: Gebelik Müddeti Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onun bu taşınışı ve sütten kesilmesi otuz aydır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu muzaafı hazfedilmiş türden bir ifade olup, "Onun taşınış müddeti ve sütten kesilmesi müddeti otuz aydır" takdirindedir. "Fisâl", "fitam" demektir. Fitam da, çocuğu sütten kesme demektir. Buna göre eğer, "Ayetin maksadı, sütten kesmeyi değil, süt emzirme müddetini bildirmektir. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, fitam (sütten kesme) yerine, fisâl (sütten ayırma) kelimesini kullanmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Kendisiyle sona erip tamamlandığı için, süt emmenin sonunda fisâl (ayrılış) meydana gelip, bu ayrılış işi, emme işiyle bir uyum teşkil edince, Cenâb-ı Hak buna fitam değil, fisâl demiştir. İkinci Mesele Bu ayet, hamileliğin en az müddetinin altı ay olduğuna delâlet eder. Çünkü hamilelik müddetiyle, süt emme müddetinin toplamı otuz ay olup, Cenab-ı Hak, süt emme müddeti hakkında, "analar çocuklarını tam iki yâ emzirsinler" buyurup, bu müddet otuz aydan çıkarılınca, geriye hamilelik müddetinin asgarisi olarak, altı ay kalır. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den şu rivayet edilmiştir: "Bir kadın mahkeme için ona getirilir ve attı ayda doğurduğu için, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bunun (zinadan) dolayı recmedilmesini emreder. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bunun recmedilemeyeceğinl belirterek, biraz önce yaptığımız hesabı yapar. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Osman (radıyallahü anh) da böyle yapmaya niyetlenince, İbn Abbat (radıyallahü anh) ona bu ayeti okumuştur. Bil ki akıl ve tecrübeler de durumun böyle olduğuna delâlet eder. Çünkü tecrübe sahibi olanlar şöyle demişlerdir: Ceninin oluşması için belli bir zaman söz konusudur. Bu zaman, ikiye katlandığında, cenin hareketlenir. Bu toplam zamana, İki katı zaman daha eklendiğinde, doğum olabilir. Binâenaleyh şimdi biz, o ceninin hilkatinin (yaratılışının) şeklini tam alışının, otuz gün içinde tamamlandığını farzedelim. Bu zaman ikiye katlanıp altmış gün olunca, cenin canlanır, hareket eder. Bu toplama yani altmış güne, bunun iki katı yani yüzyirmi gün eklenince, yani toplam yüzseksen gün, yani altı ay olur, cenin anasından ayrılabilir, doğabilir. Yine faraza ceninin hilkatini otuzbeş günde tamamladığını düşünelim. Dolayısıyla cenin yetmiş günde canlanacak-hareket edecektir. Bu yetmişe, iki katı, yani yüz kırk gün eklenince, toplam, ikiyüz on, yani yedi ay eder. İşte bu durumda da yine çocuk annesinden ayrılır. Yine o çocuğun hilkatinin kırk günde tamamlandığını farzedelim. Bu durumda çocuk, seksen günde canlanacak, ikiyüz kırk günde, yani sekiz ayda anasından doğacaktır. Yine farzedelim ki, çocuğun hilkati kırkbeş günde tamamlanmıştır. Bu durumda çocuk doksan günde canlanacak, ikiyüz yetmiş günde, yani dokuz ayda doğacaktır." Tecrübe sahiplerinin ileri sürdükleri kaide budur. Câlinus "Hamilelik müddetinin ne kadar olduğunu araştırdım ve yüz seksen dört günde doğuran kadın gördüm" demiştir. Ebû Ali İbn Sîna da bunu iddia etmiştir. Binâenaleyh hem Kur'ân'ın nassı gereği, hem tıbbî tecrübeler gereği, hamilelik müddetinin en azı, aynı olup, altı aydır. Hamilelik müddetinin en çoğu meselesine gelince, Kur'ân'da buna delâlet eden bir husus yer almamıştır. Ebû Ali İbn Sînâ, Şifâ adlı eserinin dokuzuncu makalesinin altıncı bölümünde şöyle der: "Bana, çok güvendiğim şahıslardan, bir kadının dört yılda, dişleri çıkmış olarak bir çocuk doğurduğu ve o çocuğun yaşadığı haberi geldi. Aristo'nun da şöyle dediği nakledilmiştir "İnsanın dışındaki canlılarda, doğum ve hamilelik müddetleri bellidir, değişmez. Ama insanlara gelince, kadın bazan yedi ayda, bazan sekiz ayda doğurur. Sekiz ayda doğan çocuklar, Mısır gibi belli beldeler hariç, genelde yaşarlar. Ama genel olan, doğumun dokuz ayda olmasıdır." Yine tecrübe sahipleri şöyle demişlerdir: Bizim, "çocuğun hilkatinin tamamlandığı müddet ikiye katlandığında, cenin canlanır ve bu toplama, iki katı müddet eklendiğinde doğum olur" şeklindeki sözümüz, takrîbî (yaklaşık) olup, tahdîdî (kesin hesaplı) değildir. Çünkü bu müddet günlere göre bazan uzayabilir, bazan noksanlaşabiliyor. Çünkü bu kaide, bir burhana dayanmaz. Bu, insanların tecrübelerine göre söylenmiş, yaklaşık bir sözdür. Allah en iyi bilendir. Devrin Tıbbına Göre Hilkat İbn Sina devamla der ki: "Ceninin hilkatinin tamamlanışı şu devrelerden geçer: 1) Rahim, meniyi içine alıp, onu dışarı atmadığı zaman, meni kendine mahsus olarak, kendi kendine yuvarlaklaşır ve bir küre şeklini alır. Meni sıcaklıktan bozulan şeylerden olduğu için, bu esnada sıcaklıkla ısınır. Çünkü meninin yapısı, sıcaklıkla kuruyan maddelerdendir. Binâenaleyh maksad, o canlının oluşması ve parçalarının sağlam hale gelmesi olunca, meni, altıncı günde kaymak haline gelir. 2) Meni'de, şu üç kanlı noktanın meydana gelmesi. a) Ortada... Ki bu, çocuğun yaratılışı tamamlanınca, kalbi teşkil eden yer. b) Üstte... Bu da beyindir... c) Sağda... Bu da, ciğerlerdir. Daha sonra bu noktalar birbirlerinden uzaklaşır ve aralarından kırmızı iplikçikler meydana gelir. Ki bu, diğer bir üç günden sonra tahakkuk edip ortaya çıkar. Böylece toplam gün sayısı, dokuz olmuş olur. 3) Bu kanın, meydana gelen şeyin tümüne nüfuz etmesi, böylece o şeyin, bir "alaka" haline gelmesidir. Ki bu da, diğer bir altı günden sonra oluşur. Böylece toplam gün sayısı, onbeşe ulaşmış olur. 4) Bu "alaka"nın, ete dönüşmesi halidir ki, bu durumda üç unsur birbirinden ayrılmış ve omurganın içinde beyne kadar uzayan sinirler teşekkül eder. Bu da, ancak oniki günün geçmesiyle meydana gelen bir hadisedir ki, böylece toplam gün sayısı, yirmiyediye ulaşır. 5) Başın, omuzlardan; kol ve bacakların da, kaburgalardan ve karından ayrılması ve yarı sezilebilir bir duruma geçmesi. Ki, bu hadise de, diğer bir dokuz günde tamamlanır. Böylece de gün sayısı, toplam olarak, otuzaltıya ulaşmış olur. 6) Bu uzuvların, birbirinden ayrılması ve tam olarak hissedilir ve algılanır hale gelmesidir ki, bu da, başka bir dört günde oluşur.. Böylece, toplam gün sayısı, kırk güne baliğ olmuş olur. Bazan bu durum, kırkbeşinci güne de taşabilir.. Bunun en az süresi ise, otuzgündür. Böylece, tıbbî deneyler söylediği herşey doğru olan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu sözündeki haberine tıpatıp uymuş olur: "Sizden herhangi birinizin hilkati, annesinin karnında kırk günde bir araya gelir (tamamlanır) Buhari, Enbiya 1."O yine, tecrübeli insanlar şöyle demişlerdir: "Kırk günden sonra meydana gelen düşükten, tohum ayrılıp da, o düşen şey soğuk bir suyun içine konulduğunda, kol ve bacakları, başı ayrılmış bir biçimde, küçük noktacıklar halinde ortaya çıkar. Üçüncü Mesele Bu ayet, hem hamilelik süresinin en azına, hem de süt emzirme müddetinin en çoğuna delâlet etmektedir. Bunun, hamilelik müddetinin en azına delâlet edişini biraz önce beyan etmiştik. Kadını Töhmetten Koruma Bunun, süt emzirme müddetinin en çoğuna delâlet etmesine gelince, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyenler içindir"(Bakara, 233) ayetinden ötürüdür. Fukahâ, bu iki düstura, fıkıhta pekçok hükmü dayandırmışlardır. Ayrıca, hamilelik müddetinin en azının altı ay olduğu sabit olup, bir kadının altı ay içinde çocuk yapması durumunda, o kadının tarafı (kendisi), zina ve fuhuş töhmetinden korunmuş olur. Süt emzirme müddetinin ekseri süresinin, yukarda bahsedilen süre olduğunun kabul edilmesi durumunda, bu müddetten (İki yıldan) sonra süt emme hadisesi meydana geldiğinde, o kadına, süt emzirmeden dolayı ortaya çıkan hükümler terettüp etmez, ilgili kadın, ilgili taraflardan örtülü kalır (yani, nâmahremlik söz konusu olur). İşte bu noktada, hamileliğin en az süresinin altı ay, süt emzirme süresinin en çoğunun ise, iki tam yıl olarak takdir edilmesinin maksadı, kadından, kadına zarar verecek şeyleri uzaklaştırma; fuhuş vb. töhmetleri ondan uzak tutma gayesi olduğu ortaya çıkar.. Bu, kerim kitabın her kelimesinin altında, akılların, kâmil anlamda kuşatmaktan âciz olduğu, acîb sırların ve latif, hoş şeylerin bulunduğu, o zât-ı ecelli, takdis ve tenzih ederiz.. Vahidi, Kitâbu'l-Basît'inde, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kadın dokuz ay hamile kaldığı zaman, çocuğunu, yirmidir ay; altı ay hamile kaldığında da, yirmi dört ay emzirir.." Doğru olan ise, bizim biraz önce belirttiğimiz husustur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet o, delikanlılık çağma erdiği ve kırk yaşma vardığı zaman şöyle der: "Ya Rabbi, hem beni, hem de ana-babamı nimetlendirdiğin için şükretmemi... bana ilham et (kolaylaştır)" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Eşüdd Çağı Müfessirler bu ayette geçen eşüdd kelimesinin ne demek olduğu hususunda İhtilâf etmişlerdir. Atl'nın rivayetine göre İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, onsekiz yaşını kastetmiştir" demiştir. Müfessirlerin ekserisi ise, bunun otuzûç yaş olduğu kanaatindedirler. Ferrâ bu görüşe dair şu şekilde istidlalde bulunmuştur: "Kırk yaşı, bir düzen ve bir intizam içinde, onsekiz yaştansa, otuz üç yaşa daha yakındır. Baksana sen, "Malın çoğuna yakın kısmını veya hepsini aldım" dersin. Böylece de senin bu sözün, "Malın azını, ya da hepsini aldım.." demenden daha güzel olur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki Rabbin, senin, gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yarısı, üçte biri kadar ayakta durmakta olduğunu ... biliyor" (Müzemmil, 20) ayetidir. Binâenaleyh, bu kısımlar birbirine yakındır. İşte burada da böyledir." Zeccac da şöyle der: "Evlâ olan, bu ifâdenin otuzüç yaşına hamledilmesidir. Çünkü, insanın bedeni, bu süre içinde kemâle erer." Ben de diyorum ki: Bu konuda esas görüş şudur: Canlıların yaşının dereceleri üçtür. Zira, canlının bedeni, ancak, tabii bir nem ve tabii bir hararetle oluşur. Bu tabii nemin, canlının ömrünün başlangıcında fazla, sonunda ise noksan olduğunda şüphe yoktur. Fazladan nüksana geçiş, ancak, bu iki müddetin tam ortasında bir eşitlik ve denklik olduğu zaman düşünülebilir. Böylece, ömür süresinin, şu üç kısma ayrıldığı sabit olmuş olur: a) Tabii rutubetin, tabii hararete baskın olduğu devre.. Bu devrede uzuvlar, hem kendi içlerinde büyümeye, hem de uzunluk, en ve kalınlık bakımından fazlalaşmaya müsaittirler ki, işte bu neşv-ü nema, büyüyüp gelişme çağıdır. b) Orta kısmı teşkil eden dereceye gelince, bu durumda, tabii nem, tabii hararetin korunmasını, eksiksiz ve fazlasız tam bir şekilde karşılar ki, bu da, duraklama, yani geçlik yasıdır.. c) En son mertebeye gelince, bu da, tabii nemin tabii harareti tam manasıyla koruyamayacağı devredir. Bu koruyamama işi de şöyle ikiye ayrılır: 1) Hemen sezilmeyen bir noksanlaşma ki, bu, "kuhûlet" yaşıdır, çağıdır. 2) Görülebilen bir noksanlaşma ki, bu da, "ihtiyarlık" çağıdır. Binâenaleyh, işte bütün bunlar, kesin, değişmez düsturlardır. Ömrün Merhaleleri Sonra burada, şöyle bir şey de söylenebilir: Ayın, devri, yirmisekiz küsur gün içinde tamamlanır. Binâenaleyh, biz bu yirmisekizi dörde böldüğümüzde, bu sürenin herbiri yedi olmuş olur. İşte bundan dolayı, insanlar, ayı, dört hatta olarak takdir etmişlerdir. Bu haftaların, dünyanın hallerinin değişmesinde büyük tesirleri bulunmaktadır. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Muhakkik deneyciler, büyüme, neşv-ü nema çağının müddetini dön tane yedi (yıla) ayırmışlardır. Bu dört yedi yıldan herbir yedi yıl sona erdiğinde, insanoğlunu kemâle götürecek bir tür değişiklik meydana gelir. Binâenaleyh, kişinin ömrünün ilk yedi yılı tamamlandığında uzuvları kısmen sertleşir, fiilleri kısmen güç kazanır, zayıf ve tutarsız olan dişleri, yerini kuvvetli dişlere bırakır ve bu yedinci yıl içindeki şehvet kuvveti, hazım bakımından, kendisinden öncekilerden daha kuvvetli olur. İkinci yedi yıl sona erdiğinde ise, hararet kuvvetlenir, rutubetler azalır, damarlar genişler, hazım kuvveti artar, uzuvlar güçlenir, kuvvetlenir, yeterli bir biçimde bir sertlik ve kuvvet meydana gelir ve bu devrede, delikanlıda menî oluşur.. Ve işte bu noktada şeriat, Şafii (radıyallahü anh)'nin de görüşüne göre, bu kimsenin, buluğa ermiş olduğuna hükmeder. İşte bu, kendisinden kurtuluşun olmadığı bir gerçektir. Çünkü, bu vakitte tabii hararet kuvvet kazanır, rutubetler (büyümeyi sağlayan şeyler) azalır; dimağ, dengeye ulaşır ve böylece de, fikir ve zikir demek olan ruhanî kuvvetler kemâle erer.. Böylece de, pek yerinde olarak bu kimsenin aklının kemâle erdiğine hükmedilir. Bu sebepledir ki, şeriat de bu kimsenin buluğa erdiğine ve kendisine şer'î mükellefiyetlerin yöneldiğine hükmetmiştir. Şer'î buluğ yaşının onbeş yıl olduğunu belirten görüş, ne güzel görüştür. Buluğ Çağında Beden Bil ki, bu durumun (onbeş yaş) tamamlandığına, bedenin dış görünüşündeki şu haller de istinat eder: 1) Burun deliklerinin birbirinden ayrılması.. Çünkü, oradaki tabii nem noksanlaşır, böylece de bir ayrılıp şişme meydana gelir. 2) Boğazdaki çıkıntı (gırtlak) meydana gelmesi ve sesin kalınlaşması.. Çünkü, o vakitte yükselen hararet, hançereyi, gırtlağı genişletir; böylece bir çıkıntı meydana gelir; derken, ses de kalınlaşır. 3) Koltuk altlarındaki kokunun değişmesi.. Bu, kalbin, o bölgeye sevkettiği kokan fazlalıktır. Bu böyledir, zira kalbin harareti kuvvetlenince, hiç şüphesiz maddeleri olgunlaştırma ve o maddeyi koltuk altındaki yumuşak et bezlerine atma konusunda güç kazanır. 4) Kılların bitmesi ve ihtilam hadisesinin meydana gelmesi. Bütün bunlar, hararetin kuvvetlenmesi ve böylece de o hararetin, kılları meydana getiren buharların ve çocuk maddesi (menî)nin oluşmasına kadir olmasıdır. İşte bu esnada, çocuklarda, şehvetler harakete geçer, meme çıkıntıları meydana gelir, hayız hali zuhur eder. Bütün bunlar ise, onlardaki tabii hararetin bu ikinci yedi yılın sonunda güç kuvvet kazanması sebebiyle olur. Üçüncü yedi yılda ise, çocuk, kemâl sınırları içine girer, erkeklerde bıyık sakal çıkmaya başlar, güzelliği ve olgunluğu ileri dereceye ulaşır. Dördüncü yedi yılda ise, bu haller gitgide kemale doğru yol alır ve böylece de kemâle ulaşır. Dördüncü yedi yılın bitiminde, artık gelişmeler sona ermiştir. Gençlik yılının müddetine, yani duraklama müddetine gelince; bu tek bir yedi yıl olup, böylece yılların toplam sayısı otuzbeş olmuş olur. Bu müddet, karakterlere göre, bazan fazla bazan da noksan olunca, Cenâb-ı Hak bu husustaki son noktayı kırk yıl olarak belirlemiştir ki, işte bu, insan için, hem şer'an hem de tıbben uygun olan kemâlin gerçekleştiği yaştır. Çünkü bu vakitte, tabii kuvvetlerin fiilleri bir nebze diner ve hayvanî kuvvetlerin fiilleri de son noktaya ulaşır; manevî kuvvetlerin fiilleri, kuvvetlenmeye ve kemâle ermeye başlar. Bu ön bilgileri iyice kavradığına göre, insanın delikanlılık (eşüddehu) çağına erişmesinin bir şey; kırk yaşına erişmesinin ise başka bir şey olduğu böylece senin tarafından anlaşılmış olur. Çünkü insanın, delikanlılık yaşına erişmesi, onun, büyüyüp gelişme çağının sonuna ulaşması; kırk yaşına ulaşması ise, onun, gençlik süresinin sonuna ulaşması demektir. İşte bu vakitten itibaren, tabii ve hayvanî kuvvetler, noksanlaşmaya; aklî ve insanî (nutkî) kuvvetler kemâle doğru yol alır. Ki, bu, ruhun bedenden başka birşey olduğunun delillerinden birisidir. Çünkü kırk yaşına varıldığında, beden noksanlaşmaya; rûh ise kemâle ermeye başlar.. Binâenaleyh, şayet rûh, bedenin aynı (bizzat kendisi) olmuş olsaydı, tek bir özellik (mevsûf) için, aynı anda kemâl ve noksanlaşma gibi iki sıfat tahakkuk etmiş olurdu ki, bu imkansızdır, olamaz. Bizim bildirdiğimiz ve özetlediğimiz bu husus, Kur'ân'ın ifadesinde, sarîh biçimde yer almıştır. Çünkü biz, kırk yaşına varıldığında, tabii ve hayvanî kuvvetler sebebiyle meydana gelen kemâlatların sona erdiğini; aklî ve ruhî kuvvetler sebebiyle meydana gelen kemâlatların da mükemmelleşmeye başladığını beyan etmiştik ki bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet o, delikanlılık çağına erdiği ve kırk yaşma vardığı zaman şöyle der: "Ya Rabbîhem beni, hem de ana-babamı nimetlendirdiğin için şükretmemi bana ilham et (kolaylaştır)" ayetidir. Binâenaleyh bu, insanın, kulluk âlemine yönelmesinin, Allah'a itaatla meşgul olmasının, (tam anlamıyla), işte bu vakitten itibaren başladığına delâlet eder ki, bu da, nefsanî, aklî ve nutkî (ruhî) kuvvetlerin, işte bu vakitten itibaren olgunlaşmaya başladıkları hususunda açık bir ifadedir. Bu kerim kitabında, işte böylesine kıymetli ve nazik sırları bırakan Zât-ı ecelli takdis ve tenzih ederiz. Nübüvvet Yaşı Müfessirler, bütün peygamberlerin, ancak kırk yaşından sonra peygamber olduklarını söylemişlerdir. Ben derim ki, onların ileri sürdüğü bu husus, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'dan dolayı bir müşkillik arzeder. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı ta ömrünün başında nebî kılmıştır. Ancak ne var ki, bu hususta şöyle denilmesi gerekir: Peygamberlere vahiy, genel olarak kırk yaşından sonra gelmiştir. Bu husus, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında da böyledir.. Rivayet olunduğuna göre Ömer Ibnü'l-Abdilaziz, kırk yaşına varınca, "Ey Allah'ım, bana, senin nimetlerine şükretmemi ilham et..." demiştir. Yine rivayet olunduğuna göre, Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmiş ve şöyle demiştir: "Koruyucu iki meleğe, "Kuluma, ömrünün başlangıcından itibaren arkadaşlık edin (ve yumuşak davranın)" emri verilir. Kul kırk yaşına basınca da, (o iki meleğe) "Kulumu koruyun ve bu işi gerçekleştirin" denilid." Benzeri hadis için bkzi Müsned, 2/29. Bu hadisi rivayet eden zât, bu hadisi zikrederken, sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Bu hadisi Kadî, tefsirinde rivayet etmiştir. 30 Yaşına Kadar Gözetme Bil ki, ayetteki, "Nihayet o, delikanlılık çağına erdiği ve kırk yaşına vardığı zaman" ifadesi, insanın, işte bu zamana yakın bir noktaya kadar, ana-babasının görüp gözetmesine muhtaç gibi olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, zira akıl adeta noksan gibidir. Binâenaleyh, o insan için, faydasına olanların gözetilmesi belâların da savuşturulması hususunda ebeveyninin gözetimine mutlaka ihtiyaç vardır. Bu ayette, ebeveynin, çocuk üzerindeki nimetlerinin, o çocuk varlık alemine girdikten sonra, uzun müddete kadar devam ettiğine dair bir dikkat çekme bulunmaktadır. Bu da, ebeveynin nimetlerine, kişinin hakkıyla mukabelede bulunmasının imkânsız olduğuna; sadece bu hususu karşılamak için, duâ ve zikr-ı cemil ile yetinebileceğine delâlet etmektedir. Nüzul Sebebi: Hazret-i Ebü Bekir Vahidî, İbn Abbas'tan ve pekçok kimse de, Önceki ve sonraki müfessirlerden bu ayetin, Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu naklederek şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Allahü teâlâ'nın, bu ayette hamilelik ile sütten kesilme müddetinin, bu hususlarda insanların farklılık arzetmeleri sebebiyle, bazan daha az, bazan da daha fazla olabilecek belli bir miktar ile sınırlamasıdır. Binâenaleyh, bu sınırlamanın, o kimsenin durumunu dile getirme olduğunun söylenebilmesi için, bu ifadeden tek bir şahsın kastedilmiş olması gerekir. Binâenaleyh, hamilelik süresi ile sütten kesilme süresi bu kadar olan şahsın, Ebû Bekir olması mümkündür. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu insanın vasfı hakkında, "Nihayet o, delikanlılık çağma erdiği ve kırk yaşma vardığı zaman, şöyle der: "Ya Rabbî, hem beni, hem de ana-babamı nimetlendirdiğin için şükretmemi ... bana ilham et" dediğini nakletmiştir. Her insanın, bu sözü söylemediği malumdur. Binâenaleyh, bu ayetten, bu sözü söyleyen belli bir kimsenin kastedilmiş olması gerekir. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), bu sözü, bu yaşa yakın bir zamanda söylemiştir. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den iki küsur yaş daha küçüktür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kırk yaşında peygamber olmuştur. Hazret-i Ebû Bekir de, kırka yakın bir yaştaydı. Dolayısıyla Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik ve ona iman etmiştir. Bu anlattığımızla, bu ayetlerin, kendilerinden Hazret-i Ebû Bekir'in kastedilmesinin uygun ve elverişli oldukları sabit olmuş olur. Böyle bir uygunluk sabit olunca da, biz diyoruz ki: Biz, bu ayetten kastedilenin Hazret-i Ebû Bekir olduğunu iddia ediyoruz. Bu iddianın delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetin sonundaki "İşte bunlar -ki cennet yârâm içindedirler- işlediklerinin en güzellerini kabul edeceğimiz, günahlarını bağışlayacağımız kimselerdir" ifadesidir ki bu, bu ayetten kastedilenin, insanların en üstünü olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah'ın, amellerinin güzelini kabul edip, günahlarını bağışladığı kimsenin, insanların üstünlerinden ve ulularından olması gerekir. Ümmet, Allah'ın resulünden sonra insanların en üstününün, ya Hazret-i Ebû Bekir, ya da Hazret-i Ali olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu ayetten Ali İbn Ebî Talib (radıyallahü anh)'in kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bu ayet ancak, bu sözleri, delikanlılık çağına vardığında ve kırk yaşına yaklaştığında söyleyen kimseye uygun düşer. Halbuki, Ali İbn Ebî Talib böyle değildir. Çünkü o, çocukluk süresine yakın bir zamanda iman etmiştir. O halde, bu ayetten kastedilenin Hazret-i Ebû Bekir olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilendir. “Evzi'ni”nin Manası İbn Abbas, ayetteki (......) kelimesinin manasının, "Bana ... ilham et" olduğunu söylerken, Sıhah sahibi de şöyle demiştir: "Onu ona teşvik ettim; o da ona teşvik olundu" manasında olmak üzere, deyimi kullanılır. Yine Arapça'da, "Allah'tan kendisine şükretmemi ilham etmesini istedim de, o da bunu bana ilham etti" anlamında, denilir. Üç Dilek Bil ki Allahü teâlâ, bu duayı yapan kimsenin, kendisinden şu üç talepte bulunduğunu nakletmiştir. Birinci talebi, Allah'ın, kendisini nimetlerine şükretmeye muvaffak kılması. İkinci talep, Allah'ın, kendisini, Allah katında makbul taatları yapmaya muvaffak kılması.. Üçüncüsü de, Allah'ın, kendisi için, onun soyunu sopunu salâh ehli, yani iyi ve güzel kılması... Bu üç şeyin, Kur'ân'da getirildiği biçimde sıralanması hususunda şu iki sebep söz konusudur: Mutluluk Vesileleri Birinci Sebep: Biz, mutluluk derecelerinin üç olduğunu; bunların en mükemmelinin, ruhanî olanları olduğunu; ortasının, bedenî; en düşüğünün de, bu ikisinin dışında kalanlar olduğunu beyan etmiştik. Ruhanî mutluluklar, kalbin, Allah'ın nimetleri ve lütuflarına şükretmekle meşgul olması; bedenî mutluluklar, bedenin, Allah'a İtaat ve hizmetle iştigal etmesi ve haricî yani bu ikisinin dışında kalan mutluluklar ise, çoluk-çocuğun sağladığı mutluluktur. Bu manadaki dereceler, işte bu üç kısımla sınırlı olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, işte bunları bu şekilde sıralamıştır. 1-Şükre Muvaffakiyet Bu tertibin İkinci sebebi de şudur: Allahü teâlâ (bu ayette), şükretme ifadesini, amelden önce getirmiştir. Çünkü şükür, kalbin; amel ise, uzuvların işidir. Kalbin işi, uzuvların amelinden daha kıymetlidir. Hem, zahir amellerin maksadı da, yine kalbin halleridir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl.." (Taha, 13) buyurmuş, namazın zikri sağladığından dolayı matlûb ve makbul olduğunu beyan buyurmuştur. Böylece, kalbin amellerinin, dış organların yapmış olduğu amellerden daha kıymetli olduğu anlaşılır. Kıymetli olanın ise, önce zikredilmesi gerekir. Ayrıca, şükretmekle meşgul olmak, geçmiş nimetlerin haklarını yerine getirmekle meşgul olmak demektir. Zahiri taatlar ile meşgul olmak ise, gelecekteki nimetlerin elde edilmesiyle meşgul olmak demektir. Halbuki, geçmiş hakların kaza edilip yerine getirilmesi, borcun kazası, ödenmesi gibidir. İlerdeki menfaatleri elde etmeyi istemek ise, fazlalığı, daha çoğunu talep etmektir. Borcun ifasının, diğer işlerden önce geldiği ise, malumdur. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak şükretme işini diğer taatlardan önce zikretmiştir. Yine Cenâb-ı Allah bu ayette, "şükre muvaffak kılma" talebiyle, "taata muvaffak kılma" talebini, çoluk-çocuğunu, hürriyetini ıslâh etme arzusundan önce getirmiştir, çünkü, ilk iki talep, Allah'ın emrini ululama ve tazim etmekle meşgul olmadır. Üçüncü talep ise, Allah'ın mahlûkatına şefkat gösterme ile meşgul olmadır. Allah'ın emirlerinin tazim edilmesinin, mahlûkata şefkat duymaktan önce gelmesinin gerekli olduğu ise, herkesce malumdur. Altıncı Mesele Alimlerimiz şöyle demiştir: Burada geçen kul, Allah'tan, nimetlerine mukabil kendisine şükretmeyi ilham etmesini talep etmiştir. Ki, bu da, taat ve amellere dair ve varsa herşeyin, ancak Allah'ın yardım ve desteği ile olabileceğine delâlet eder. Kut şayet, fiilleri hususunda müstakil ve hür olsaydı, böyle bir talep abes olurdu. Ayrıca müfessirler ayetteki"... hem beni, ... nimetiendirdiğin için şükretmemi ilham et.." ifadesinden, iman nimetinin kastedildiğini, yahut da, iman nimetinin de bu nimetin içine dahil olduğunu.." ileri sürerek şöyle demişlerdir: Bunun delili, "Bizi, doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet.."(Fatiha, 6-7) ayetidir. Çünkü, "kendilerine nimet verdiklerinin yolu" cümlesiyle, iman nimeti kastedilmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: Kul, Allah'a, iman nimetinden dolayı şükretmektedir. Binâenaleyh, iman, Allah'tan değil de kuldan olmuş olsaydı bu, başkasının fiiline karşı değil, Allah'ın fiiline bir şükür olmuş olurdu. Halbuki bu, Cenâb-ı Hakk'ın "... yapmadıkları ile de övülmelerini arzu ederler " (Al-i İmran, 188) ayetinden dolayı çirkindir. İmdi eğer "Farzedelim ki kul, Allah'ın kendisine lütfettiği nimetlerden dolayı Allah'a şükredecek-, bu tamam.. Binâenaleyh, daha nasıl kul, ana-babasına verilen nimetlerden dolayı şükredecek? Kula düşen, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetlere mukabil, Allah'a şükretmesidir.." denilirse, biz deriz ki: Allah'tan kulun ana-babasına gelen her nimetten o kula da onun eseri ulaşır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, her iki durumda da kula, Rabbine teşekkür etmeyi tavsiye edip emretmiştir. 2- Amel-i Salih Bu duada ele alınan taleplerden ikincisi de, Cenâb-ı Hakk'ın, kulunu, kendisinin hoşuna giden amelleri yapmaya muvaffak kılmasını istemektir. Bil ki, insanın, iyi güzel ve salih olduğuna inandığı şey, ikiye ayrılır: a) Hem kendince, hem de Allah katında güzel olan.. b) Kendince salih, ancak Allah katında güzel olmayan.. Binâenaleyh kul, "sâlih" olanı, kendi zannınca bu iki kısma ayırınca, Allah'dan hem kendince hem de Allah katında "salih" olan amelleri yapmaya muvaffak kılmasını talep etmiştir. Bu ayette ele alınan taleplerden üçüncüsü de, kulun, Cenâb-ı Hakk'tan, nesline salâhı vermesini talep etmesidir. Çünkü bu da, Allah'ın, bir babaya lütfettiği nimetlerin en yücelerindendir. Nitekim İbrahim (aleyhisselâm) de, "Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut. " (İbrahim, 35) demişti. Buna göre şayet, ifadesindeki fî harf-i cerri hangi anlamda getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Kelâmın takdiri, "Benim için salâhı, neslimin içine sok da, bunu onlara bağışla..." şeklindedir. Bil ki Allahü teâlâ, bu duâ edenin işte bu üç talepte bulunduğunu nakledince, bundan sonra o kimsenin, "Şüphesiz ben sana döndüm. Şüphesiz ben teslim olanlardanım.." dediğini belirtmiştir ki, bundan maksat da, duanın, ancak bir tevbesi ve kişinin müslüman olması halinde geçerli olacağını belirtmektir. Böylece bu kimsenin âdeta, "Ben, bu duaya ancak, sana, küfür ve her türlü kötülükten tevbe edip dönmemden; İslâm'a girmemden; senin emrine ve kazana inkiyât etmemden sonra yöneldim" dediği ortaya çıkmaktadır. Bil ki, bu ayetin Hazret-i Ebû Bekir hakkında nazil olduğunu söyleyenler şöyle demişlerdir: Ebû Bekir'in ana-babası da müslüman idi. Sahabe ve muhacirûn arasında, Hazret-i Ebû Bekir'den başka, ana-babasının birden müslüman olduğu görülmemiştir. Ebû Bekir'in babası, Ebû Kuhafe Osman İbn Amr; annesi de, Ümmü'l-Hayr bintu Sahr İbn Amr'dır. Ayetteki "Ve razı olacağın iyi amel yapmayı..." cümlesine gelince, İbn Abbas, şöyle der; "Cenâb-ı Hak, Hazret-i Ebû Bekir'in duasına icabet etmiş, böylece Ebû Bekir de, Allah yolunda işkenceye maruz kalan dokuz köleyi azâd etmiştir. Bilâl ve Âmir İbn Fuheyre, bunlardandır. Allah, Hazret-i Ebû Bekir'in her yaptığı iyi ve güzel şey hususunda ona destek vermiş, yardım etmiştir. Nesli Islah Cenâb-ı Hakk'ın, "Soyum-sopum hakkında da benim için, salah nasib et.." ifadesine gelince, yine İbn Abbas bu hususta da şöyle der: "Ebû Bekir'in, erkek-dişi ne kadar çocuğu varsa, hepsi iman etmiştir. Yine, Ebû Bekir müstesna, sahabeden, ana-babasının ve oğlan-kız bütün çocuklarının müslüman olması, başka hiç kimseye nasib olmamıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlara, yani bu sözü söyleyenlere gelince, onlardan (...) kabul edeceğiz,." buyurmuştur. Ayetteki bu fiil, meçhul olarak, yâ'nın dammesiyle "kabul olunacak" şeklinde okunduğu gibi, fethalı nûn ile (......) şeklinde de okunmuştur. Aynı şey, daha sonra gelen fiili için de söz konusudur. Bu iki okuyuşa göre, mana yine aynıdır. Çünkü fiil, her ne kadar meçhul olsa dahi, bu fiilin, Allah'a ait bir iş olduğu malûm olup, bu tıpkı "Daha önce geçmiş olan günahları bağışlanır.." (Enbiya, 36) ayeti gibidir. Böylece Allahü teâlâ, "İşte bunlar, işlediklerinin en güzellerini kabul edeceğimiz (...)" ifadesiyle, bu duâ ile duâ edenlerden, kendisinin zikrini öne alan ve bahsi geçen bu yola giren herkesten (salih amelini) kabul edeceğini beyan buyurmuştur. Allah'ın, o kimsenin "salih amelini kabul etmesi" ise, o kimseye bu ameline mukabil mükâfaat vermesi demektir. İmdi eğer, "Allah, daha güzelini ve aşağısını da kabul ederken, niçin, "onların yaptıklarının en güzeti"ni buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Buna şu birkaç yönden cevap verilebilir: 1) Ayetteki, "en güzel" ifadesi ile, "güzel" manası kastedilmiş olup, tıpkı, "Rabbinizden size indirilen şeyin en güzeline, yani indirilen güzel şeye tabi olun " (Zümer, 55) ayetinde olduğu gibidir. Yine bu tıpkı, "Mervan'ın İki oğlunun âdil olanı..." manasında, Nakıs ve Esecc, Mervan'ın oğullarının en âdilleridirler" denilmesi gibidir. 2) "Güzel amel", "kendisine ne sevab, ne de ikab taalluk etmeyen mubah şey" manasına olup, "ahsen" (en güzel)" ise böyle olmayandır, mendub ve farz olan herşeydir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Günahlarından vazgeçeceğimiz (kimselerdir)" buyurmuştur. Bu "Allah, bu kimselerin taatlarını kabul eder ve günahlarını bağışlar" demektir. Allahü teâlâ daha sonra, "Cennetlikler içinde" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun manası, tıpkı senin, "Kendilerine ikram ettikleri içinde bana da ikram etti, beni de onlardan saydı" manasında, "Emir, ashabından ikiyüz kişi arasında bana da ikramda bulundu" demen gibi olup, "Cennetlikler içinde olanlar ve onlardan sayılanlar" manasında olmak üzere, bu ifade "hâl" olarak mahallen mansubtur. Ayetteki, ifadesi mef'ûl-ü mutlaktır. Çünkü ayetteki, "kabul edeceğiz" ve "geçeceğiz" fiilleri, Allah tarafından, o kimselerin amellerini kabul edeceği ve günahlarını bağışlayacağı hususunda bir "va'd" olup, bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın, sıfatları böyle olanlara, işte böyle muamele edeceğini beyân etmektir ki bu, Allah tarafından olan bir vaaddir. İşte böylece Cenâb-ı Hak, bu vaadinin doğru olduğunu ve bunda hiçbir şüphe olmadığını beyân buyurmuştur. Ehl-i Dünya 17Âyetin tefsiri için bak:20 18Âyetin tefsiri için bak:20 19Âyetin tefsiri için bak:20 20"Ana ve babasına: "Öf size, benden önce nice nice nesiller gelip-geçtiği halde, beni (tekrar dirilip kabrimden) çıkarılacağımla mı tehdid ediyorsunuz?" diyen yok mu? Anası ve babası Allah'a yalvarırlar, (ona), "Yazık sana, imân et! Allah'ın vaadi şüphesiz haktır" derler. (O ise), "Bu, evvelkilerin masallarından başkası değildir" der. İşte bunlar, cinlerden ve insanlardan, ondan evvel gelip-geçmiş ümmetler arasında, üzerlerine (azab) sözü hak olmuş kimselerdir. Çünkü bunlar, hüsrana uğramış olanlardır. Herkesin, yaptıklarına göre bir derecesi vardır. (Bu), onlara hiçbir haksızlık edilmeksizin, amellerinin (karşılığı) tamamen ödensin diyedir. Kâfirlere, cehennemin karşısına getirilip gösterilecekleri gün denilir ki: "Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınız içinde yaşayıp bitirdiniz. Bunlarla safa sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere kibtlenmekte ve fısk-u fücura sapmakta olmanıza mukabil, bugün horluk azabıyla cezalandırılacaksınız". Bil ki Allahü teâlâ önceki ayette, ebeveynine itaatkâr çocuğu anlatınca, bu ayette de, ebeveynine asî olan çocuğu tavsif ederek, "Ana ve babasına "öf size ..." diyen yok mu?" buyurmuştur. Nüzul Sebebi Bu ayet hakkında şöyle iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu ayet, Abdurrahman b. Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Bu görüşü benimseyenler şöyle demişlerdir: Abdurrahman'ın ebeveyni onu İslâm'a davet etmişler ama o diretmiş ve "üff size!" demişti. Bu görüştekiler, görüşlerinin doğruluğuna da şu şekilde delil getirmişlerdir: Muaviye, halkın, oğlu Yezid'e biat etmelerini temin konusunda Mervan'a mektup yazınca Abdurrahman b. Ebî Bekir: "Siz Herakliyus (Bizans) sistemini yerleştirmek istiyorsunuz. Ne o, siz çocuklarınız lehine biat mı istiyorsunuz?" demişti. Bunun üzerine Mervan, "Ey insanlar, Abdurrahman, Allahü teâlâ'nın, hakkında, "Ana ve babasına, "Öf size..." diyen kimse"dir" dedi. b) Ayetin bu ifadesiyle belli bir şahıs kastedil mey ip, aksine bu özellikte ve karakterde olan herkes kastedilmiştir. Bu da, ana-babası tarafından hak dine çağrılıp da bu hususta direten ve hakkı kabul etmeyen herkestir. İşte bizce doğru olan, bu görüştür. Bunun delilleri şunlardır: 1) Allahü teâlâ, ebeveynine, "öf size, beni tehdid mi ediyorsunuz?" diyen bu kimseyi, "işte bunlar, cinlerden ve insanlardan, ondan evvel gelip-geçmiş ümmetler arasında, üzerlerine (azab) sözü hak olmuş kimselerdir" buyurarak tavsif etmiştir. Halbuki Abdurrahman (radıyallahü anh)'ın, imân edip, iyi bir müslüman olup, müslümanların ileri gelenlerinden olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh ayeti bu manaya hamletmek yanlış olur. Eğer onlar, "Rivayet olunduğuna göre, ebeveyni onu İslâm'a çağırıp, ona, ölümden sonra dirilişin olacağını söylediklerinde, o, "Beni, kabrimden çıkarılacağımla, yani öldükten sonra dirileceğim ile mi tehdit ediyorsunuz? Benden önce nice ümmetler gelip geçmiş. Onlardan hiçbirisinin öldükten sonra dirildiklerini görmedim. Abdullah b. Ced'ân, falanca, falanca hani nerededir?" demiştir" derlerse, biz deriz ki: "Sen bunu iyice anladığına göre, şimdi diyoruz ki, işte bunlar, ... üzerlerine (azab) sözü hak olmuş kimselerdir" ifadesinden kastedilenler, Abdurrahman'ın bahsettiği ve kendisinden önce ölmüş olanlar, o müşriklerdir, işte haklarında artık azab hükmü hak olmuş olanlar bunlardır. Velhasıl, "işte bunlar" ifadesi, "benden evvel nice nice nesiller gelip-geçti" ifâdesiyle kastedilenlere işaret olup, yoksa ana-babasına "üf size" diyen ifâdesiyle kastedilene işaret değildir. Bu, Kelbî'nin diğer görüşte olanlara karşı ileri sürdüğü bir husus olup, güzel bir izahtır. 2) O görüşün yanlış olduğu hususundaki ikinci bir izah da şöyledir: Rivayet olunduğuna göre Mervan, Abdurrahman b. Ebû Bekir hakkında böyle söyleyince, Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) bunu duyup kızdı ve "Vallahi bu ayetin maksadı o değildir. Fakat Allah, sen babanın sulbünde iken babana lanet etmiştir" dedi. 3) En güçlü bir izah olarak şu söylenebilir: Allahü teâlâ bir önceki ayette, ana-babasına itaatkâr çocuğu nitelemiş, bu ayette ise ebeveynine isyankâr çocuğa yer vermiş ve bu çocuğun vasıflarından olmak üzere, isyanda, ebeveyninin kendisini hak dine, yani Kıyamet ve dirilişe imana davet ettiğinde inkârda direttiğini, tekebbür ettiğini ve inkârı ile ilgili önemsiz ve tutarsız birtakım şüphelere ve kelimelere tutunduğunu belirtmiştir. Durum böyle olunca, ayetin bu ifadesiyle, bahsedilen sıfat ve özellikleri taşıyan her çocuk kastedilmiş olur. Dolayısıyla mutlak olan bir lafzı, belli bir şahısla kayıtlamaya gerek kalmaz. Kıraat Farkları Keşşaf sahibi şöyle der: Ayetteki, "üff" kelimesi, tenvinsiz olarak, fetha ve kesre ile üffe ve üffi olarak üc hareke ile üffen, üffün ve üffün şekillerinde okunan bir kelime olup, tıpkı, birisi dediğinde, bir ağrı-sızı duyduğu anlaşıldığı gibi, insan "ütf" dediğinde de, canının sıkıldığı anlaşılan bir sestir. Ayetteki (......) kelimesindeki lâm, beyân için getirilmiş olup, manası, "Bu uflama, sırf sizden dolayıdır, başkasından dolayı değildir" şeklindedir. Ayetteki, ifadesi, böyle iki nûn ile okunduğu gibi, tek nûn ile, şeklinde ve idğâm ile şeklinde de okunmuştur. Kimileri de bunu, nûn'un fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu okuyuşa göre sanki bu okuyuşu, iki nûn'un, iki kesresinin ve yâ harfinin bir araya gelmelerini ağır görmüş de böylece, nûnları biribirine idğâm edip, böylece de onları bire indiren kıraatin bir tahfif (hafifletme) arayışı gibi, bir kolaylık aramış ve böylece birinci nûn'u fetha okumuştur. Cenâb-ı Hak daha sonra onun "(O) "Benden evvel nice nice nesiller gelip-geçtiği halde, yani onlardan hiçbiri diriltilmemişken, beni (tekrar diriltip yerden) çıkarılacağımla mı tehdid ediyorsunuz?" sözünü nakletmiştir. Daha sonra da, "O ikisi Allah'a yalvarırlar, yani, ona ebeveyni Allah'dan yardım dilerler" buyurmuştur. Eğer "Normalde, ..: denilmeliydi?" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz: a) Bu, "Onlar, oğullarının küfründen ve inkârından ötürü Allah'a sığınırlar" demek olup, harf-i cerr hazfedildiği için, fiil, mef'ûle vasıtasız teaddî etmiştir. b) Burada bâ harf-i cerri hazfedilmiştir. Çünkü buradaki "istigâse" ile, müfessirterin de bunu, "Allah'a o ikisi dua ederler" manasına hamletmeleri gibi, "dua etmek, yalvarmak" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bu fiil ile "duâ" manası kastedilince, harf-i cerr hazfedilmiştir. Çünkü "duâ etme" fiili, bâ harfi cerrini gerektirmez. Ayetteki, "Yazık sana" ifadesi, "Bu ana-baba oğullarına, "Yazık sana" dediler" takdirinde- olup, ifadesi de, "Dirilişe inan" manasındadır. Binâenaleyh, "veyleke" kelimesi, oğulları aleyhine bir beddua olup, bununla, onun gerçekte helak olması değil de, imana karşı bir teşvik kastedilmiştir. Daha sonra yani "öldükten sonra diriliş ile ilgili ilahi vaad haktır, gerçektir" buyurulmuştur. Bunun üzerine o oğulları, onlara, "Öldükten sonra dirilme hakkındaki bu söz ve inanmamı istediğiniz bu şeyler, değersiz şeylerdir ve evvelkilerin masalları, uydurmalarıdır" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "işte bunlar, üzerlerine (azab) sözü hak olmuş kimselerdir" buyurmuştur, yani bunlar, haklarında azab hükmü verilmiş olan kimselerdir. Bu hususta şöyle iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bu ayetle, Abdurrahman b. Ebu Bekir'in kastedildiğini söyleyenler, ayetin bu ifadesiyle de ondan önce gelip-geçen ümmetlerin kastedildiğini söylemişlerdir. 2) Bu ayetle, Abdurrahman b. Ebû Bekir'in değil, aksine bu özellik ve karakterdeki her çocuğun kastedildiğini söyleyenler, bu tehdidin de işte böyle olanlara âit olduğunu söylemişlerdir. Bu ifadedeki, "gelmiş-geçmiş ümmetler arasında" ifadesi, bir önceki ayetteki, ifadesi gibi olup, biz bu ikinci ifadenin, Arapların, "İkram ettikleri arasında, bana da ikram etti" manasındaki, "Emir, ashabı arasında bana da ikram etti" ifadesi gibi olduğunu söylemiştik. Cenâb-ı Hak, daha sonra, "Çünkü bunlar hüsrana uğramış olanlardır" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki, elifnûn maddesi, "Allah'ın vaadinin hak olduğuna ve bunların hüsrana uğramış kimseler olduklarına inandı" manasında, fetha ile ... şeklinde de okunmuştur. İşe Göre Derece Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Herkesin, yaptıklarına göre bir derecesi vardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Allahü teâlâ, önce ana-babasına itaat eden çocuktan daha sonra da âsî olan çocuktan bahsetmiştir. O halde ayetin bu ifadesi sadece mü'minlere mahsustur. Çünkü ana-babasına itaatkâr mü'min için, bu konuda, farklı dereceler ve mertebeler söz konusudur. b) Ayetin bu ifadesi, her iki grubu da içine alıp bu kısımlardan her biri için, iman-küfür ve taat-mâsiyet hususlarında dereceler vardır" manasındadır. İmdi eğer,""Hadislerde cennetlikler hakkında "derece", cehennemlikler hakkında da "dereke" ifadeleri kullanıldığı halde, ayetteki bu "derece" cehennemlikler hakkında nasıl kullanılmış olabilir?" denilirse, biz buna birkaç şekilde cevap veririz: 1) Bu, "tağlîb" yoluyla (daha çok olanı esas alarak) söylenmiş bir ifadedir. 2) İbn Zeyd şöyle der: "Cennetliklerin dereceleri yukarı doğrudur, cehennemliklerin dereceleri de aşağı doğrudur." 3) Ayetteki, "dereceler" ile, artan ve yükselen mertebeler kastedilmiştir. Cennetliklerin derecelerinin artıp yükselmesi, hayırlar ve taatlar hususundadır, cehennemliklerin derecelerinin artışı ise, günah ve kötülükler hususundadır. Cenâb-ı Hak sonra "tamamen ödensin diye..." buyurmuştur. Bu ifade, nün ile "ödeyelim diye" şeklinde de okunmuş olup, bu sözden anlaşıldığı için, illet olduğu şey hazfedilmiş bir ta'lildir. Buna göre sanki, "Allah, onların amellerinin tam karşılığını vermesi; haklarına zulmetmemesi için, amellerinin karşılığını işlerine göre belirlemiş, böylece mükâfaatı derecelendirmiş, ikâbı da derekelendirmiş" denilmek istenmiştir. Allahü teâlâ, herkese hakettiğini vereceğini bildirince, söze, cehennemliklerin hallerini bildirerek başlayıp, "Kâfirlere, 'cehennemin karşısına getirilip gösterilecekleri gün..." buyurmuştur. Bu ifadenin, "kâfirlerin cehenneme girecekleri gün.." manasında olduğu söylendiği gibi, "Cehennemin dehşetini görsünler diye, cehennem onlara gösterildiği gün..." manasında olduğu da söylenmiştir. Zevki Dünyada Tüketme Cenâb-ı Hak, "(denilecek ki) "Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınız içinde yaşayıp bitirdiniz" buyurmuştur. Ibn Kesir, bunu istifham hemzesi ile ve med ile, (......) şeklinde okurken; İbn Âmir iki hemze ile ve medsiz olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise haber lafzı ile mazi sigasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre mana, "Siz, sizin için takdir edilen zevkleri ve rahatlıkları, dünyada iken tastamam yaşayıp bitirdiniz. Artık sizin için, nasibinizi böylece tastamam bitirdikten sonra, geriye hiçbirşey kalmamıştır" şeklindedir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İsteseydim, sizin en iyi, en temiz yiyip içeniniz, en güzel giyineniz olurdum. Fakat bana nasib olan güzelliklerin, geriye (ahirete) bırakılmasını istedim." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elbiselerini, bez yamalık bulamayıp, deri parçalarıyla yamalarlarken ehl-i suffe'nin yanına girdiğinde, "Bugün mü daha iyisiniz, yoksa sizden birinizin (herbirinizin) sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyeceği gün mü? yine sabah ayrı bir yemek, akşam ayrı bir yemek yediği ve evinin, tıpkı Kâ'be'nin örtündüğü gibi örtüp döşeyeceğiniz gün mü?" dedi. Ehl-i suffe, "O gün biz daha iyi oluruz" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hayır, hayır bugün daha iyisiniz" buyurdu. " Kenzu'l-Ummal 3/6226. Bu hadisi Keşşaf sahibi nakl etmiştir. Vahidî şöyle der: "Salih kimseler, mükâfaatlarının ahirette daha ileri ve mükemmel olmasını umarak, dünyada geçim darlığını ve zühdü tercih etmişlerdir. Fakat bu ayet, nimetlerden istifade etmenin yasak olduğuna delâlet etmez. Çünkü bu ayet kâfirler hakkında gelmiştir. Allahü teâlâ, kâfirleri, dünyadan istifade edip, Allah'a iman ve taatta bulunmak suretiyle nimet verene şükretmedikleri için kınamıştır. Ama mü'minler, iman etmiş olması sebebiyle, nimet verenin şükrünü edâ etmiştir. Binâenaleyh dünyada nimetlerden istifade etmesi sebebiyle mü'min kınanmaz. Bunun delili, "De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı zinetleri ve güzel-hoş şeyleri kim haram küabilt?(Araf, 32) ayetidir. Evet, nimetlerden istifade etmekten kaçınmanın, daha evlâ olacağı inkâr edilemez. Çünkü nefis, nimetlerden istifâdeyi alışkanlık haline getirdiğinde, artık onlardan uzak durması ve kendini gemlemesi zorlaşır. Bu durumda da hoş ve güzel şeylerden istifade etme meyli, insanı uygun olmayan şeyleri yapmaya sürükler. Böylece bu, biribirlerini çeken, biribirini yapmaya sevkeden şeyler cinsinden olur. İşte bu sebeple de kul, git gide Allah'dan uzaklaşma haline girer. Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte yeryüzünde haksız yere kibirlenmekte ve fısk-u fücur yapmakta olmanıza mukabil, bugün horluk azabı ile cezalandırılacaksınız" buyurmuştur, ayetteki, "hûn" horluk-hakirlik (herân) manasınadır. Nitekim bu kelime şeklinde de okunmuştur. Cenâb-ı Hak, bu azabı, şu iki şeye bağlamıştır: a) Kibirlenme ve büyüklük taslama ki bu, kalbin işlediği bir günahtır. b) Fısk-u fücur ki bu da, dış organların işlediği günahlardır. Birincisi, ikincisinden önce zikredilmiştir. Çünkü kalbin halleri, önem bakımından, uzuvların amellerinden daha ileridir. Ayetteki "kibirlenme" İle, onların, hak dini kabul etmekten ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imandan tekebbür edip, uzak durmalarının kastedilmiş olması da mümkündür. Fısk, günahlar ve kötülükler demektir. Âlimlerimiz, kâfirlerin, şeriatın (dinin) akaidi ile mükellef oldukları gibi, fer'î (ahkâmı) ile de mükellef olduklarına bu ayeti delil getirerek, "Allahü teâlâ, bunların azabını şu iki sebebe bağlamıştır: a) Kâfirleri, b) Fıskları... Buradaki fıskın, küfürden başka olması gerekir. Çünkü atıf, başkalığı gerektirir. Böylece kâfirlerin fasık (günahkâr) oluşlarının da, haklarında ilahi cezayı gerektirdiği sabit olur. Fısk ise, emredilenleri yapmamak ve yasaklananları yapmaktan başka bir manası yoktur. Allah en iyi bilendir. Ad Kavminin Akıbeti 21Âyetin tefsiri için bak:26 22Âyetin tefsiri için bak:26 23Âyetin tefsiri için bak:26 24Âyetin tefsiri için bak:26 25Âyetin tefsiri için bak:26 26"Ad kavminin hemşehrisi olan Hûd'u da an. Nitekim ondan önce de sonra da nice uyana elçiler gelip geçmiştir. Hani o kavmini Ahkâfdaki kavmini, "Allah'dan başkasına kulluk etmeyin. Gerçekten ben, üzerinize gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum" diye ikâz etmişti. Dediler ki: "Sen bizi tanrılarımıza tapmaktan döndürmek için mi bize geldin? Öyle ise bizi tehdid etmekte olduğun şeyi, eğer doğru isen haydi getir." (Hûd) dedi ki: "Bunun (ne zaman olacağının) bilgisi ancak Allah nezdindedir. Ben size, gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Fakat sizi cahiller güruhu olarak görüyorum." Artık vakta ki onu, vâdîlerine yönelerek gelen bir bulut halinde gördüler. Dediler ki: "Bu, bize yağmur verecek bir buluttur." (Hûd) da, "Hayır, bu çarçabuk gelmesini istediğiniz şeydir, bir rüzgârdır ki onda elem verici bir azab vardır. O, Rabbinin emriyle herşeyi helak edecektir, işte onlar, o hale geldiler ki, evlerinden başka birşey görünmez oldu. İşte günahkârlar güruhunu biz böyle cezalandırırız. Andolsun ki onlara, size bile vermediğimiz nice imkânlar vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalbler vermiştik. Fakat ne kulaklan, ne gözleri, ne kalbleri onlara hiçbir fayda vermedi. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini bilerek inkâr ediyorlardı. Nihayet, alay ettikleri şey, çepeçevre onları kuşatıverdi". Bil ki Allahü teâlâ, kendisinin birliğini ve peygamberlik müessesesinin hak olduğunu isbat için çeşitli deliller getirip, Mekkeliler de, dünya lezzetlerine gömülmüş oldukları ve onlar peşinde gezmeleri sebebiyle, bu delillerden yûz çevirip, bunlara iltifat etmeyince, haklarında, "Kâfirler, cehennemin karşısına getirilip gösterilecekleri gün denilir ki: "Siz bütün zevklerinizi dünya hayatınız içinde yaşayıp bitirdiniz" buyurmuştur. Durum böyle olunca da, Âd kavminin, malca, kudretçe ve makamca Mekkelilerden daha ileri olduklarını, buna rağmen küfürlerinin uğursuzluğu sebebiyle, bu azabın kendilerine musallat kılındığını beyân etmiş ve bu kıssayı, Mekkeliler ibret alıp, elde ettikleri dünyalıklarla aldanmayı bıraksınlar ve dini elde etmeye yönelsinler diye zikretmiştir. İşte bundan ötürü, Allahü teâlâ bu kıssayı burada anlatmıştır. Bu da, daha önce geçen kısma uygundur. Zira herhangi bir toplumda mevcut olan bir âdeti tenkit ve takbîh etmek isteyen kimsenin yapacağı iş darb-ı mesel getirmek ve o âdeti sürdüren kimseyi meseldekine benzer bir akıbetin beklediğini düşündürmektir. Ahkâf Ayetteki, "Ad'ın hemşehrisi olan Hûd'u ... hanrla" emri, "Ey Muhammed, kavmim Mekkelilere, Hûd (aleyhisselâm)'dan bahset. Çünkü Hûd, kavmini, iman etmezlerse, Allah'ın azabının geleceğini söyleyerek ikaz etmişti" demektir. Ayetteki hakkında Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Hıfk" kelimesi, uzun, eğri-bûğrû kum yığını manasına olup, böyle kum yığınlarına "mahkût" denilir". Ferrâ da şöyle demiştir: "Ahkâf'ın müfredi "hıfk"dır. Hıfk, büyük olmayan, kesik-kesik ve eğri-büğrü olan kum yığını demektir." İbn Abbas (radıyallahü anh), "Ahkâf "in, Uman ile Mühre arasında bir vadi olduğunu söylemiştir. "Nüzür", inzâr (ikaz) edici manasındaki "nezir" kelimesinin çoğuludur. deyimi, "önünde",,deyimi de "arkasında" demektir. Buna göre mana, "Hûd (aleyhisselâm) kavmini uyarmış ve onlara, "Allah'dan başkasına tapmayın, çünkü başınıza, o azabın gelmesinden korkuyorum" demiştir" şeklindedir. Bil ki, Hûd (aleyhisselâm)'dan önce gönderilmiş peygamberler ile, ondan sonra gönderilmiş bütün peygamberler, aynen onun gibi tnzarda bulunmuşlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin "Sen, bizi (...) döndürmek için mi geldin?" dediklerini anlatmıştır. "İlk", çevirmek, alıkoymak manasınadır. Nitekim Arapça'da, "O, onu görüşünden çevirdi" manasında, denilir. Bu idadenin manasının, "Sen bizi çeşitli yalanlarla, ilahlarımızdan ve onlara ibadet etmekten kaydırmak için mi geldin?" şeklinde olduğu söylenmiştir. "O halde şimdi, eğer vaadinde doğru isen, müşrik olduğumuz için başımıza gelecek diye bizi tehdid ettiğin o şeyi getir." İşte bu noktada Hud (aleyhisselâm), "Bunun bilgisi ancak Allah katındadır" demiştir. Hûd (aleyhisselâm)'un bu sözü, onların, "O halde şimdi, bizi tehdid ettiğin o şeyi getir" şeklindeki sözlerine cevap olmaya elverişli bir sözdür. Çünkü onların bu sözleri, o azabın hemen gelmesini istemektir. İşte bundan dolayı Hûd (aleyhisselâm) onlara, "bu azabın ne zaman olacağı hususundaki bilgi bende değildir. Bunun bilgisi ancak Allah katındadır. Ben size, benimle gönderilen mesajı size tebliğ ediyorum. Bu da sizi o azabtan sakındırmak, o azab hususunda ikaz etmektir. Fakat o azabın ne zaman olacağı bilgisini Allah bana vahyetmedi. Ne var ki ben sizi, câhil bir toplum olarak görüyorum" dedi. Hûd (aleyhisselâm)'un bu sözü şu manalara gelir: a) Sizler, peygamberlerin, kendilerine müsaade edilmeyen şeyler hakkında, sorulmak için gönderilmeyip, ancak bir tebliğci olarak gönderildiklerini bilmiyorsunuz. b) Ben sizi, inkârınızda ve cahilliğinizde ısrarlı olduğunuz için câhil bir toplum olarak görüyorum. Böylece bu aşırı cehaletiniz ve utanmazlığınız sebebiyle, o azabın size ineceği vaktin yakın olduğu zannı bana galiptir. c) Ben, sizi, o azabı istemekte ısrar edenler olmanızdan ötürü, câhil bir toplum olarak görüyorum. Farzedelim ki benim doğru olduğumu anlamadınız. Fakat yalancı olduğum da tarafınızdan kesin olarak bilinmemektedir. Öyleyse, sizin bu azabı, böylesine ısrarla istemeniz, büyük bir cehalettir. O Azabın Mahiyeti Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık vakta ki onu gördüler..." buyurmuştur. Müberred, buradaki, uonu" zamiri hakkında şu iki görüşü ileri sürmüştür: a) Bu zamir, ayette daha önce bahsi geçmeyen "arız" kelimesiyle açıklanan şeye râcîdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "Onun üstünde hiçbir canlı bırakmadı" (Nahl, 61) buyurmuş, buradaki "onun""zamirinin anlattığı "yeryüzü"nü, malum olduğu için zikretmemiştir. Bu ayetteki zamir de aynı şekilde, bulutları anlatmaktadır. Sanki, "onlar o bulutun arız (peydah) olduğunu görünce... " demektir. Bu, Zeccac'ın tercih ettiği görüştür ki, bu durumda bu, "tefsir şartı üzere olmayan bir izmâr" kabilinden olur. b) Bu zamirin, (......) ifâdesindeki (......)ya raci olması... Buna göre kelamın takdiri, "Onlar tehdit olunageldikleri o şeyin ortaya çıktığını görünce ..." şeklinde olur. Ebû Zeyd de, gökyüzünün bir tarafında gözüküp, daha sonra kaybolan, gizli kalan buluttur" demiştir hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: "Âd kavmine, günlerce yağmur yağmamıştı. Derken Allah, onlara simsiyah bir bulut gönderdi. Ve bu bulut, o kavme el-Muğfs ismi verilen bir vadiden gözüktü. Onlar onun kendi vadilerinden geldiğini görünce sevindiler ve "Bu, bize yağmur yağdıracak olan "ând"dır, buluttur" dediler." Denildiğine göre, Hûd (aleyhisselâm) kavmi arasında bulunuyordu. Derken, çok yağmur yağdıracağı zannedilen simsiyah bir bulut çıktı. Onlar, "Bu, bize yağmur yağdıracak buluttur" dediler de, bunun üzerine Hûd (aleyhisselâm), "Hayır, bu, sizin hemen gelmesini istediğiniz o azabür" dedi; sonra da onun ne olduğunu beyân etmek üzere, "Bu, kendisinde elem verici bir azabın bulunduğu rüzgârdır" dedi, daha sonra da bu rüzgârı niteleyip tavsif etmek için yani, "İnsan, hayvan ve bitki namma ne varsa, Rabbinin emriyle imha eder" buyurdu. Ki bu, "Bu, yıldızların tesirinden ve biraraya gelmelerinden kaynaklanan bir şey değil, tam aksine bu, doğrudan doğruya, size azâb etmek için Allah'ın kudretiyle meydana gelen şeydir" demektir. Yalnız Binaya Dokunmayan Azab Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, yani Ad kavmi, o hale geldiler ki, evlerinden başka bir şey görünmez oldu" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Rivayet olunduğuna göre o rüzgâr, onların çadırlarını kaldırıp, onları havaya yükseltti. Böylece onlar, adeta birer çekirge gibi gözükür oldular.. Ve yine rivayet edildiğine göre, bu azabı ilk gören, onlardan bir kadın oldu. Bu kadın, "Ben, içinde tıpkı ateşin alevleri gibi şeyler bulunan bir rüzgâr gördüm.." dedi. Yine rivayet olunduğuna göre, onların, bunun efîm bir azâb olduğunu anladıkları şeyin ilki, onların, çölde bulunan adamlarının ve hayvanlarının, o rüzgâr sebebiyle gökle yer arasında uçuyor olduklarını görmeleridir... Bunun üzerine onlar da, evlerine girdiler ve kapılarını kapadılar. Derken, o rüzgâr o kapıları, yukarı kaldırdı ve o kimseleri de yere vurup baydı.. Derken, Allahü teâlâ, onların üzerini kumlarla yığdı. Onlar, bu yığınların altında, inleyerek bir hafta kaldılar. Daha sonra, yine aynı rüzgâr, üzerlerindeki o kum yığınlarını kaldırdı; o insanları da denizlere fırlattı. Yine rivayet olunduğuna göre Hûd (aleyhisselâm), o rüzgârın geleceğini anlayınca, hem kendisi hem de mü'minler için, fışkıran bir pınarın yanına bir çizgi çizdi... Böylece, mü'minler ve Hûd (aleyhisselâm)'a isabet eden o rüzgâr, yumuşak, rahatlatıcı ve hoş oldu; Âd kavmine isabet eden rüzgâr ise, onları yerden kaldırıp göklerde uçurarak, yerlere salıyordu... Mucizenin eseri, işte, rüzgârın böyle farklı farklı oluşuyla zuhur etmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah, rüzgârları idare eden melege, Ad kavmi üzerine, bir yüzük kadar, rüzgâr salıvermesini emretmiştir." Ama, bu kadarı bile, onları tamamiyle helak etmeye yetmiştir. Bu sözün maksadı, Allah'ın kudretinin mükemmel olduğunu ortaya koymaktır. Yine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, rüzgâr gördüğünde korkarak, şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Ey Allahım, senden, o rüzgârların hayrını ve o rüzgârlarla gönderilen şeyin hayırlısını isterim; o rüzgârların kötülüğünden ve o rüzgârla gönderilen şeyin şerrinden de sana sığınırım." Müslim, istiska, 15(2/616). İkinci Mesele Asım ve Hamza, yâ ve yâ'nın zammesi ile, (......) kelimesinin nûn'unun dammesi ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Ki Kisaî, bu okuyuşa göre, bunun anlamının, "Onların meskenlerinden başka hiçbir şey görülür olmadı" şeklinde olduğunu söylemiştir. Nafi, İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir ve Kisaî, muhatap sigasıyla, "görmezsin..." şeklinde okumuşlardır ki, buna göre mana, "Ey muhatap, sen ... göremezsin" şeklinde olur. Asım'dan gelen rivayetlerin birinde Asım, bu ifadeyi, tâ ile nûn'un dammesi ile de, (......) şeklinde okumuştur ki bu kıraat, Hasan el-Basri'nin kıraatidir. Buna göre cümlenin anlamı, "Ad kavminin kalıntılarından, meskenlerinden başka hiçbir şey görünür olmadı..." şeklinde olur. Cumhur, bu kıraatin kuvvetli olmadığını söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte günahkârlar güruhunu biz böyle cezalandırırız..." buyurmuştur ki, bu ifadenin maksadı, Mekke kâfirlerini korkutmaktır. Buna göre şayet, "Allah, "Halbuki sen içlerinde iken (habibim), Allah onları imha etmez" (Enfal, 33) buyurduğuna göre, daha nasıl böyle bir korkutma mevzûbahs olabilir?" denilirse biz deriz ki: O ayet, işin (nübüvvetin) sonuna doğru nazil olmuştur. Binâenaleyh, bu vakitten önce bir korkutma söz konusudur. Daha İmkânlı Olanların İmhası Daha sonra Cenâb-ı Hak, Mekke kâfirlerini korkutmuş, kuvvet ve beden cihetinden, Âd kavminin, kendilerinden daha ileri olduğunu beyân ederek, "Andolsun ki onlara size bile vermediğimiz imkânlar vermiştik "Andolsun ki, onlara, size bile vermediğimiz imkânlardan nice imkânlar vermiştik" buyurmuştur. Müberred şöyle der (......)'daki (olumsuzluk anlamında olan) anlamındadır, Buna göre ifadenin anlamı, "Andolsun ki, biz o Âd kavmine imkân ve güç verdiğimiz şeyler hususunda, size herhangi bir imkân ve güç vermedik" şeklinde olur. Ki bu da, "Şüphesiz onlar, sizden daha kuvvetli ve daha varlıklı idiler.." demektir. İbn Kuteybe de, buradaki (......) harfinin zait olduğunu söylemiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Biz, size imkân ve güç verdiğimiz hususlarda, onlara da imkân vermiştik" şeklinde olur. İbn Kuteybenin bu görüşü, şu bakımlardan yanlıştır: 1) Allah'ın kitabından, bir harfin daha manasız ve boş olduğuna, hiçbir kimse hükmedemez. 2) Bu sözün maksadı şudur: "Onlar, kuvvetçe sizden daha üstün idiler. Ama, kuvvetçe ileri olmalarına rağmen, ilahî cezadan kurtulamamışlardır. Öyleyse, ya sizin haliniz nice olur?" Böyle bir mana, ayetin ancak, onların Mekkelilerden daha güçlü kuvvetli olduklarına delâlet etmesi durumunda tam olur. 3) Diğer ayetler de bu anlamı ifâde etmektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar mal ve metâ'ca da, gösterişçe de daha güzeldiler"(Meryem,73) ve "... kuvvetçe ve yer (yüzün) deki eserlerce de daha güçlü ve satvetli idiler..." (Mümin, 82) buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara kulaklar, gözler ve kalbler vermiştik.." buyurmuştur ki, bu, "Biz onlara, her türlü nimet kapılarını açtık; onlara kulak verdik, ama onlar bu kulaklarını, delilleri dinlemede, göz verdik, ama onlar bu gözleri ibret alınacak şeyleri düşünmede ve onlara kalbler verdik, ama onlar bu gönülleri, marifetullahı talep etmede kullanmadılar. Tam aksine onlar, bütün bu kuvvetlerini, dünyayı ve onun zevklerini elde etmek için kullandılar. İşte bu sebeple de hiç şüphesiz, onların kulakları, gözleri ve gönülleri, Allah'ın azabından, herhangi bir şeyi onlardan savuşturamamıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların kulaklarının, gözlerinin ve gönüllerinin, onların, Allah'ın ayetlerini inkâr edici olmaları sebebiyle fayda vermediğini beyan buyurmuştur. Çünkü ayetteki, "Çünkü onlar... bilerek inkâr ediyorlardı" ifadesi, bir illet ve bazan sebep bildirmek için kullanılır. Çünkü sen meselâ, "Yaramazlık yaptığı için, onu dövdüm" ifadesini kullanırsın ki bu, (......) demektir. Bu ayette, Mekkelileri korkutma ve tehdit vardır. Çünkü, Ad kavmi, dünyalarına mağrur olup, delili ve hücceti kabul etmekten yüz çevirip ona yanaşmayınca, onların başına iste bu ilahî azab gelmiş; onların kuvvetleri ve malca zenginlikleri fayda vermemiştir. Binâenaleyh, Mekkelilerin aciz ve zayıf olmalarından dolayı, ilahî azâbtan haydi haydi sakınmaları ve korkmaları gerekir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet, alay ettikleri şey çepeçevre onlan kuşatıverdi" buyurmuştur. Yani, "Onlar ilahi azabın gelmesini istiyorlardı. Ama, onlar bunu, İstihza yollu istiyorlardı.." demektir. Allah en iyisini bilir. Sahte Tanrılar 27Âyetin tefsiri için bak:28 28"Andolsun ki biz, kendi çevrenizdeki memleketleri imha ettik. Ayetleri, belki onlar (küfürden imana) dönerler diye, türlü türlü açıkladık. O vakit, Allah'tan başka şefaatçi edindikleri tanrılar onlara yardım etmeli değil mi? Bilakis bunlar, kendilerinden uzaklaşarak kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır, uydurmakta oldukları şeydir...". Bil ki, bu ayetten kastedilen mana, "Ey Mekke kâfirleri, andolsun ki biz, sizin memleketlerinizin etrafında olanları helak etmiştik..." şeklinde olup, bunlar da, Yemen ve Şam'daki Âd ve Semud kavimleridir. "Ayetlerimizi onlara iyice açıkladık; Ta ki böylece belki o memlekettekiler küfürden imana dönerler" şeklindedir. Buradaki "tasrifu'l-ayât" ifâdesi ile, helak etmeden önce meydana gelmiş olan, o korkunç hallerin beyânı kastedilmiştir. Cübbâî şöyle der: "Ayetteki (......) ifâdesinin manası, "küfürlerinden dönsünler diye" şeklindedir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın, o kâfirlerin küfürlerinden dönmelerini istediğine; küfürlerinde ısrar etmelerini istemediğine delâlet etmektedir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, "Allah, o şeyi başkasının yapması halinde, işte bu mezkûr irâdeden dolayı yapacak olduğu şeyi yapmıştır" demektir. Biz bu tevili, Cenâb-ı Hakk'ın, kâinatta ne varsa, onların irâde edicisi olduğuna delâlet eden delillerden dolayı benimsedik. Şirke Kayma Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O vakit, Allah'tan başka şefaatçi edindikleri tanrılar onlara yardım etmeli değil mi?!" buyurmuştur. "Kurbân", sayesinde Allah'a yaklaşılan şeydir. Buna göre mana, "Onlar o putları, sayelerinde Allah'a yaklaşacaklarını umurak aracı edindiler" şeklinde olur. Çünkü onlar, "Bunlar (bu putlar) Allah yanında bizim şefaatçilerimizde" (Yunus, 18) ve "Biz, bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" (Zümer, 3) demişlerdir. Ayetin İ'rabı Ayetin i'râbı hususunda, şu izah şekilleri vardır: 1) Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadedeki "edindiler" fiilinin iki mef'ûlünden biri olan ve 'ye râci olanı hazfedilmiştir. Diğeri de, (......) kelimesidir, (......) kelimesi de haldir." Bu izaha, "iki mef'ûl alan fiilin anlamı, ancak, iki mef'ûlün de lafzan zikredilmesiyle tamam olur. Halbuki, cümlede hâl kelimesinin getirilmesi, o cümlenin bittiğini ihsas ettirir. O halde, iki mef'ûlün arasına, hâl kelimesini getirip sokmanın, asl olan şeyin hilâfına bir hareket tarzı olduğunda şüphe yoktur.." diye karşı çıkılmıştır. 2) Bazı kimseler de, (......) kelimesinin, bu fiilin ikinci mef'ûlü olduğunu ve birincisine, yani (......) kelimesine takdim edilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu izaha da, "Bu, cümlenin, 'ye râci olacak olan zamirden halî ve uzak olduğu neticesine götürür" şeklinde karşı çıkılmıştır. 3) Muhakkik bazı alimler şöyle demişlerdir: "Bu fiilin iki mef'ûlünden birisi zamir olup, bu (......)'ye raci olandır, ikinci mef'ûl; de, atf-ı beyân kabûl edilebilir. Bu ayetin i'râbı hakkındaki görüşleri anladığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Bu ayetin maksadı şudur: "Allah'ın imha ettiği bu kimselere, kendilerine taptıkları ve onlara ibadet etmeleri sebebiyle onları Allah'a yaklaştıracaklarını ve kendilerine şefaatçi olacaklarını iddia ettiği bu nesneler, onlara yardım etmeli değil miydi?! (Yardım etmeleri şöyle dursun!) tam aksine, o putlar kendilerine tapanlardan uzaklaştılar. Onlara yardım etme konusunda kayboldular..." Ki bu, onların taptıkları o putların, onlara yardımcı olmalarının imkânsız olduğuna bir işarettir. İfk Kelimesindeki Kıraatler Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, onların yalanlandır" buyurmuştur. Yani, "Bu imkânsızlık, onların o putları ilâh edinmeleri demek olan "ifk"lerinin, yatanlarının eseri, şirklerinin ürünü ve Allah'ın ortaklan olduğunu söyleme yalanının, yani Allah'a iftiralarının neticesidir" demektir. Keşşaf sahibi, "ifk" kelimesinin, "efk" şeklinde de okunduğunu söylemiştir ki bu durumda, İfk ve efk kelimeleri hazr ve hızr gibi olur. Yine bu ifâde, fâ'nın ve kâfin fethasıyla, (efekehum...) şeklinde de okunmuştur ki, bu, "Eser ve semeresi bu olan durum, onları haktan çevirdi" demektir. Yine bu ifâde, ileri bir mana ifâde etmesi için, şeddeli olarak (effekuhum...) şeklinde de okunmuştur. Yine, "Bu putlar edinme, onları yalancılar kıldı.." anlamında, (fiil olarak), ve şeklinde de okunmuştur. Yani, "Onların sözü, Ifk'dir" demek olup, bu da, "sözlü yalanla karşılıktır" demektir ki, bu da senin, "yalancı söz" demen gibi olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "uydurmakta oldukları şeydir..." buyurmuştur ki, bu, "Bu, Allah'a ortaklar isnad etme hususunda onların bir yalanlan ve iftiralarıdır" demektir. Allah, en iyisini bilendir. Kur'ân'a İnanan Cinler 29Âyetin tefsiri için bak:32 30Âyetin tefsiri için bak:32 31Âyetin tefsiri için bak:32 32"Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir taifeyi, Kur'ân dinlemeleri için sana (doğru) sevketmiştik. İşte bunlar, onun huzuruna gelince, (biribirine), "susun!" demişler, (okuması) bitirilince de, ikaz etmeye memur olarak, kavimlerine dönmüşlerdi. Ve, "Ey kavmimiz, hakikat biz, Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdik eden, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine icabet edin. Ona iman edin ki, (Allah), sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi çok elem verici bir azâbtan kurtarsın. Kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, o yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacak değildir. Onun Allah'tan başka yardımcıları da yoktur. Onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler" dediler" Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, insanlar arasında iman edenler ve kâfir olanlar bulunduğunu beyan ettiği gibi, cinler arasında da iman edenler ile küfredenler bulunduğunu; iman edenlerine mükâfaat verildiğini, kâfir olanlarının da ilahî ceza ile başbaşa kalacaklarını beyan buyurmuştur. Ayetin bahsettiği bu hâdisenin nasıl olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: Taif Dönüşünde Cinler Birinci Görüş: Said ibn Cübeyr şöyle der: "Cinler (gökyüzünden) kulak hırsızlığı yapıyorlardı. Derken onlar, bu işten men edilip kovulunca, "Gökte meydana gelen bu hâdise, ancak yerde meydana gelen bir şeyden dolayı gelmiştir.." dediler de, böylece bunun sebebini araştırmaya başladılar. Derken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekkelilerin kendisine icabet edeceklerinden ümitsizliğe düşünce, ahalisini İslâm'a davet etmek maksadıyla Taif yolculuğuna çıktı. Mekke'ye dönünce de, Batn-ı Nahl denilen bir yerde sabah namazında Kur'ân okumaya koyuldu. Derken, kendisine Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir grup uğradı, rastladı. Zira İblis, bunları, göklerin taşlanmak suretiyle korunmasını ve gözetilmesini gerektiren sebebi anlamaları için göndermişti.. Derken, işte okunan o Kur'ân'ı duydular ve sebebin bu olduğunu anladılar.." İkinci Görüş: Allahü teâlâ, peygamberine, cinleri de inzâr etmesini, onları kendisine davet etmesini ve onlara Kur'ân okumasını emretmişti. Böylece Allah, o peygamberden o Kur'ân'ı dinlesinler de kavimlerini uyarsınlar diye, bir grup cinni, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e göndermişti. Cinlerin Mükellef Olması Bu söylediğimiz şeye, şu birtakım talî meseleler dayanmaktadır: 1) Kadî'den, tefsirinde, ayetteki "ctn"i açıklarken şöyle dediği nakledilmiştir: "Bunlar, Yahudi idiler. Çünkü, insanlar arasında Hristiyan, Yahudi, Mecusî, Putperest gibi milletler bulunduğu gibi, cinler arasında da var idi.." Muhakkik ulemâ, cinlerin mükellef olduğu hususunda mutabıktırlar. Ibn Abbas'a, "Cinler için mükâfaat ve sevap söz konusu mudur?" diye sorulduğunda o, "Evet, onların lehine olmak üzere, mükâfaat olduğu gibi, aleyhlerine de ikab ve ceza vardır. Cennette onlarla karşılaşılır ve onlar cennet kapılarının önünde bir izdiham meydana getirirler" dedi. 2) Keşsaf sahibi şöyle der: "Nefer, on kişiden aşağı olan gruba denilip, bu kelime, "enfârun" şeklinde çoğul yapılır." Muhammed İbn Cerir et-Taberî, Ibn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu cinler, Nusaybin ehlinden (cinlerinden) olmak üzere yedi tane idiler. Böylece, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) onları, kendi kavimlerine elçiler yapmıştı.." Zira İbn Hubeys'in de, "Onlar dokuz tane idi; onlardan birisi de Tevbe'a'dır" dediği rivayet edilmiştir. Katade'den de, "Bize, onların o peygambere Sâve'den geldikleri anlatıldı.." dediği nakledilmiştir. 3) Alimler, cinlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiği gecede, İbn Mes'üd'un Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le beraber olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu husustaki rivayetler muhtelif olup, meşhurdurlar. 4) Kâdî, tefsirinde, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir ihtiyar, değneğine dayanmış olarak geldiğinde, ben Allah'ın Resulü ile beraber Mekke dağlarında idim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Cinnî yürüyüşü ve nağmesi mi?.." dedi, bunun üzerine o ihtiyar da, "Evet." dedi. Müteakiben, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hangi cinlerdensin?"deyince o, "Ben, Hâme İbn Heym İbn Lâhs İbn İblisim.."diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Seninle İblis arasında, ancak iki atanın geçmiş olduğunu görmekteyim... Binâenaleyh, senin üzerinden ne kadar yıl geçti?" deyince, bu cin, "Pek azı müstesna, dünyanın ömrünü yedim (yaşadım). Ben, Kabil Hâbil'i öldürürken, tepeler arasında geziyordum" dedi ve gelip geçmiş olaylar hakkında pekçok şey anlattı. Anlattıkları arasında şu da vardı: Bana, Isâ İbn Meryem, "Eğer Muhammed'le karşılaşırsan, benden ona selâm söyle" dedi.. Ben de, onun selâmını şu anda sana tebliğ ettim ve sana da iman ettim.." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "isa'ya selam olsun. Ey Hâme, sana da selâm olsun, ihtiyacın nedir?" deyince, O, "Musa bana, Tevrat'ı, Isa da bana, incil'i öğretti. O halde, sen de bana Kur'ân'ı öğret" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, on sûre öğretti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ahirete göçtüğünde, bu cin yaşamaya devam ediyordu. Zira vefat haberini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirmemiştir. Ömer Ibnu'l-Hattab da, "Ben onun halâ yaşadığını sanıyorum" demiştir. Bil ki, cin hadisesiyle ilgili sözümüzün tamamı, Cin Sûresi'nde geçmektedir. İkinci Mesele Alimler "Hatırla ki, onu cinlerden bir taifeyi sana (doğru) sevkettik" cümlesinin tefsiri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları şöyle demiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cinlere de Kur'ân okumayı amaçlayınca, Allahü teâlâ, cinlerin kalblerine Kur'ân'ı dinleme hususunda bir arzu ve istek ilham etti. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "sana (doğru) sevkettik" buyurmuştur. Cinlerin Tebliği Dinlemeleri Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte bunlar, onun huzuruna gelince..." buyurmuştur. Buradaki "onun" zamiri; ya Kur'ân'a, yahut da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e râcîdir "dediler", yani, birbirlerine, "susun", dinleyiciler olarak sesinizi kesin de dinleyin.." dediler. Zira Arapça'da, "Şunun için sustu, şunun için, susmasını İstedi.." ifadeleri kullanılır. Hazret-i Peygamber okumasını bitirince, "...ikaz etmeye memur olarak, kavimlerine dönmüşlerdi..."Yani, "Onlar, kavimlerini inzâr ediciler olarak döndüler" demektir. Bu ise ancak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i dinleyen cinlerin, iman etmelerinden sonra olabilecek bir husustur. Çünkü onlar başkalarını, Kur'ân'ı dinlemeye ve onu tasdik etmeye ancak kendileri iman etmeleri halinde davet edebilirler.. Hemcinslerini Hakka Çağırmaları İşte bu noktada, "Ey kavmimiz, biz, Musa'dan sonra indirilmiş olan ... bir kitap dinledik.." dediler ve bu kitabı şu iki vasıfla nitelediler: a) Kendinden öncekileri, yani önceki peygamberlerin kitaplarını tasdik edici olarak.. Buna göre mana, "Diğer peygamberlerin kitapları da, Allah'ın birliğine, nübüvvet müessesesinin ve ahiretin hak oluşuna; daveti ve iyi huylarla temizlenmeyi emretmeyi ihtiva ettiği gibi bu kitap da, bu aynı hususları kapsamaktadır. b) Bu kitabın, hakka ve dosdoğru yola iletici olması... Bil ki, bu vasıflardan birincisi, bu kitabın, bu âlî, yüce ve kıymetli gayelere davet etme hususunda, diğer ilahî kitaplara denkliğini; ikinci vasıf da, Kur'ân'ın kapsadığı bu gayelerin, hak ve bizatihî doğru gayeler ve Kur'an'dan önce bu hususları dile getiren kitaplar ister gelmiş, İsterse gelmiş olmasın, herkesin aklı ile bunların böyle olduğunu bilebileceğini, anlayacağını ifade eder. İmdi eğer: "O cinler, nasıl, "Musa (aleyhisselâm)'dan sonra..." demişlerdir?" denilirse, biz, Hasan el-Basrî'nin, "Onlar yahudî idiler" dediğini nakletmiştik.. İbn Abbas'tan da, "Cinler, Hazret-i İsa'nın nübüvvetini duymadılar. İste bundan dolayı "Musa'dan sonra" dediler" dediği rivayet olunmuştur. Daha sonra cinler, Kur'ân'ı bu üstün sıfatlarla tavsif edince, "Eykavmimiz, Allah'ın davetçisine icabet edin.." dediler. Alimler, ayetteki, '-Allah'ın da'vetçisi" ifadesiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mi, yoksa Cebrail (aleyhisselâm)'in mi kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Doğruya en yakın olan, bunun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olmasıdır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu vasfın mutlak olarak kendisi hakkında kullanıldığı kimsedir. Bil ki, "Allah'ın davetçisine icabet edin.." hakkında, şu iki mesele vardır: İns ve Cin Peygamberi Bu ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, insanlara gönderilmiş bir peygamber olması gibi; cinlere de gönderilmiş bir peygamber olduğuna delâlet eder. Mukatil de, "Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce hiçbir peygamberi, hem insanlara hem de cinlere peygamber olarak göndermemiştir" demiştir. İkinci Mesele Bu ifâdedeki emir, emredilen her şey hususunda vücûb ifâde eden bir emirdir. Dolayısıyla bu ifâdenin içine, İman etme emri de girmektedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, iman, dindeki mükellefiyetlerin en önemlisi ve en kıymetlisi olduğu için, özellikle yeniden "iman" lafzına yer verilerek, "iman edin" denilmiştir ki, Kur'ân'ın âdeti de hep böyle olagelmiştir. Zira Kur'ân, ilk önce genel bir lafza yer verir, daha sonra da o lafza, nev'inin en kıymetlisini atfeder. Bu, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "... meleklerine ve Cebrail'e..." (Bakara, 98) ve "hani biz peygamberden misaklarını almıştık. Senden de, Nuh'tan da..."(Ahzab, 7) ayetlerinde böyledir. İcabet Af Sebebi Cenâb-ı Hak, ona İman etmeyi emredince, bu imanın sağladığı faydayı da belirterek, "(Allah), sizin günahlarınızı bağışlasın" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Bazıları, ifâdesinin başındaki in zaide olduğunu, dolayısıyla mananın, "Sizin için günahlarınızı bağışlasın.." şeklinde olduğunu söylerlerken, "Hayır, burada harf-i cer'inin getirilmesi, "iktidar-i gaye" ifâde eder.. Buna göre de mananın, "Bağışlama işi, günahları bağışlama ile başlar, daha sonra bu iş, o kimsenin daha evlâ ve daha mükemmel olanı yapmamadan dolayı meydana gelen hatalarını bağışlamaya raci olur.." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Cinlerin Ahîret Mutluluğu Alimler, cinler için mükâfaatın olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, "Onlar için, cehennemden kurtarmanın dışında bir mükâfaat yoktur. Onlara, tıpkı hayvanlar gibi, "Toprak olunuz.." denilecektir.." denilmiştir. Bu görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğu hususunda Cenâb-ı Hakk'ın bir azâbten kurtarsın... " ifadesine tutunmuşlardır. Bu, Ebû Hanife'nin görüşüdür. Doğru olan ise, onların, tıpkı insanoğlu hükmünde olmaları, böylece de, taatlarından dolayı mükâfaata; günahlarından dolayı da İlâhi cezaya müstahak olmalarıdır. Bu görüş, Ibn Ebî Leylâ ve Malik'in görüşüdür. Bu konuda Malik'le Ebû Hanife arasında bir münazara geçmiştir... Dahhâk şöyle demektedir: "Bunlar cennete girecekler, yiyip içeceklerdir. Bu görüşümün doğruluğunun delili de şudur: Beşerin yaptığı taatlardan dolayı, mükâfaat elde edeceğine delâlet eden her delil, aynen cinler hakkında da mevcuttur.." Halbuki, bu iki mesele arasındaki fark, cidden son derece fazladır. Bil ki bu cin, kavmine, peygambere icabet etmelerini, ona iman etmelerini emredince, onları, bu icabeti terketmeleri konusunda uyarmış ve "Kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, o, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacak değildir" demiştir. Yani, "Kaçan hiçbir kimse, O'ndan kurtulamaz ve hiçbir şey O'nun hükmünün önüne geçemez" demektir ki bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şu hakikati da şüphesiz anladık ki: Yer(yüzün)de de, Allah'ı asla aciz bırakamayız"(Cin,,12) ayetidir. Cin (sözüne devamla), "Onun için, Allah'tan başka ne bir dost, ne bir yardımcı, ne bir savunucu bulamayız" demiş, sonra da bunların apaçık bir sapıklık içinde bulunduklarını beyân etmiştir. İlk Yaratan Diriltir 33Âyetin tefsiri için bak:34 34"Hâlâ şu hakikat anlamadılar mı ki: Gökleri, yeri yaratmış, onları yaratmaktan yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet O, her şeye elbette kadirdir. O kâfirler ateşin karşısına tutulacakları gün, "Bu (azâb), pekçok değil miymiş?" denilecek... Onlar, "Evet, Rabbimize andolsun ki (gerçektir)" diyecekler. (Allah da), "küfretmenize mukabil) tadın azabı" buyuracak". Ayetle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, kadir, hakîm ve hür irâde sahibi bir ilâhın varlığına delâlet eden şeyi getirmiş, daha sonra buna, a) Putlara tapma inancının yanlışlığını ve b) Nübüvvet müessesesinin haklılığını dayamış, Mekkeli müşriklerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini tenkid ile ilgili şüphelerini zikretmiş ve bunlara cevap vermiştir. Allah, Mekke kâfirlerinin delilleri kabul etmeyişlerinin, çoğunun dünyaya aldanmaları dünyanın hoş ve leziz şeylerini tastamam-eksiksiz elde etmek için dünyaya dalmaları ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e boyun eğmenin kendilerine ağır gelmesi sebebiyle olduğunu bildirmiş ve bunlara Âd kavmini misal getirmiştir. Çünkü onlar, dünya menfaatlarını elde etme açısından, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminden daha ileri idiler. Binâenaleyh onlar küfürlerinde ısrar edince, Allah onları bile yok etmiş-helâk etmiştir. Binâenaleyh bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkârda ısrar etmeleri halinde, Mekkeliler için bir korkutma olmuştur. Cenâb-ı Hak, daha sonra da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in insanlara peygamber olduğunu anlatmış, peşisıra da onun cinler arasında da peygamber olduğunu belirtmiştir. İste burada tevhid ve nübüvvet hususundaki söz tamamlanmış; bu iki hususun peşinden de âhiret meselesini ele almıştır. Kim yaptığımız bu açıklama üzerinde iyice düşünürse, Kur'ân'ın tamamının maksadının, tevhidi, nübüvveti ve meâdî (âhireti) anlatmak olduğunu anlar. Kur'ân-ı Kerim'deki kıssaların anlatılış maksadı da, yine bu esasları ortaya koyma hususundaki darb-ı meseller gibidir. İkinci Mesele Bu ayetin maksadı, Allahü teâlâ'nın, öldükten sonra diriltmeye kadir olduğuna delil getirmektir ve bu şöyledir: Allahü teâlâ, bu sûrenin başında göklerin ve yerin yaratıcısının kendisi olduğuna dâir delil getirmiştir. Gökleri ve yeri yaratmanın, öldükten sonra insanı yeniden hayata döndürmekten daha zor ve daha büyük bir iş olduğunda şüphe yoktur. En zor ve en mükemmele kadir olan, daha kolay ve daha azına haydi haydi olur. Cenâb-ı Hak daha sonra bu ayetini "O, herşeye, elbette kadirdir" cümlesiyle tamamlamıştır. Bundan murad şudur: Ruhun, bedenle alaka kurması "mümkin" işlerdendir. Eğer bu, aslında mümkin olmasaydı, tâ başta vâkî olmazdı. Allahü teâlâ bütün mümkinâta kadirdir. Dolayısıyla O'nun bedenleri (insanları) yeniden diriltmeye kadir olması gerekir. Bunlar, yakînî deliller olup, açıktır. Habere Bâ Edatının Girmesi (......) kelimesinin başına, yani edatının haberinin başına bâ harf-i cerri getirilmiştir. Bu, ancak ve cümlesinin başına, bir nefy edatı geldiğinde caiz olur. Buna göre sanki, "Allah kidir değil mi?" denilmek istenmiştir. Zeccac şöyle der: "Eğer, "Zeyd'in ayakta olduğunu sanmıyorum" dersen, bu caizdir. Ama, deyip, bâ harf-i cerrini getirmen caiz değildir." Dördüncü Mesele Arapça'da, nasıl yapılacağını bilemediğin zaman, "işi beceremedim, yoruldum" denilir. Ayette "Biz, birinci yaratmada acz mi gösterdik"(Kaf, 15) denilmiş olması da bu manadadır. Bil ki Allahü teâlâ, diriliş ve Kıyametin doğruluğu hususunda delilleri getirince, kâfirlerin oradaki bazı hallerini de anlatarak, "O kâfirler ateşin karşısına tutulacakları gün, "Bu, (azâb) gerçek değil miymiş?" (denilecek). Onlar, "Evet, Rabbimize andolsun ki (gerçektir)" dediler. (Allah da), "Küfretmenize (mukabil) tadın azabı" dedi" buyurmuştur. Buradaki, "Bu, gerçek değil miymiş?" ifadesi, "Onlara, "Bu gerçek değil miymiş?" denilecek" takdirindedir. Bunun maksadı, onlarla alay etmek ve onların, Allah'ın vaad ve tehdidleriyle istihza etmelerine ve "Biz azab görmeyeceğiz" demelerine karşılık bir azarlamadır. Sabır 35"O halde, peygamberlerden azm sahiplerinin sabrettikleri gibi sen de sabret. (Kavminin) azab edilmesi için acele etme. Onlar, tehdid edildikleri (azabı) görecekleri gün, sanki kendileri, (dünyada) gündüz bir saatten başka durmamış gibi olacaklardır. Bu, bir tebliğdir. Hiç fasıklar güruhundan başkası helak edilir mi?" Bil ki Allahü teâlâ, üç esast, yani tevhid, nübüvvet ve meâdı anlatıp, kâfirlerin bu hususlardaki şüphelerine cevaplar verince, bütün bunların peşinden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir öğüt ve bir nasihat olacak hususa da yer vermiştir. Çünkü kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyet ediyor ve onu korkutmaya çalışıyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Peygamberlerden ulu'l-azm olanların sabrettikleri gibi yani ciddiyet sabır ve sebat sahibi peygamberler gibi sen de sabret" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili iki görüş vardır: Azm Sahibi Resuller Birinci Görüş: ifadesinin başındaki min edatı, ba'ziyyet (kısmîlik) ifade edip, "ulu'l-azm" ile, bazı peygamberler kastedilmiştir ki bunların kavminin eziyetine sabreden Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) kavmi onu bayıltıncaya kadar döverlerdi ve oğlunun kurban edilmesi emrine sabreden Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm); kesilmeye sabreden Hazret-i İshak (aleyhisselâm); çocuğunun kayboluşuna ve gözlerinin gitmesine sabreden Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm); kuyuya atılmaya ve hapse sabreden Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm); hastalıklara sabreden Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm); kavmi kendisine, "Sana yetişeceğiz" dediğinde, "Hayır, Rabbim benimledir.O bana yol gösterecektir diyen Hazret-i Musa (aleyhisselâm) küçük bir hatasından ötürü kırk yıl ağlayan Hazret-i Davud (aleyhisselâm)ve kerpiç kerpiç üzerine koymayan (bir ev yapmayan) ve "Dünya bir geçiş yoludur. Oradan geçin, ama orayı İmar etmeyin" diyen, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) olduğu söylenmiştir. Ayrıca Cenab-ı Hak, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) hakkında "Onda bir azm bulamadık"(Taha, 115) Hazret-i Yûnus (aleyhisselâm) hakkında da, peygamber oldukları halde, "Balık sahibi (Yûnus) gibi (sabırsız) olma" (Kalem, 38) buyurmuştur. İkinci Görüş: "Bütün peygamberler "azm" sahibidirler. Allahü teâlâ, peygamber olarak, ancak azm (sebat), irâde, fikir, kemâl ve akıl sahibi kimseleri seçmiştir." Bu görüşe göre ayetteki min edatı, teb'îziyye (kısmilik ifade eden) değil, beyaniyye olur. Nitekim Arapça'da, "Ona ipekten giydirdim" (yani İpek elbise giydirdim) denilir. Buna göre sanki "Senden önce peygamberlerin, kavimlerinin eziyyetlerine sabretmeleri gibi, sen de sabret" denilmiş ve Cenâb-ı Hak, bütün peygamberleri, sabır ve sebatlarından ötürü, "azim sahibi" olarak tavsif etmiştir. Azap İçin Acele Etme Hak Tealâ daha sonra, "O kavminin azab edilmesi için acele etme" buyurmuştur. "Acele etmek" fiilinin mef'ûlü, yani hangi hususta acele edileceği ayette mahzûf olup, takdiri manası, "Onlar için azabın gelişini istemede acele etme" şeklindedir. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kavminden ötürü, biraz canı sıkılmış, Allah'ın, kavminden kendisine karşı koyanlara azab İndirmesini arzu etmiş; bunun üzerine Allah Tealâ ona, sabredip, acele etmemesini emretmiş ve sonra, bu azabın onların başına yakında geleceğini, gecikse bile, eninde sonunda onları gelip bulacağını; azabın hemen gelmesi durumunda, dünyada kalış sürelerini kısa göreceklerini; hatta bunu gündüzün tek bir saati kadar sanacaklarını haber vermiştir ki, bu şu manayadır: "Onlar bu azapla karşılaştıklarında, dünyada ve berzah (kabir ve mahşer) âleminde uzun süre kalışları, onlara gündüzün tek bir saati gibi, yahut gördükleri o şeyin dehşetinden ötürü, hiç yaşamamışlar gibi olacaktır." Yahut da birşey, uzun süreli de olsa, bittiğinde, sanki hiç olmamış gibi olur. Nitekim şâir de şöyle demiştir: "Birşey gelip geçtiğinde, hiç olmamış gibi olur. Birşey de geldiğinde, sanki hep kalacakmış gibi olur." Bil ki söz burada tamamlanmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, yeni bir cümleye başlayarak buyurmuştur ki bu "Bu bir tebliğdir" demektir. Bunun bir benzeri de, "Bu, insanlar için bir tebliğdir..." (İbrahim, 52) ayetidir. Bu ya "Size, kendisiyle öğüt verilen bu şeyde yeterli öğüt vardır" manasındadır, yahut da, "Bu, peygamberler tarafından yapılmış bir tebliğdir. Binâenaleyh bundan öğüt almayanlar ve amel etmeyenler mutlaka helak olur" manasınadır. Allah en iyi bilendir. Musannif (Râzî r.h) şöyle der: Bu sûrenin tefsiri, 603 yılının Zilhicce ayının çarşamba günü tamamlandı. Hamd, Rabbu'l-âlemin'e; salat-u selâm da Efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ailesine, ashabına, eşlerine ve Kıyamete kadar, bunlara güzel bir şekilde uyanlara olsun. |
﴾ 0 ﴿