2"İman eden, iyi iyi amel eden, Muhammed'e indirilene -ki o, Rablerinden bir hakdır- iman eden kimselerin de günahlarım affetmiş, hallerini iyileştirmiştir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Biz, Allahü teâlâ'nın, iman ve amel-i salihten bahsettiğinde mağfiret ve mükâfaatını da, iman ve amel-i salihe bağladığını defalarca anlatmıştık. Nitekim O, 'İman edip salih ameller işleyenlere gelince, biz muhakkak ki onların günahlarını affedecek ve onları mükâfaatlandıracağız.." (Ankebût, 7) ve 'İşte hem iman edenler, hem güzel amellerde bulunanlar: Mağfiret ve bitmez tükenmez rızık onlarındır..." (Hacc, 50) buyurmuştur.. Ve, "mağfiref'in, imanın karşılığı; mükâfaat ve ücretin de, sâlih amelin karşılığı olduğunu söylemiş ve bu konuyu, Ankebût Sûresi'nde enine boyuna incelemiştik.. Şimdi burada biz diyoruz ki: Bunun (imanın) karşılığı, ayetteki, "günahlarım affı" ifadesi olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın imana karşılık vermiş olduğu mükâfaata; (ayetteki), "hallerini iyileştirmiştir" ifadesi de, Cenâb-ı Hakk'ın, salih amele mukabil vermiş olduğu mükâfaata bir işarettir. Mu'tezile (ise), günahların bağışlanmasının, iman ve amel-i sâlih ikilisine bağlı olduğunu söyler.. Binâenaleyh, kim iman eder de, sâlih amel yapmazsa ilahî azâb içinde ebedî olarak kalakalır.. Binâenaleyh, biz ehl-i sünnet diyoruz ki: Eğer durum, sizin dediğiniz gibi olsaydı, ayette bahsedilen "boşa çıkarma" işi, hem "küfre", hem de men etmeye bağlanmış olurdu. Dolayısıyla da, kâfir olup da men etmeyle uğraşmayan kimsenin amellerinin boşa çıkarılmaması gerekirdi. Biz şöyle de diyebiliriz: "Biz, Allahü teâlâ'nın iki hususu (iman ve amel-i sâlihi), iki şeye, mağfiret ve hallerin iyileştirilmesine bağladığını biraz önce belirtmiştik.. Binâenaleyh, kim iman ederse, Cenâb-ı Hak, günahlarını siler. Kim de (imanla beraber) salih amelde bulunursa, Allah onun hallerini ıslâh eder." Yahut da şöyle diyebiliriz: Hangi mü'minin, kendisinden, ne bir namaz, ne bir oruç, ne bir sadaka ve ne de bir yedirip doyurma, içirme sâdır olmayacak bir biçimde, salih amelde bulunmadığı düşünülebilir? Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, neticenin sebebe atfedilmesi kabilinden olmuş olur. Nitekim biz, durumun kişinin, "Yedim ve doydum.." şeklindeki sözünde de aynı olduğunu söylemiştik.. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İndirilen İman edip salih ameller işleyenler" ayetinin aynı manayı ifâde etmesine rağmen, Cenâb-ı Hak niçin ayrıca Muhammed'e İndirilene " iman eden ..." buyurmuştur? Bundaki hikmet nedir ve bunun izahı nasıldır? Cevap: Bunun izahına gelince, bu, şu birkaç açıdan izah edilebilir: 1) Ayetteki ifâdesi, "Allah'a, Resulüne ve ahiret gününe iman edenler.." ifadesi de, "Allah'ın ve Resulüllah'ın kelâmında varid olan bütün her şeye iman edenler" takdirinde olup, bu, bir takım hususî şeylerden, yani Allah'a, Resûlüllah'a, ahiret gününe iman ... gibi ifadelerden sonra getirilmiş olan genel bir ifâde olup, güzeldir. Nitekim sen, "Allah, gökleri, yeri ve her şeyi yaratmıştır.." dersin. Bu, ya, "Bahsettiğimiz şeyler dışında her şeyi yaratmıştır" anlamındadır, yahut da, hususî bir ifâdeden sonra umûm bir ifâdenin getirilmesi anlamındadır. 2) Mananın, "İman edenler ve bundan önce de Hazret-i Muhammet) (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilene, yani, yalancı olan peygamberle doğru olan peygamberi ayırd ettiren gerçek mucizeye iman edenler" şeklinde olmasıdır. Yani, "Onlar önce, mucizeye iman ettiler ve Kur'ân'ı Allah'tan başkasının getiremeyeceğine yakinen iman ettiler, bunu müteakip de, iman edip salih amellerde bulundular..." demektir. Bu manaya göre, cümlesinin başındaki vâv, "mutlak cemî için olmuş olur. Sonra gelen ifadenin, vuku bulma bakımından önce almış olması da mümkün olup, bu tıpkı bir kimsenin, "O, onu tasdik etti ve onu tasdik etmek vacto idi" demesi gibidir. Veyahut da,ikinci ifâde, birinci ifadenin beyâniyyesi olabilir. Buna göre sanki onlar, yani, iman etmişler, yani hakka iman etmişlerdir. Bu, tıpkı bir kimsenin, "çıktım, ama çıkmam isabetli oldu; yani çıkmam çok yerinde oldu. Zira, şunu elde ettim.." demesi gibidir. Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak onların iman ettiklerini söyleyince, onların imanlarının, Allah'ın dışındaki bâtıl şeylere değil, kendisinin emrettiği ve indirdiği şeylere iman etme olduğunu beyan buyurmuştur. 3) Marifet ehlinin söylediği şu husustur: İlim amel; amel de ilim demektir. Binâenaleyh ilim, sayesinde gelen şeylerle amel etmek için öğrenilir, tahsil edilir. Dolayısıyla, âlim bir kimse, sâlih amel yaptığında, bilmediği şeyi öğrenmiş olur.. Böylece de insan, Allah'ın kudretini, ilmini ve emrini delile dayanarak anlamış olur da, Allah'ın emirleri, bu kimseyi fiilde ve amelde bulunmaya sevkeder. Bu kimsenin O'nu tanıması da, bu kişiyi, amelde bulunmaya teşvik eder. Böylece bu kimse O'nu, olduğu gibi ve sevaba, ikâba muktedir bir zât olarak tanımış olur. Binâenaleyh bu kimse salih amellerde bulunduğunda, Allah'ın makdûrat ve malûmatı hususunda, ancak Allah'ın muttali kılması ve ona o hususları açması ile bilebileceği şeyleri bilmiş olur da, böylece iman etmiş olur. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, "O mü'minlerin yüreklerine -imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için- sekîneti indirendir" (Fetih, 4) ayetinde bulunan işte budur. Binâenaleyh mükellef, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e burhan ile, mucize ile iman edip salih amelde bulunduğunda, o kimsenin bunu bilmesi, kendisini Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in her dediği şeyi tasdik etmeye sevkeder ve bu kimse, kendisinde bir şüphe bulamaz! İlk derecede, mü'min kimse için çeşitli haller söz konusu olduğu gibi, sanki mertebede de birtakım haller söz konusudur. Allah'a iman konusunda, birinci mertebede, bazen, ihtiyaçlarını giderme konusunda Allah'tan başkalarını maksat edinip, böylece de rızkını, meselâ Zeyd, Amr... gibi kimselerden talep edip, bir şeyi başka bir şey için sebep kılarak Allah'ı mabûd kılarken, son mertebede, Allah'ı, yegane maksat edinip O'ndan başkasına yer vermez; gizlisini açığını ancak O'ndan bilir, herhangi bir iş hususunda herhangi bir şeye de başvurmaz... İşte bu, Allah'a bir başka tür iman etmedir.. O ise, ilk tür iman etmedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman meselesine gelince, bir kimse ilk önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in konuştuğu şeyler hususunda doğru söylediğini tasdik eder, daha sonra da, (gittikçe), onun konuşmasının ancak Allah sayesinde olduğunu ve ondan duyduğu her sözün Allah'tan olduğunu söyler. Binâenaleyh bu kimse, birinci durumda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğru söylediğini ve ondan doğrunun sâdır olduğunu söylemiş olur. İkinci durumda ise, yalanın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sâdır olmasının imkânsızlığını söylemiş olur. Çünkü, başkasının sözünü nakleden kimseye, yalan nisbet edilemez. Yalan ancak, bizzat naklin kendisinde olabilir. Halbuki bu kimse o peygamberin, Cenâb-ı Hakk'tan, O'nun söylediği gibi nakilde bulunduğunu bitmektedir. Birinci mertebede bu kimse haşri, gelecek; peşin dünya hayatını da, hâl (şu an) kılmış olur. Son mertebede ise, haşri, hal; dünya hayatını da, gelip geçmiş kabul eder de, böylece nefsinin yaşantısını her an bir taksimata tâbi tutmuş olur. Derken, dünyanın tamamını kendisine iltifat edilmeyen ve kendisine teveccüh olunmayan bir yok, fani kılmış olur. Ayetteki, ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirler hakkındaki ifâdesinin mukabilindedir. Çünkü biz, bir izahımızda, bu ifadeyle onların, insanları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmaktan men ettiklerini beyan etmiştik. Böylece bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittikâ etmeye teşvik eden bir ifâde olmuş olur. Demek ki onlar kendilerini, Allah'ın yoluna, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ona indirilene tabî olmaktan alıkoymuşlardır; berikiler, yani mü'minler ise, kendilerini Allah'ın yoluna, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ona indirilene tabî olmaya sevketmişlerdir. Böylece de hiç şüphesiz bunlar için, o kâfirler için olanın aksi tahakkuk etmiştir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, kâfirlerin iyiliklerini boşa çıkarmış, rrtü'minlerin günahlarını ise örtüp bağışlamıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, Rablerinden bir haktır"ifadesindeki, kısmını, tıpkı "Bağdat'tan bir adam gördüm" denilip, böylece "Bağdat'tan" ifadesinin, o adam için, onunla, meselâ Musul'dan veya başka yerlerden olan kimseleri ayırd eden bir vasıf (sıfat) kabul edilmesi gibi, bir sıfat sayılabilir mi? Cevap: Diyoruz ki: "Hayır, çünkü Allah'dan olan herşey, zaten haktır. Aksine ayetteki, "Rablerinden"ifadesi, sıfat olmayıp, ikinci bir haber (yüklemdir). Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, "O, haktır; Rablerinden gelmiştir" demektedir. Yahut bu ifade, "O, Rablerinden inen bir haktır" manasında olmak üzere, belirleyici bir srfat sayılabilir. Çünkü "hak" (gerçek), bazan gözle görülebilir. Zira, güneşin aydınlatıcı oluşu bir gerçektir, ama Rabden inen bir hak değil, aksine Cenâb-ı Hakk'ın bize nasib ettiği bir yolla elde edilen bir bilgidir. Cenâb-ı Hak daha sonra "(Allah) iman eden kimselerin de günahlarını örtmüş, affetmiş ve hallerini iyileştirmiştir" buyurmuştur. Bu ifadede, "yok etti, sildi" kelimeleriyle meydana gelen müjdeye bir işaret vardır. Çünkü birşeyi silip-yoketmek, başka birşeyin onun yerine konulduğunu ifade etmez. Ama örtme (setr), bunu ifade eder. Çünkü eskimiş yahut kirlenmiş bir elbiseyi örtmek isteyen kimse, onu aymsıyla örtmez. Onu, ancak temiz ve güzel bir elbiseyle örter. Hele hele, cömert bir padişah, herhangi bir kulunun, eskimiş elbiselerini örtmek istediğinde, ancak pek pahalı olan, yüksek kaliteli bir elbisenin getirilmesini emreder. Binâenaleyh bu, padişah ve padişahın sevdiklerinin arasını örtmek ve perdelemek olmaz. "Mağfiret" de böyledir. Çünkü mağfiret ve tekfir (bağışlama), mana bakımından aynıdırlar. Binâenaleyh bu, "İşte bunlar, Allah'ın, kötülüklerini iyiliklere değiştirdiği kimselerdir" (Furkan, 70) ayetinde anlatılan şeyin aynısıdır. Ayetteki, "hallerini iyileştirmiştir" ifadesi de, biraz önce bahsettiğimiz günahların hasenelere (iyiliklere) dönüştürülmesine bir işarettir. Günahın Sevaba Dönüştürülmesi Eğer, "Cenâb-ı Hak, günahları haseneye nasıl dönüştürür?" denilirse, biz deriz ki: "Bu şu manayadır: Allah, o kimseye günahlarından sonra, yaptığı iyilikten ötürü iyilik yapan kimseye davrandığı gibi davranır." Buna göre şayet, o soruyu soran; "Problem çözülmedi, hâlâ devam ediyor. Hatta arttı bile.. Çünkü Allahü teâlâ, eğer iyiliklere verdiği mükâfaat gibi, kötülüklere de mükâfaat vermiş olsaydı, bu, günah-işlemeye bir teşvik olmuş oturdu" derse, biz deriz ki: Biz, Allah'ın, günahlara karşı mükâfaat verdiğini söylemedik. Ancak, Cenâb-ı Hakk'ın, kişinin yaptığı kötülüklerden sonra, iyiliklere verdiği şeylerle, bu kimseye mükâfaat verdiğini söyledik. Çünkü mü'min bir günah işlemiş, daha sonra da işin farkına varıp pişman olmuştur. Derken günahım itiraf edip, kendini hakir görerek, Rabbisinin huzurunda duruvermiştir. Böylece de ilahî rahmete, hiç günah işlemeyen ve Rabbisinin huzuruna gönül rahatlığı ile varan kimseden daha yakın olmuş olur. Böylece günah, pişmanlığın bir şartı olmuş olur. Bu sevap ise, günaha değil, kişinin duyduğu pişmanlığa verilmiştir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "Kulum günah işledi, ama bana döndü. Binâenaleyh onun fiili kötü ama, benim hakkımdaki zannı güzeldir. Çünkü Benden başka bir melce, bir sığınak bulamamıştır, böylece ancak benim lütfuma güvenmiştir. Zann ve güven, kalbin amelidir. Fiil ise, bedenin amelidir. Kalbin ameline itibar etmek daha evlâdır. Baksana, uyuyan ve baygın olan kimsenin, bedeninin hareketleri nazar-ı itibara alınmaz. Yine hareketsiz hale gelmiş olan bir felçlinin de ancak kalbinin niyeti nazar-ı dikkate alınır. Ruhun ve bedenin durumu, padişahın önünde at oynatan, kılıç ve süngüsüyle padişahın düşmanlarını savuşturan, sıçrayıp-zıplayan bir at üzerindeki süvarinin durumuna benzer. Bu arada o at, sıçrayıp zıplarken, tepişmesi sebebiyle, padişahın elbisesini kirletmiştir. Şimdi o süvarinin yaptığı iş nazar-ı dikkate alındığında, hiç atın fiiline ve bu zararına iltifat olunur mu? Aksine eğer, o süvari böyle bir savunma yapmasa ve atı da, padişahın elbisesini kirleterek ona eziyet verseydi, bu durumda süvari sorumlu olurdu. Aynen bunun gibi, ruh süvari; beden ise onun atı gibidir. Binâenaleyh eğer kişinin ruhu, Allah'a ibadet ve zikirle meşgul olur da, bedeninden kötü birşeyler sâdır olursa, buna iltifat edilmez. Aksine onun bu hali normal kabul edilir. Tepen atın terbiyesi hususunda daha çok uğraşılır. Duran, sakin olan atın ise, yakası bırakılır. Eğer bu kimsenin ruhu, Allah'ın zikri ve ibadetiyle meşgul değilse, bedeninin fiillerinden dolayı sorumlu tutulur." Mü'min Hakka Bağlıdır |
﴾ 2 ﴿