MUHAMMED SURESİBu sure 38 ayet olup Mekki'dir. 1"İnkâr edip de, Allah'ın yolundan saptıranların amellerini, Allah boşa çıkarmıştır". Bu sûrenin başı, bir önceki sûrenin sonuyla bir uyum içindedir. Çünkü bir önceki sûrenin sonunda Cenâb-ı Hak, "Hiç fâsıklar güruhundan başkası helak edilir mi?" buyurmuştur. Buna göre birisi sanki, "Yemek yedirme, fakirleri doyurma, sılâ-ı rahimde (hısım-akrabaya ziyarette ve yardımda) bulunma ve insanın ömrü boyunca yaptığı şeyler gibi, sâlih (güzel) amelleri varken, fâsıklar (kâfirler) nasıl helak edilirler? Helak edilirlerse, bu durumda amellerinin, iyi işlerinin heder edilmesi söz konusu olur. Halbuki Allahü teâlâ, "Kim zerre miktarı hayır işlerse, mutlaka onun (karşılığını) görür" (Zilzal, 7) buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak burada İse "İnkâr edip de Allah'ın yolundan saptıranların amellerini Allah boşa çıkarmıştır" buyurmuştur ki bu, "Onlar için hiçbir amel kalmadı ve bulunmadı. Dolayısıyla onları helak etmek imkansız değil" demektir. Biz, amellerin nasıl boşa gittiği konusunda gerçeği ileride bildireceğiz. Şu bir hakikir ki, Allah, zulmetmekten münezzehtir. Bu ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, "inkâr edenler" ifadesiyle kimler murâd edilmiştir? Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) Bunlar, Bedir savaşında küfür ordusunu yedirip-içiren ve teçhiz edenlerdir ki, Hişamın iki oğlu Ebû Cehl ve Haris ile, Rabl'a'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe ve diğer birçok Mekkeli kâfir bunlardandır. b) Bunlar, Kureyş kâfirleridir. c) Bunlar, ehl-i kitaptır. d) Bu ifade, bütün kâfirleri kapsayan, genel bir ifadedir. Ayetteki, fiiliyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır: a) Onlar, kendilerini Allah yolundan alıkorlar. Buna göre bu, "Onlar kendilerini Allah yolundan alıkoydular ve akıllarını, delillere tabî olmaktan menettiler. b) Onlar, başkalarını Allah yolundan alıkoydular ve engellediler. Cenâb-ı Hak, müstaz'aflardan bahsederken, "Müstaz'aflar, müstekbirlere (ahirette), "Siz olmasaydınız, biz mü'min olurduk" derler" (Sebe, 32) buyurmuştur. Buna göre, şu hususu incelemek gerekir: Amellerin boşa çıkarılması, küfre (inkâra) ve Allah yolundan alıkoyma şartına bağlanmıştır. Halbuki bu müstaz'aflar (zayıf ve âciz kimseler), başkalarını ne alıkoymuşlardır ne de saptırmışlardır? Bu hususta diyoruz ki: Birşeyin özellikle zikredilmiş olması, bunların dışında başka şeylerin söz konusu olmadığına delâlet etmez. Hele de bilhassa, zikredilen husus, zikredilmeyen husustan evlâ olunca... Burada, men eden kâfir, daha fazla ifsadadır. Binâenaleyh, özellikle kâfirin zikredilmiş olması daha evlâ olur. Veyahut, "küfre giren herkes, başkalarını men edicidir" diyebiliriz. "Müstekbir"e gelince, bunun (durumu) açıktır. "Mustaz'af'a gelince, müstekbire uyduğu, ona tâbi olduğu için "müstekbir"e gelince, gösterdiği tebaiyyetle müstekbire, kendisini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tabi olmaktan alıkoyma imkânı verdiği için bu durum hasıl olmuştur. Çünkü müstekbir, âmir olduktan sonra, artık başkasına tâbi olması ona güç verir. Bir de, kâfir olan herkes, kendisinden sonra gelenleri engelleyicidir.. Zira, kâfirlerin tutumu, öncekilere tâbi olmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, (kâfirlerden naklen), "Biz atalarımızı bir ümmet (bir din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uymuşlarız..."(Zuhruf, 22-23) buyurmaktadır. İmdi eğer: "Böyle olması halinde, her kâfir men edici ve engelleyicidir. Binâenaleyh, küfür maddesinden (buyurduktan) sonra, "men etmek" maddesinin zikredilmesindeki mâna ve hikmet nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, sebebin zikredilmesi ve "müsebbeb"in (neticenin) sebebe atfedilmesi kabilindendir. Nitekim sen, "Çok yedim ve doydum" anlamında dersin. Buna göre "küfür, men etme"nin sebebi olmuş olur. Hem sonra biz, "Bundan murad, onların kendi nefislerini alıkoymalarıdır" dersek, bunda, kâfir kimselerin nefislerindeki fıtratın, imana davet edici olduğuna; imandan kaçınma ve imtina etmenin ise, bir engel ve maniden dolayı olup bu engele de, kâfirlerin kendilerini imandan alıkoymaları olduğuna bir işaret vardır. Alıkonulan şeyin ne olduğu hususunda da, şu izahlar yapılmıştır: a) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ashabına infaktan; b) Cihaddan; c) İmandan; d) kendisinde Allah'a taat bulunan herşeyden, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmaktan alıkoymuşlardır. "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittibâdan alıkoymuşlardır" dedik, zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dosdoğru yol üzerindedir. O yola yönelticidir. O yol da, Allah'ın yoludur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. O yol göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi kendisinin olan Allah'ın yoludur"(Şûra, 52-53) buyurmuştur. Şu halde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmaktan men eden kimsenin, insanları Allah yolundan men ettiği rahatlıkla söylenebilir. Ayetteki, "idlâl" "boşa çıkarma"nm ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir: a) "İdlâl" ile, "iptal", (boşa çıkarma) manası kastedilmiş olup, izahı şöyledir: "Allah, o amelleri, kişinin bulamayacağı bir biçimde iptal etmiştir. Çünkü arayan kimse, aradığı şeyi (ameli), varlık, oluş aleminde arar. Dolayısıyla, varlık aleminde bulunmayan şey, yok demektir. İmdi eğer; "Allahü teâlâ, meydana getirip vücûd verdiği bir haseneyi, iyiliği nasıl iptal eder?" denilirse, biz deriz ki: İptal işi şu şekillerde olur: 1) Allahü teâlâ, o kâfirlerden sudur eden iyilikleri (hasene), onlardan sudur eden seyyie'leriyle karşılaştırır; bu karşılaştırma neticesinde, o haseneleri düşürür; geriye ise, o kâfirler için, sadece seyyieler kalır. Çünkü küfür, iman hariç, bütün hasenelere baskın çıkar (onları siler süpürür); iman da, küfür hariç, bütün seyytelere baskın çıkar.. 2) Cenâb-ı Hak, o amelleri, sübutunun şartı olmadığı için iptal etmiştir. Ki bu şart da, imandır. Çünkü iman amellerin kabul edilmesinin şartıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerek erkek, gerek kadın, kim, o mü'min olarak İyi amelde bulunursa (...)" (Nahl.97) buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah amelleri kabul etmediğinde, o ameller için bir vücûd ve varlık söz konusu olamaz.. Çünkü, aslında amellerin bekası yoktur. Tam aksine, gerçekte, ameller meydana gelir gelmez yok oluverirler.. Ancak ne var ki Allahü teâlâ, lütfü gereği, "Falanca, salih amelde bulunmuştur. O amelinin mükâfaatı, benim katımdadır" diye yazmıştır da, böylece o ameller, (hakikaten değil), hükmen baki kalmışlardır. Bu, hükmen baki kalış, gerçekte amellerin mahalli olan maddeler için söz konusu olan bekâ'dan daha hayırlıdır. Çünkü maddeler, her ne kadar baki kalsalar da, netice itibariyle, onların akıbeti yokluktur. Amel-i sâlih ise, Allah katında, ebediyen bakî kalanlardandır. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Allahü teâlâ'nın, o amelleri kabul etmesiyle, lütufkâr olduğu ortaya çıkmış olur ve O, "Ben, ancak mü'min kimsenin (amelini) kabul ederim. Binâenaleyh, kendisinde iman bulunmaksızın, kim bir amel şler ve bu hususta yorulursa, o amelini boşa çıkaran Allah değil, kendisidir" diye haber vermiştir. 3) Kâfir, amelini, Allah rızası için işlememiştir. Binâenaleyh o, herhangi bir iyi amel işlemiş sayılmaz. Bu sebeple de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim, zerre kadar hayır işlerse, o onu görür" (Zilzal, 7) beyanı, bizim aleyhimize delil olarak gelmez, varid olmaz. Bunu şöyle İzah edebiliriz: Amel, (başka amelden), ne amel işleyen ne de bîzzat amelin kendisiyle ayrılmayıp, ancak o amelin, kim için ve ne maksatla yapılmış ; -nasıyla ayrılır, temayüz eder.. Bu böyledir, zira, bir şahsı öldürmek için harekete geçen kimse, tesadüfen, onu öldüremezse, sonra da aynı şahıs aynı şahsa iyilikte bulunmak için harekete geçse, bu sefer de, tesadüfen ikramda da bulunamasa ve kendisinin, falanca gün falanca şahsı öldürmek için harekete geçtiğini; bir başka gün de, aynı şahsa ikram etmek için davrandığını haber verse, bu iki hareket tarzı, ne bu hareket tarzına nazaran, ne de bunu yapan kimseye nazaran biribirinden ayrılmaz. Çünkü bunlar, gerçekte aynıdırlar. Bu iki hareket tarzı ancak, ne maksatla yapıldığı hususuyla birbirinden ayrılır. Aynen bunun gibi, bir kimse, hükümdara ikramda bulunmak maksadıyla hareket eder; yine aynı zamanda, avamdan bir kimse için ikramda bulunmak maksadıyla da harekete geçerse, bu iki hareket tarzından her biri diğerinden, yapılan amelin hangi maksad ve amaçla yapıldığı hususuyla ayrılır. Ancak ne var ki, kerîm olan Allah'ın, putlarla mukayese edilmesi, kralların avamla mukayese edilmesinin çok çok üstündedir. Binâenaleyh, putlar için yapılan ameller, hayırlı ve iyi değillerdir. Şimdi tesadüfen birisi, yaptığı amel ile, Allah'ın rızasını gütse, ama bunun yanısıra da, putlara ibâdet etse, onun bu ameli, iyi, hayırlı ve güzel olmaz. Çünkü, bu kişi, Allah rızası için yaptığı şeyin aynısını, yontulmuş putlar için de yapmıştır. Binâenaleyh, bunun bir değeri yoktur. b) Boşa çıkarmak, o amelleri, helak edip geçersiz kılmaktır. Bunun hakikati şudur: bir kimse küfre düşüp, rükû ve sücûdunu, birtakım taşlar ve ağaçlar için yaptığında, kendisinde bir saygınlık kalmaz, yaptığı fiil de kâfir olması sebebiyle nazar-ı dikkate alınmaz. Bu, bekçi ve seyisin yanında hizmet eden kimse, ayağa kalktığında, hükümdar onun bu ayağa kalkmasını, onun aşağı mertebede kabul edilmesinden dolayı, saygı ve tazim olarak kâale almaz, değerlendirmez.. Kâfir de böyledir.. Mü'min kimseye gelince, bu kimse, Allah'tan başkalarına tekebbür ettiği oranda Allah'a olan saygı ve tazimini ortaya koymuş olur. Mü'minin bu hareket tarzı da tıpkı, hiçbir ferde boyun eğmeyen bir kralın, bir vakit hükümdarlardan birisine boyun eğip itaat ettiğinde, bu sayede o meleğin ululuğunun ortaya çıkmasına benzer. c) (......) fiili, "ihmal etti, terk etti" anlamındadır. Nitekim Arapça'da, birisi devesini başıboş bırakıp da, devesi kaybolduğunda, "Falanca devesini kaybetti" denilir. Allahü teâlâ, kâfirlerin durumunu beyan edince, mü'minlerin durumunu da beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur: |
﴾ 1 ﴿