4

"Onun için, o kâfirlerle (harbte) karşılaştığınızda, onların boyunlarını vurun. Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman, artık bağı sıkı tutun. Daha sonra ise ya iyilik edip salıverin, yahut fidye alın. Yeter ki harb, ağırlığını bıraksın. (İş) böyledir. Eğer Allah dileseydi, onlardan, (harbsiz olarak da) elbet intikam alırdı. Fakat (harbi emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Allah, yolunda öldürülenlerin amel ve hizmetlerini asla boşa çıkarmaz".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Önceki Kısımla Münasebet

Ayetin başındaki fâ edatı, kendisine dayanacağı ve ilgi kuracağı bir yer gerektirmektedir. Binâenaleyh ayetin, daha önceki ayetlerle irtibatı nasıl kurulabilir? Biz deriz ki bu münasebet ve ilgi şu birkaç şekilde izah edilebilir:

1) "Allahü teâlâ, kâfirlerin amellerini boşa çıkardığını beyan etmişti. İnsanın değeri ise amellerine göredir. İşi ve eseri olmayan kimse de, bir hayvan sayılır. Bu hayvan, üstelik bir de zarar verirse, işte onun ortadan kaldırılması yerinde olur" demektir. Binâenaleyh kendileri için bir saygınlığın olmadığı ortaya çıkıp, amelleri de boşa çıkarılınca, o kâfirlerle karşı karşıya gelince, onların boyunlarını vurun.

2) İki grubun farklı olduğu ve birbirinden uzak noktalarda bulunduğu, çünkü birisinin bâtıla, yani şeytanın hizbine (partisine), diğerinin de hakka, yani Rahman Allah'ın hizbine (partisine) tabî olduğu ortaya çıkınca, gruplar nezdinde, savaş gerekli oldu. Binâenaleyh ey mü'minler, onlarla karşı karşıya geldiğinizde onları öldürün.

3) Bazı kimseler, kalblerinin zayıflığı ve tefekkürlerinin yetersiz oluşundan ötürü, canlılara elem vermenin zulüm ve haddi aşma olduğunu savunmuşlardır. Özellikle bir bünyenin harab edilmesi demek olan, katlin.. İşte bundan dolayı onlara reddiye olsun diye şöyle denilmek istenmiştir: İşlerin değeri, hakka veya bâtıla uyma ile ölçülüp, Allah'ın emrini yüceltmek maksadıyla, Allah yolunda öldürülenler için de, namaz kılıp-oruç tutan kimseler için söz konusu olan ücretler vardır. Öyleyse haydi ey mü'minler kâfirlerle karşılaştığınızda onları öldürün ve onlar hakkında sizi bir acıma duygusu sarmasın. Çünkü bu, hakka uymadır. İşlerin değeri ise, şekillerine göre değil, hakka göredir.

Boyun Vurmanın Mânası

(......) ifadesi, mef'ûl-ü mutlak olarak mansubtur ve takdiri, "Onların boyunlarını adamakıllı vurun" şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Boyunları vurmanın, insanın diğer uzuvlarına tercih edilmesindeki hikmet nedir? Diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, mü'minlerin sadece müdafaa edenler olmayıp, defediciler olduğunu beyan etmiş olmaktadır. Saldıran kimseyi defeden kimse İlk önce, onun ölümcül yerlerine vurmaz; aksine karşı tarafın ölümünü gerektirmeyen yerlere kademe kademe vurur; eğer onu böylece defederse, bununla yetinip onun öldürecek yerlerine vurmaz. Fakat Allahü teâlâ belirtmek istemiştir ki gaye savunma değil, aksine onları yeryüzünden defetmek ve dünyayı, onlardan temizlemektir. Nasıl böyle olmasın ki, ey mü'minler, yeryüzü sizin için bir mescid kılınmıştır. Halbuki müşrikler pisliktirler. Mescidin ise, pisliklerden temizlenmesi gerekir. Binâenaleyh bu durumda sizin, saldırana karşı yapılan savunmanın aksine, önce o kâfirleri öldürme niyeti ile, öldürücü yerlerine vurmanız gerekir. Boyun, insanın öldürücü yerlerinin en belli başlısıdır. Çünkü boğaz ve şah damarını kesmek, ölüme yol açar. Fakat bu durum harbte her zaman mümkün olmayabilir. Ama boyun, harbte her zaman ortadadır. Binâenaleyh boyna vurmada, boğazı koparmaksızın kesme yapmakta, bu da ölümü gerektirmektedir. Kişinin diğer uzuvları ise böyle değildir; öncelikle harbte... Ayetteki "karşılaştığımızda" ifadesinde, bu kâfirlerin, saldıran konumunda olana ters düştüğünü gösteren bir incelik vardır. Çünkü (......) kelimesi, insiyatifin mü'minler tarafında olduğuna delâlet eder. Ama "kâfir size rastladığında (......) kelimesinde, bu mana yoktur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bu ayetin dışındaki yerlerde, "Onlan bulduğunuz yerde öldürünüz"(Bakara, 191) buyurmuştur.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hak burada, masdarı (mef'ûl-u muttaki) açıkça zikretmiş, fiflini zikretmemiştir. Enfal Sûresi'nde ise, fiilî zikretmiş ve mef'ûl-u mutlakı zikretmemek suretiyle "Boyunlarının üstüne vurun"(Enfal, 12) buyurmuştur. Hal böyle olunca, burada bir incelik var mıdır? Biz diyoruz ki: Evet. Bunu şöyle bir mukaddime yaparak izah edelim: Bazı durumlarda (surelerde), anlatılmak istenen şey, fiilin failden südûru olup, masdar fiile zımnen tabî olur. Çünkü failin fiilinin meydana gelmesi, ancak o failden, bir masdann (fiilin) varlık âlemine çıkmasıyla mümkün olur.

Bazan da, maksud olan (esas gaye), bizzat masdar olur. Fakat bu masdar, ancak bir failden sâdır olur ve failden o masdar (iş) istenir. Buna şöyle bir misal verebiliriz: Bir kimse, "Ban, şehirden çıkmaya yemin ettim" dediğinde, ona "çık" denilir. Böylece bundan maksad, bu fiilin ondan sâdır olması olmuş olur. Çıkma işinin haddi zatında, olumsuzluğu kastedilmemiştir. Eğer o kimseden, çıkma işi tahakkuk etmeden, çıkması mümkün olsaydı, onun yine de çıkması gerekirdi. Fakat insanın çıkması, bu çıkma işinin ayrılmaz vasfıdır.

Binâenaleyh bir kimse, "Düşmanlarımdan dolayı, burası bana dar geldi" dediğinde ona, mesela, "Haydi huruç" denilir ki bu, "çık" demektir. Burada esas istenen, bu çıkış olduğu için, "huruç", (çıkış) denmiştir. Fâilsiz bir çıkış mümkün olsaydı, maksad gerçekleşirdi. Fakat bu imkânsızdır. Binâenaleyh burada fiil, masdara tabî olur.

Bunu iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki: Enfal Sûresi'nde, bilfiil tahakkuk etmiş olan bir savaş anlatılmaktadır ki onlar zaten o savaşın içindedirler. Melekler de savaş saflarında hazır olanlara yardım için indirilmiştir. Binâenaleyh orada matlub olan fiildir. Burada ise bir emir söz konusudur. Bu emir de, savaş zamanında verilmemiştir. Bunun delili ayetteki, "Kâfirlerle karşılaştığınızda.-." ifadesidir. Binâenaleyh burada maksad, emredilen şey fiilden önce geldiği için masdarın matlub olduğunu beyan etmektir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak burada, "Boyunlarını vurunuz!" denilmiştir.

Anlattıklarımızda, şöyle bir diğer incelik de söz konusudur. Allahü teâlâ, Enfâl Sûresi'nde, "Vurun onların herbirparmağına..."'(Enfâl, 12) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü o zaman, savaş zamanıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minleh, önce kâfirin ölümünü sağlayacak yerlerine vurmalarını, buralara isabet ettiremezlerse, diğer yerlerine vurmalarını tavsiye etmiştir. Bu ayette ise, söz konusu olan savaş zamanı değildir. Binâenaleyh burada maksadın, öldürme olduğunu beyân etmiştir. Müslümanın maksadı da zaten budur.

Hatta Edatı

Ayette geçen (......) kelimesi, öldürme işinin son noktasını beyan etmek için değil, ilgili emrin son noktasını beyan için getirilmiştir, yani, "Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman, artık geriye öldürme emri kalmaz, buna cevaz (müsaade) kalır" demektir. Eğer bu edat, öldürmenin son noktasını göstermiş olsaydı, artık bu noktadan sonra öldürme caiz olmazdı. Halbuki mecalsiz hale getiren kimse, ihtiyar ve aciz bir kâfirle karşılaştığında bile, onu öldürebilir. Halbuki ayetin bu ifadesiyle, kâfirin iki eli-iki ayağı kesilip de kötürüm hale geldiğinde, müslüman onu öldürmekten nehiy murad edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık bağı sıkı tutun" buyurmuştur. Bu, mendubluk ifade eden bir emirdir.

Fidyeli Veya Fidyesiz Salıverme

"Daha sonra ise, iyilik edip salıverin, yahut fidye alın" emri ile ilaili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

İmmâ edatı, hasr manası ifade eder. Halbuki kâfirlerin durumları, esir edildikten sonra, sadece bu iki duruma mahsus olmayıp, öldürülmeleri, köle edilmeleri, karşılıksız salıverilmeleri ve fidye karşılığı salıverilmeleri gibi durumlar mümkün?.. Biz deriz ki: Bu, mendubluk ifade eden bir emirdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bütün insanlar için mümkün olan genel bir durumdan bahsetmiştir. Müslümanların, savaşta esir aldıkları arapları köle edinmeleri caiz değildir. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in soyundandır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bu emirde, köle edinmekten bahsetmemiştir. Öldürme işine gelince, mecalsiz hale getirilmiş kimsede ilk göze çarpan, onun kötürüm bırakılmasıdır. Bir de Cenâb-ı Hak, öldürme işini, zaten "Boyunlarını vurun" emriyle belirtmiştir. Geriye, sadece ayette daha sonra bahsedilen bu iki husus kalmıştır.

Emirdeki Sıranın Hikmeti

Ayetteki, "mennen" ve "fidâen" kelimeleri, mef'ûl-u mutlak olarak mansubturlar ve takdirindedirler. "Men"nin (iyilik yapmanın), fidyeden önce zikredilmesi, insan nefsinin hürmetinin, ondan mal istemeden önce geldiğine bir işarettir. Fidye mal cinsinden olabileceği gibi, karşılıklı esir değişimi şeklinde de olabilir Yahut da karşı tarafın tümüne, yahut sadece esir edilen şahsa, ileri sürülen bir şart şeklinde de olabilir.

Üçüncü Mesele

Biz, bir mef'ûl takdir ederek fiiller takdir edip, "Ya, onlara iyilik yaparsınız, yahut onlardan fidye alırsınız" diyebilir miyiz? "Hayır" deriz. Çünkü burada maksad, ne onların aleyhine ne lehlerine olmaksızın, bir iyiliğin ve fidyenin olduğunu belirtmektir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca verir de vermez de" deyip de, "Falanca Zeyd'e verir, Amr'e vermez" dememek gibidir. Çünkü bu sözü söyleyenin maksadı, mef'ûlü anlatmak değil, faili anlatmaktır. Aynen burada da maksad, mü'minleri, lütuf olan şeye sevketmektir.

Harp Ağırlıkları

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yeterki harb ağırlığım bıraksın" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki edatının neye taalluk ettiği (bağlı olduğu) hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Bunun taalluk ettiği şey, Öldürme işi olup, mana, "Onları, harb ağırlıklarını koyuncaya kadar, öldürün" şeklindedir.

b) Bu, "iyilik yapma veya fidye alma" işiyle ilgilidir. Bu ifadenin, "Artık bağı sıkı tutun" ifadesiyle ilgili olduğu da söylenebilir. Fakat bunun, hernekadar ayetde açıkça zikredilmemiş olsa bile, öldürme işiyle ilgili olması daha açık ve uygundur. Ayetteki, "ağırlığın" ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Bunlar, silahlardır,

b) günahlardır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Eğer bununla, günahlar kastedilmişse, günah savaşanlara ait olduğu halde, harb günahları nasıl bırakılabilir? Aynı soru, bu ifade "silahlar" manasına alınması halinde de söz konusudur. Fakat böyle bir sorunun, birinci mana için söz konusu oluşu, daha fazladır.

Cevap: Biz deriz ki: Harbin kendisi, günahları bırakan bir şey kabul edilemez. Aksine harb, harbedenlerde olan günahlar ve silahlan bırakabilir. (Yani ifade mecazîdir.).

İkinci Mesele

Bu ifade, "O beldeye sor" (Yusuf, 82) ayeti gibi midir ki, Cenâb-ı Hakk âdeta, "Harb edenler, harbteki gurublar günahlarını bırakıncaya kadar" demiş olsun? Deriz ki: Bu, ilk nazarda muhtemel gözükse bile, ayeti iyice incelediğinde, bu ikisi arasında bir fark görürsün. Çünkü "harb ağırlığım bırakmcaya kadar..." ifadesinden kastedilen, harb tamamen sona erinceye, dünyada müslümanlarla, savaşan hiçbir kâfir gurubu kalmayacak şekilde ortadan kalkıncaya kadar..." demektir. Binâenaleyh eğer biz bu ayete, "savaşanlar ağırlıklarını bırakıncaya kadar..." manasını verirsek, savaş düşüncesi, devam ettiği halde, bu gurubların silahlarını barıkıp, harbi sona erdirmeleri ihtimal dahilindedir. Bu tıpkı, "Düşmanlığım benden ayrılmış değil. Fakat düşmanlığımı bugünlerde bıraktım" demen gibidir. Dolayısıyla, "bırakma" fiilini, bizzat harbe verirsek, o zaman mana, "Harb namına hiçbirşey katmayıncaya kadar..." şeklinde olur.

Üçüncü Mesele

Eğer Cenâb-ı Hakk, bunun yerine "Harb kalmayıncaya kadar...", yahut "Kâfir harbten kaçıncaya kadar..." demiş olsaydı, ayetteki ifadenin manasını sağlar mıydı? Diyoruz ki: Hayır. Çünkü bu iki ifade arasındaki farklılık, ayetin nazmında meydana getireceği bozukluğu bir tarafa bırakalım, manaya bakarak da, tıpkı "Ümeyye oğullarının devleti sona erdi" demenle, "Onların devletlerinden bir eser kalmadı" demen arasındaki fark gibidir. Bu ikinci ifadenin daha betiğ olduğunda şüphe yoktur. Aynen burada da, ayetteki, "ağırlıklarını" ifadesi, "Habin izleri" manasınadır. Çünkü harbin ağırlığı, "onun izleri" manasınadır.

Savaş İçin Son Vade

Harbin, ağırlıklarını bıraktığı zaman ne zamandır? Deriz ki: Bu hususta bazı görüşler olup, bunların hepsinin neticesi, bu vaktin, yeryüzünde, savaşacak kâfir taraf kalmadığı zaman olduğuna varır. Bu zamanın, Deccâl'in öldürülüp, İsâ (aleyhisselâm)'nın indiği zaman olduğu da söylenmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "(iş) böyledir. Eğer Allah dileseydi, onlardan elbet intikam alırdı" buyurmuştur. Ayetteki, "zalik" kelimesinin terkibi hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Bunun takdiri, "iş böyledir..." şeklinde olup, mübteda mahzuftur.

b) "Bu, vacîbtir", yahut, "Bu, ön plandadır." (Bu durumda haber mahzuftur). Bu, tıpkı bir kimsenin "Eğer bunu yaparsan, işte tamamen maksad budur" demesi gibidir. Cenâb-ı Hakk daha sonra, onlarla savaşmanın, belirlenmiş bir yol olmadığını, aksine, istemesi halinde, onları asker-ordu-savaş olmadan da, helak edebileceğini beyan etmiştir.

Birbiriyle İmtihan

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Fakat (harbi emretmesi), sizi birbiri nizle imtihan etmesi içindir" buyurmuştur ki, bu, "O, sizi, bununla mükellef tuttu ki, böylece, bu emri size tahsiss etmiş olması sebebiyle, sizin için bir şeref ve fazilet meydana gelsin!.." demektir. Buna göre şayet, "Allah, gizli ve en gizliyi bildiği halde, bizim, "Mükellef tutma, bir imtihan ve denemedir" şeklindeki sözümüzün hakikati nedir ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat (harbi emretmesi), sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir..." ifadesinden ne anlaşılmalıdır?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

Allah'ın İmtihanı

a) Bu ifâde ile, "O, bunu, tıpkı deneyen ve imtihan eden kimsenin fiili gibi bir fiil ve işte bulunurcasına, yapmıştır.." manası kastedilmiştir ki, "Allahü teâlâ, ilgili şeyi, ya melekler ya da insanlar gibi bir başkasına anlatmak, göstermek için yapar, imtihan eder.." izahı da, bu anlamdadır.

Sözün özü şudur: "İbtilâ", "imtihan" ve "ihtibâr" (sınamak), fiilin kendisine nazarla, onu ortaya koymak amacıyla, insanlar nezdinde bilinmeyen bir şeyin, kendisi sayesinde ortaya çıktığı bir fiildir. Bizim, "Bu, sayesinde, bilinmeyen birşeyin ortaya çıktığı bir fiildir" şeklindeki sözümüzün, "ibtilâ" ifadesinin manasına dahil olduğu açıktır. Çünkü, sayesinde, asla hiçbir şeyin ortaya çıkmadığı bir şeye, imtihan denilemez.. Bizim, "insanlar nezdinde belli olmayan bir şeyin..." şeklindeki ifademizin izahına gelince, bu da şöyledir: Kılıcını, salatalık yada kabağa vuran bir kimse hakkında, "O, kılıcını deniyor" ifâdesi kutlanılmaz.. Çünkü, bu vurma işinden meydana gelecek şey, daha dünden bellidir.. Bu da, kılıcın, muhakkak surette onları keseceği, ikiye böleceğidir.. Binâenaleyh, bir kimse kılıcını, yırtıcı ve vahşi bir hayvana saldığında, o kimse için bu sefer, kılıç o hayvanı ister ikiye bölsün isterse bölmesin, "Kendisini müdafaa etmek için (kılıcını deniyor) deyimi kullanılabilir.

Bizim, tarifimizdeki, "Bunda, malum olmayan o iş anlaşılsın, ortaya çıksın diye.." şeklindeki sözümüze gelince, o hayvanı kendisinden savuşturmak için kılıcını vahşî hayvana çalan kimse hakkında, "O, deneyicidir.." ifâdesi kullanılmaz. Çünkü, o kişinin o hayvana kılıcını çalması, belli bir şeyin meydana çıkması için değildir.

Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki, Allahü teâlâ bize, sayesinde, malum olmayan bir işin ortaya çıkacağı bir şeyi, -ki bu, bizce ya tâattır, ya da masiyettir- emrettiğinde, her ne-kadar Cenâb-ı Hak onu biliyor olsa bile, O'nun hakkında, O'nun, imtihan edici olduğu söylenebilir. Çünkü, bizde, niçin imtihan edildiğimize dair bilgi bulunmuyordu. Binâenaleyh, bu bilgisizlik bizde devam ettiği sûrece, O bizi imtihan ettiğinde, bize, emirler verecektir. Ki, böyle davranma, imtihanın ayrılmaz bir vasfı da değildir.

İmdi, eğer; "İmtihanın faydası, imtihan edenin bilgi elde etmesidir. Allahü teâlâ her şeyi bildiğine göre, bu imtihanın faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki; Böyle bir soru, sadece "imtihan" meselesine mahsus bir soru değildir. Çünkü bir kimsenin, "Niçin imtihan etti?" şeklindeki sözü, tıpkı, "Hiç ihtiyacı olmadığı halde, niçin kâfire azâb etti?" Ateşi, zararlı değil, faydalı bir biçimde yaratmaya kadir iken, "Ateşi niçin yakıcı olarak yarattı?" şeklindeki soruları gibidir. Bunlara verilecek cevap ise, "Cenâb-ı Hak, yaptığından mesul değildir" şeklindedir.

Şimdi bu durumda biz, öncekilerin söylemiş olduğu, "Bu, Kendisi için değil, Allah katında malum olan bir hususun, ortaya konulması içindir" şeklindeki sözleri söylüyor, bundan sonra da şunu ilave ediyoruz: Deneyen ve imtihan eden kimsenin, deneme sonucunda meydana gelen şeye ihtiyacı yoktur. Çünkü, yukarda bahsettiğimiz misallerde, kılıcını deneyen kimsenin, kılıcını kendisiyle denediği şeyi kesmesine ihtiyacı yoktur.. Hatta, kılıcıyla, vahşî hayvanı savuşturmaya dair vermiş olduğunuz misalde, böyle bir şeye muhtaç olması durumunda bile, onun hakkında, "O, kılıcını deniyor" deyimi kullanılmaz. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat, sizi birbirinizle imtihan etmek için..." cümlesi, O'nun, " (böyledir) eğer Allah dileseydi, onlardan elbet (hiç asker olmadan da) intikam alırdı' şeklindeki ifadesini izah sadedinde Kendisinin herhangi bir şeye muhtaç olmadığına bir işarettir.

Kıraat Farkı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda öldürülenlerin amel ve hizmetlerini asla boşa çıkarmaz" buyurmuştur. Ayetteki (......) kelimesi şeklinde de okunmuştur ki, bu kıraatların hepsi de, önceki ifadelere uygun düşer. Bu kelimenin (......) şeklinde okunuşuna gelince, Cenâb-ı Hak (Muhammed, 4) buyurup, manası da, "öldürün,." şeklinde olunca, öldürmenin yanlış ve haram bir şey olduğunu; zira bunun, Allah katında muhterem olan kimsenin hayatının sona erdirilmesi demek olduğunu iddia edenlere bir reddiye olsun diye, "Allah yolunda savaşanlara gelince Allah, onların amel ve hizmetlerini asla boşa çıkarmayacaktır" beyanı ile, öldüren kimseler için söz konusu olan şeyi, ücreti beyan ederek, şöyle buyurmuştur: "Bunların amelleri, kâfirlerin haseneleri gibi boşa çıkarılmamıştır. Tam aksine, bunların amelleri, kâfirlerin hasenelerinin üstündedir. Çünkü Allah, kâfirlerin amellerini boşa çıkarmış; savaşanların ve kâfirleri öldürenlerin amellerini ise boşa çıkarmamıştır. Şu halde, kâfirleri öldürmek nasıl bir günah olabilir?

Bu kelimenin nasıl bir günah oluşuna gelince, böyle bir kıraat daha fazla mana ifade eder ve daha kapsamlı olur.. Çünkü böyle okunması halinde bu kelimenin muhtevasına, ister öldürsün, isterse öldürmesin, öldürme hususunda çaba sarfeden herkes dahil olur.

Bu kelimeyi meçhul olarak (......) şeklinde okuyan kıraate gelince, biz deriz ki, bu durumda bu ifade, Önceki ifadelerle şu bakımlardan bir münasebet arzeder;

1) Allahü teâlâ, "onların boyunlarını vurun..."yani, "onları öldürünüz" buyurup, öldürme işi de, ancak bu işi yapmakla elde edilip, bu işe yeltenen kimsenin bizzat kendisinin öldürülme korkusu, onu, (kâfiri) öldürmeye mani olunca, Cenâb-ı Hak, "Öldürülmekten korkmayınız; çünkü, Allah yolunda öldürülen kimseler için, savaşan kimseyi savaştan alı koyamayacak, tam aksine onu ona teşvik edecek ücret ve mükâfaatlar vardır" buyurdu.

2) Allahü teâlâ, "Fakat, sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir" buyurup, bir şeyle denenen kimse için, deneme sayesinde meydana gelecek açık-seçik neticelerden her çeşidi söz konusu olmak üzere çeşitli haller mevzu bahs olunca, -zira denenen kılıcın değeri, kesmesi halinde artabileceği gibi, kesmemesi halinde de noksan aşacağı için denenenlerin durumu nedir diye sorulmuş da, buna mukabil de Cenâb-ı Hak, "Eğer öldürülürlerse, amelleri boşa çıkarılmayacak, bağışlanacaklar; ikrama mazhar olacaklar ve cennete gitdirilecekler.." buyurmuştur.

Mü'minin kâfiri öldürmesi haline gelince, onun durumu, hem bu dünyada hem de ahirette meçhul olmadığı için, işte kâfiri öldürmesi halindeki durumunun izahı yapılmamış, mü'min savaşçının durumu, Öldürülmesi halindeki durumuna göre beyân edilmiştir.

3) Allahü teâlâ, "Fakat sizi... imtihan etmesi için" buyurup, güzel ve nefis şeylerin de, kendisinden dolayı yok olacağı şeylerle denenemeyeceği bellidir. Çünkü, keskin ve bilenmiş kıymetli bir kılıç, kendisinden dolayı kırılması söz konusu olan sert bir şeyle sınanmaz. İnsanoğlu, Allah'ın, kendisini mükerrem kıldığı, kendisine şeref bahşettiği, yücelttiği kıymetli bir varlıktır. Binâenaleyh, daha niçin Cenâb-ı Hak insanoğlunu, çok net bir biçimde, ölüm ve helake sevkeden savaş ile denemiş, sınamıştır? Ve bu deneme nasıl güzel addedilebilir?

Biz diyoruz ki, öldürülme işi, mü'mine nisbetle bir yok oluş değildir. Çünkü bu öldürülme işi, şehâdet, ebedî hayatı doğurur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, mü'minin, yapacağı savaş ile denediğinde, öldürülmesi halinde de öldürülmemesi halinde de, mükerremdir. Bu kimse ister savaşsın isterse savaşmasın, ölüm kaçınılmazdır, ama (savaşmaması halinde), kendisi için söz konusu olan büyük bir ücreti kaçırmış olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, beyanına gelince, buradaki "boşa çıkarma idlâl"in ne demek olduğu daha önce izah edilmiştir. Geriye, kâfir ve sapık kimseler hakkında kullanılan ifade ile, mü'min ve İslâm'a davet eden kimseler hakkında kullanılan şu iki tabir arasındaki farkın izah edilmesi kalmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, kâfirler hakkında fiilini, mü'minler hakkında da, fiilini (sığasını) kullanmıştır. Çünkü savaşan mü'min kimse, karşı tarafı imana davet etmektedir. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeterki harb ağırlıklarını bıraksın..'beyanının manasının, "Harb sebebiyle, bir günah kalmayıncaya kadar" şeklinde olduğu anlatılmıştı. Bu, kâfir kimsenin müslüman olması halinde böyledir. Binâenaleyh, savaşan mü'min kimse, (karşı tarafa) "Ya müslüman olacaksın, ya öldürüleceksin" demektedir. Bu demektir ki mü'min kimse, imana davet etmekte; kâfir kimse de, hep engellemekte.. Dolayısıyla bu ikisi arasında, tam bir başkalık tam bir tezâd söz konusudur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kâfir hakkında, mazî sığasıyla "boşa çıkardı" buyurmuş, onun amelinin, meydana gelir gelmez, yok olduğuna ve adeta meydana gelmemiş ve yapılmamış gibi olduğuna işaret etmek için, "boşa çıkarır" kelimesini kullanmamıştır. Ama mü'min kimse hakkında "asla boşa çıkarmayacak" demiş, mü'min kimsenin, ameline devam ettiği sürece, o amelin kendisi için sabit kılınacağına, yok edilmeyeceğine bir işaret olsun diye de, "boşa çıkarmadı" dememiş de, ebedîlik ve süreklilik manasını ifade eden "asla boşa çıkarmayacaktır" ifadesini getirmiştir. Bu, tıpkı, dine davet edenle; insanların dine girmelerine mani olan kimseler arasındaki alabildiğince mevcut olan fark gibidir. Buna göre şayet, ifadesinin başına, niçin fâ hazfi gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, ifadesindeki şart manasından dolayı gelmiştir.

Halleri Düzeltme

4 ﴿