15"Müttakilere va'dolunan cennetin sıfatı şudur; Orada, rengi, kokusu ve hiçbir vasfı bozulmayan suların aktığı ırmaklar; tadı değişip bozulmayan sütten ırmaklar; içenlere lezzet veren şarabtan ırmaklar; süzme baldan ırmaklar vardır. Yine orada, meyvelerin her çeşidi onlarındır. Üstelik Rablerinden de bir mağfiret vardır. Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça eden kaynar sular içirilen kimseler gibi olur mu?" Cenâb-ı Hak, hidayet ve dalalet bakımından, bu iki topluluk arasındaki farkı beyan edince, bunların, akıbetleri açısından da farklarını beyan etmiştir. Allahü teâlâ, bir önceki ayette, beyyine (burhan) üzere olanları, heva-ü heveslerine uyanlardan önce zikrettiği gibi, bu kimselerin akıbetini de, bunlara uymayanlarınkinden yani kâfirlerden önce zikretmiştir Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, ifadesi, cennetin kendisine teşbih edildiği birşeyin bulunmasını gerektirir. Binâenaleyh o şey nedir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Sibeveyh'e göre "mesel" kelimesi, "sıfat" manasına olup, ayetteki bu ifade, "cennetin sıfatı (özelliği) manasınadır. "Mesel'in "sıfat" manasına alınması ise, cennetin benzetileceği birşeyin olmasını gektirmez. Bu izaha göre, burada şöyle iki ihtimal söz konusu olabilir: a) Ayette haber mahzuf olup, ifadesi mübtedadır ve "Anlattığımız şeylerde, cennetin sıfatları mevcuttur" takdirindedir. Bundan sonra yeni bir cümleye başlanmış ve "Onda ... ırmaklar vardır" denilmiştir. Ra'd Sûresi'ndeki ayet de böyledir. O ayetteki, "Onun altından ırmaklar akar" (Ra'd. 35) ifadesi, yeni başlayan cümledir. b) Bu ayetteki, "Onda ... ırmaklar vardır" ifadesi ve o ayetteki "Onun altından ırmaklar akar..."(Ra'd, 35) ifadesi, haberdirler. Nitekim, "Bana Zeyd'i anlat" denilir de, anlatacak olan, "Zeyd, kırmızı tenlidir, kısadır" der. 2) Buradaki, "mesel" kelimesi "ziyâde" olup, takdiri, "Muttakiler va'dolunan cennette ... nehirler vardır" şeklindedir. Bir üçüncü görüş de şudur: Burada, cennetin, kendisine teşbih edildiği şey mahzuftur, zikredilmemiştir. Bu görüşe göre de şu iki ihtimal söz konusudur: Birincisi, Zeccâc'ın görüşüdür. Çünkü o, ayetin, "Cennetin sıfatı, içinde nehirler akan bir cennettir" takdirinde olduğunu ve bunun tıpkı, "Zeyd'in sıfatı, uzun ve esmer bir adam olmasıdır" denilmesi gibi olduğunu, böylece Zeyd'in sıfatlarının aynısının, gerçekte yine Zeyd'den başkası olmayan belirsiz bir adamda zikredilmesi gibi olduğunu söylemiştir. İkincisi, ayetin takdirinin, "Müttakilere va'dolunan cennetin misali, acîb bir misaldir, enteresan bir şeydir" şeklinde, yahut, benzeri ifadeler gibidir. Buna göre ayetteki, "Onda ... nehirler vardır" ifadesi, bu takdirleri ortaya koyan müste'nef bir cümle olur. 3) Burada, kendisine benzetilen şey, ayette zikredilmiştir. Bu görüş, Zemahşerî'nin olup der ki: Ayetteki "Hiç bunlar o ateşte ebedî kalan ... gibi olur mu?" ifadesi istifham-ı inkâri üslubu ile getirilmiş olan mümessel (müşebbehün bih)dir." Bu, tıpkı bir kimsenin, "Zeyd'in hareketleri ve huyları, tıpkı Amr gibidir" demesine benzer. Yapılan bu İki te'vilden, yani ya "Zeyd'in hareketleri, Amr'in hareketleri gibidir" te'vilinden yahut da, "Zeyd hareketleri hususunda tıpkı Amr gibidir" te'vilinen, birisine göredir. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hak sanki, "Cennetin vasfı, tıpkı cehennemde ebedî kalan kimse gibidir" demiş olur. Bu, Zemahşerî'nin görüşünü açıklamak için yapabileceğimiz en ileri derecedeki bu izahtır. Buna göre, "Onda... nehirler vardır" ve sonraki ifadeler, mübtedâ ve haber arasına girmiş, birer cümle-i i'tiraziyye olup, tıpkı "Zeyd'in benzeri, ki Zeyd kişilik, ilim ve asalet sahibidir, Amr'dir" denilmesi gibidir. Su, Süt, Şarap ve Bal Irmakları Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Orada, rengi, kokusu ve hiçbir vasfı bozulmayan suların aktığı ırmaklar, tadı değişip bozulmayan sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şarabtan ırmaklar, süzme baldan ırmaklar vardır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu dört çeşid nehirden bahsetmiştir. Çünkü içilecek şeyler, ya tadından, yahut tadı dışında başka birşeyden ötürü içilir. Binâenaleyh birşeyin içilişi tadından ötürü ise, bilesin ki tadlar dokuz çeşittir: Acı, tuzlu, çok acı, ekşi, kekremsi, dile burukluk veren, tadsız, tatlı ve yağlı... Bunların en lezzetlisi, tatlı olan ve yağlı olandır. Yiyeceklerin en tatlısı da baldır. Dolayısıyla Allah, bunu zikretmiştir. Yine en yağlı şey, yağın kendisidir. Fakat sırf yağ, yeme ve içmeye elverişli değildir. Çünkü yağ, genelde tek başına yenilip içilmez. Süte gelince, başka şeylerden olan yağ onda da vardır ve süt, yemeye-içmeye çok elverişlidir. Canlıların ilk gıdası da budur. Cenâb-ı Hak, işte bundan dolayı, burada südü de zikretmiştir. Tadıyla alakası olmaksızın içilen şeylere gelince, bunlar da su ile şarabtır. Çünkü şarabta, içen kimsenin bunu içmesine sebep olan bir özellik vardır. Şarab (içki), içenlerin ittifakı ve bu hususta bulunan tevatüre göre, tadı son derece bozuktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu dört şeyden herbirini, bunlarda bulunan eksiklik ve dünyada iken bunlarda bulunan bozukluklardan, cennetten uzak kıldığını belirtmiştir. Çünkü şu da bozulabilir. Arapça'da, kalıbından, "su bozuldu" deyimi kullanılır. Süt de, bir müddet kalınca tadı bozulur. İçkiyi de, içen içerken, tadından zevk almaz. Bala gelince, onun da içerisine balmumu ve içinde ölmüş arılar karışmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, iki cinsi birlikte zikredip, tadı dışında bir sebepten dolayı içilen suyu zikretmiştir ki bu genel bir içecektir. Bunun peşinden de, tadından dolayı içilen sütü zikretmiştir ki süt de, herkesin içtiği birşeydir. Çünkü onu içmeyen yoktur. Allahü teâlâ daha sonra, tadı dışında bir sebepten dolayı içilen bir başka içeceği zikretmiştir. Bu genel olarak içilmeyen birşeydir. Bunun peşinden yine tadından ötürü içilen diğer birşey olan balı zikretmiştir. Bal da, az içilen birşeydir. Eğer; "Bal hiç içilmez" denilirse, biz deriz ki: "Gül (güllab) şerbeti, baldan yapılırdı. Şekerden yapılması, yakın bir zamanda olmuştur. Son zamanlarda şekerden yapılır. Baksana, "sirkencebin", "sirke" ve "enkebin"clen meydana gelmiştir. Bunlarda Farsça, sirke ve bal demektir. Bu tıpkı, bu içkinin elde edilişinin sirke ve baldan olması gibidir. Çünkü şeker, ancak son zamanlarda (yeni yeni) bilenmeye başlanmıştır. Bir de, "asal", arı balından başka tatlı şeyler için de kullanılır. İste bundan ötürü, balı özellikle belirtmek için, "aselün-nahl" (arı balı) ifadesi kullanılır. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak, içkiden (şarabtan) bahsederken, "içenlere lezzet veren" sıfatını getirmiş, ama sütten bahsederken, "Adamlar için tadı değişmeyen" dememiş ve yine baldan bahsederken, "Görenler için süzülmüş" dememiştir. Çünkü lezzet, şahıslara göre değişir. Nice yiyecekler vardır ki, kimi ondan tad alırken, kimi ondan hoşlanmaz. İşte bu cennet şarabının, herkesin hoşuna gideceğini belirtmek için, "içenlere" kaydını kullanmıştır. Bir de, dünyada şarabın tadı hoş olmadığı için, âhiret şarabının farkını göstermek üzere, "lezzet (tad) veren" kaydı kullanılmıştır, yani cennet şarabının tadı, nahoş değildir. Fakat tad ve renk, insanlara göre farklı olmaz. Çünkü tatlı, ekşi ve bunlar dışındaki tadları, herkes aynı şekilde algılar. Fakat tadının aynı olduğunda ittifak edilmesine rağmen, kimi o taddan hoşlanır, kimi hoşlanmaz. Renk de böyledir. Binaenaleyh bu İki hususu genel manada İzah etmeye gerek yoktur. Ayetteki, "lezzet veren" ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Bu (......) kelimesinin müennesidir. Nitekim Arapça'da ve denilir. b) Bu kelime, müştek olduğu şeyi değil de, mananın bizzat kendisini niteleyen bir kelimedir. Nitekim Arapça'da, halim-selim olan kimseye, "O, baştan aşağı hilmdir" denilir; akıllı olana da, "O, serapa akıldır" denilir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Yine orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Üstelik Rablerinden de bir mağfiret vardır" buyurmuştur Allahü teâlâ, cennetteki içilecek şeylerden bahsettikten sonra, yenileceklere de işaret etmiştir. Cennette, yemek, ihtiyaç için değil de, sırf tad almak için olunca, Cenâb-ı Hak, meyvelerden bahsetmiştir. Çünkü meyveler, sırf zevk için yenilir. Ama et ve ekmek böyle değildir. Bu tıpkı, Ra'd Suresi'ndeki, "(Cennetin) yemişleri ve gölgeleri dâimidir" (Rad,35) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak, bu ayette de yemeye ve içmeye işaret buyurmuştur. Burada şöyle bir incelik vardır. Allahü teâlâ bu ayette, "gölgelerden bahsetmiş, tefsir ettiğimiz ayette ise, bundan bahsetmemiştir (niçin)? Deriz ki: Allahü teâlâ, bu ayette de, "mağfiret'den bahsetmiştir. Gölgede de örtme ve kapatma (mağfiret) özelliği vardır. Çünkü mağfiret olunmuş kimse, bağışlayanın rahmet nazarı gölgesindedir. Nitekim Arapça'da, "Emirin gölgesindeyiz" denir. Dolayısıyla o ayetteki gölgeler de, Allah'ın mağfireti ve rahmeti manasınadır. Çünkü cennetliklere ne sıcak, ne soğuk dokunmayacaktır. Müttaki, cennete zaten, mağfiret olunduktan sonra girer. Dolayısıyla mü'minler için cennette bir de mağfiret olması ne manayadır? Deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilebilir 1) Mananın, "Onlar için orada, Rableri tarafından bir mağfiret vardır" şeklinde verilmesi şart değildir. Aksine ayetteki, "mağfiret" "onlar için" ifadesine atfedilerek, mana, "Onlar için orada meyveler vardır ve onlar oraya girmezden önce onlar için mağfiret söz konusudur" şeklinde olur. 2) Bunun manası, "Onlar için orada mağfiret vardır, yani artık onlardan mükellefiyet ve külfetler kaldırılmıştır. Binâenaleyh onlar, dünyadakinin aksine, hesapsız olarak yer, içerler. Çünkü dünyadaki yiyecek ve meyveler hususunda insanlar için, birtakım sınırlar ve cezalar söz konusudur. Bu hususta bir diğer izah da şöyle yapılabilir: Dünyada yiyip içenler, hastalanma, def-i hacette bulunma gibi, hoş olmayan neticelerden berî olamazlar. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onlar için orada hertürlü meyveler vardır ve Rablerinden bir mağfiret, yani yiyenlere bu yiyeceklerin vereceği bir zahmetsizlik söz konusudur. Bunların zahmetleri kaldırılmıştır" buyurmuştur. Bu manayı ben, beldemizdeki muallimlerin hareketlerinden çıkardım. Çünkü onlar çocuklara, tuvalete gitme ve benzeri ihtiyaçlar duyduklarında, hep "öğretmenin Allah sana mağfiret etsin" diyerek, bu ihtiyaçlarını belirtmelerini öğretiyorlardı. Bunu duyan öğretmen, o çocuğun, tuvalet için dışarı gitme izni istediğini anlayıp, ona müsaade ediyordu. Böylece ben de kendi kendime dedim ki: Bu tıpkı, Allahü teâlâ'nın, "Yiyenlere mağfiret olsun" demesidir." Dünyadaki yiyip içmelerin, bir takım mecburî zorluk, zahmet ve hoş olmayan neticeleri vardır. İşte bu şeyler, ancak insanın ihtiyacını söylemesiyle anlaşılır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça eden kaynar sular içirilen kimseler gibi olur mu?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: (......) ifadesinin, "Cennetin sıfatı..." manasında olduğunu söyleyenlere göre, ifadesi, ne ile alakalıdır? Deriz ki: "Yine orada, meyvelerin her çeşidi onlarındır" cümlesi, cennetliklerin cennette oluşlarını da ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Cennetlikler cennette, tıpkı cehennemliklerin cehennemde ebedî kalışları gibi ebedî kalırlar" demiş olur. Buna göre benzetilen, önceki ifadenin dolaylı olarak delâlet ettiği bir husus olmuş olur. Zemahşerî'nin bu görüşünü izah için şöyle de denebilir: "Bu ifade ile, "Misli (benzeri) bahsettiğimiz şey olan bu cennetler, tıpkı cehennemde ebedî kalan kimsenin kalışı gibi, ebedîdir" manası kastedilmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki bu ifade, bundan önce geçen bir cümleyle ilgilidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Rabbinden apaçık bir burhan üzerinde bulunan kimse, hiç kötü ameli kendisine süslü gösterilmiş, nevalarına uymuş kimse gibi olur mu?" ve ateşte ebedî katacak olan kimse gibi midir?" demek istemiştir. Zeccâc'ın bu takdiri (izahı) doğru mudur değil midir?" diye sorulursa, deriz ki: Burada ayetin lafzını (zahirini), nazarı dikkate alırsak, bunu, zorlama ile, doğru sayabiliriz. Ama ayetin manasını esas alırsak, bu, ancak yukarıda bahsettiğimiz manaya başvurmakla mümkün olur. Bunu zorlama ile doğru kabul etmemiz, ancak ikinci ifadedeki kısmının hazfini düşünerek; yahut onu, önceki (......) ifadesinden bedel kılarak; veyahut da, (......) ifâdesini, önce geçmiş olan (......) ifadesine atfeden bir atıf edatının takdiriyle mümkün olur. Bunun bir zorlama olduğu, hem hazfına, hem de müşebbeh (benzetilen) ile müşebbehün bih (kendisine benzetilen) arasına girmiş, uzun bir fasıla bulunmasına rağmen yapılan takdire nazaran, açıktır. Fakat bedel yapmamıza gelince, bu zaten yanlıştır. Çünkü eğer bedel yaparsak, ikinci ifade, yani bedel yapılan ifade ağırlık kazanmış olur. Böylece de Cenâb-ı Hak sanki, "Rabbinden apaçık bir burhan üzere olan, cehennemde ebedî kalacak olan gibi midir?" demiş olur ki bu, yapılan teşbihte bir kusur olur. Halbuki Allah'ın kelamı, kusurlardan münezzehtir. Bir atıf edatı takdir ederek bu iki cümleyi birbirine bağlama görüşü de böyledir. Çünkü atfedilen de, teşbihde müstakil bir sözdür. Ey Allah'ım, ancak geriye şunu demek kalır: Burada bir toplam, diğer bir toplamla mukayese edilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Rabbinden apaçık bir burhan üzere olan ve içinde nehirler bulunan ve müttakilere va'dedilmiş cennetlerde yerleşmiş olan kimseler, kötü amelleri kendisine hoş gösterilmiş ve cehennemde ebedî kalacak kimseler gibi midir? demektir. Bu izaha göre, mukabele (mukayese), Rabbinden apaçık delil (burhan) üzere olan ile, kötü amelleri kendilerine süslü gösterilen; cennette olan ile, cehennemde ebedî kalacak olan arasındadır ki bunu, daha önce de söylemiştik. Binâenaleyh bu ayetin, daha önceki ayete karıştırılmasına gerek yoktur. Nasıl böyle söylemeyim, çünkü Zemahşerî'nin dediğine göre, mukabele (mukayese), cehennemde olup, kendilerine kaynar sular içirilenler ile, Rablerinden apaçık bir beyyine (bürhan-delil) üzere olanlar arasındadır. Halbuki bu ikisi arasında bir münasebet yoktur. Ama bizim yaptığımız son izah böyle değildir. Çünkü mukabele, içinde ırmakların aktığı cennet ile, içinde kaynar sular bulunan cehennem arasında olup, bu inkâri bir teşbihtir ve çok uygundur. Cenâb-ı Hak, edatının lafzına nazaran, manasına nazaran da, cemi olarak buyurmuştur. Keza daha sonra, müfred olarak cemî olarak, buyurmuştur. Bunun izahı nasıldır: Deriz ki: "kim" edatı ile ilgili kelime, hemen ona bitişik zikredilirse, bunda, edatının lafzını esas almak daha uygun olur. Çünkü duyulan odur. Fakat, araya fasıla girerse, bu durumda onun manasını nazar-ı dikkate almak daha uygun olur. Çünkü duyulan şey artık kulağımızda kalmamıştır. Onu duyanın zihninde, ancak manası katmıştır. Binâenaleyh birinci durumda, 'in lafzına, ikinci durumda ise manasına bakmak daha evla olur. Eğer sorulursa ki, "Cenâb-ı Hak, diğer yerlerde, "Tevbe ve iman edip iyi amelde bulunan kimseler müstesna..." (Furkan, 70) ve "Fakat kim, yaptığı haksız hareketinden sonra tevbe eder, hâlini düzeltirse ... "(Maide, 39) buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Matuf olan kelime müfred olur veyahutta mana bakımından matufun aleyh'e benzese, senin de bahsettiğin gibi, evlâ olanı, iki durumun farklı olmasıdır. Çünkü bu, müfret kelimenin müfrede atfıdır. Cenâb-ı Hak şayet demiş olsaydı, durum yine aynı olurdu. Çünkü benzerlik, başka oluşa aykırıdır. Ama, burada olduğu gibi durum böyle olmazsa,-çünkü " kaynar sudan içirilirler" ifadesi ebedîdir" ifadesine benzemez. Binâenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın, (......) ifadesi, cehennemliklerin durumunun, cennetliklerin durumuna benzemediğini ifade eden bir açıklamadır. Çünkü, cennetlikler için, hiç değişmeyen sudan nehirler var; cehennemlikler için ise, kaynar sular.. Buna göre şayet, "inkarı (yadırgayıcı mahiyetteki) bir benzetme, var olan şeye muhalefet ile olur. Ki, sen bunun bir kısmını anlattın ve dedin ki, "Ayetteki, "bir beyyine üzere olanlar..." ifadesi, ayetteki, "o kötü ameli kendisine süslü gösterilen..." "Rablerinden..." ifadesi, "hevâ ve heveslerine uyanlar" ifadesinin; "cennet" ifadesi, "ateşte ebedî..." ifadesi "ateş" ve "kaynarsu" ifadesi de, "çaylar, nehirler, ırmaklar" mukabilindedir.. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Orada her türlü meyve onlar içindir. Bir de üstelik mağfiret vardır" ifadesinin mukabili şey nerededir?" denilirse, biz deriz ki: Bağırsakların paramparça olması, "mağfirefe tekabül eder. Çünkü biz, yaptığımız izahların birinde, bu ayette bahsedilen cennetteki mağfiretin, oradaki meyvelerin, kaza-i hacet, hastalık vs. şeyleri gerektirmekten uzak ve beri olmaları manası olduğunu açıklamıştık.. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Mü'minler için, (cennette), temiz ve temizleyici karakterde bir yeme ve içme söz konusudur.. Yeyip içtikleri bu şeyler, onların karınlarında birikmez ki, böylece onlara eziyyet versin de, onları kazâ-i hacette bulunma durumunda bıraksın.. Kâfirler içinse, kaynar sular vardır. Bu sular, onların karınlarına ulaşır ulaşmaz, bağırsaklarını paramparça eder ve onlar, bu şeyin, karınlarından çıkmasını arzularlar.. Bu ayette geçen, "her türlü meyve" ifadesinin mukabili ise zikredilmemiştir. Çünkü, cennetteki durumlar, fazlalık arzetmektedir; dolayısıyla, Cenâb-ı Hak bu fazlalığı da, ilave kelimeler zikretmek suretiyle anlatmıştır. Kaynar su, hararetin dışında, başka bir şeyden dolayı onların bağırsaklarını paramparça eder. Bu da, içilmek için hazırlanmış zehirlerdeki parçalayıcı özellik ve şiddettir. Aksi halde, sadece kaynar oluş parçalamaz.. Buna göre şayet, ifadesinin başındaki fâ, bu parçalanma işinin, bahsedilen şey ile olmasını gerektirir mi?" denilirse, biz deriz ki: Evet; ancak ne var ki bu, (muzarî sığasıyla) "parçalar..." denilmesini gerektirmez. Çünkü bu, sadece kaynar sudur. Bundan da öteye, parçalayıcı özelliği olan bir kaynar sudur.. Münafıkların Laubaliliği |
﴾ 15 ﴿