17"Onlardan öyle kimseler vardır ki, seni dinlerler. Nihayet yanından çıktıkları zaman, kendilerine ilim verilmiş olanlara, "Sahi o, demin ne söyledi?" derler. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, kalblerinin üzerine mühür basmıştır. Onlar, hevâ ü heveslerine uymuşlardır. Hidâyeti kabul edenlere gelince, (Allah) onların muvaffakiyetini artırmış, onlara, (ateşten nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir". Cenâb-ı Hak, kâfirlerin durumunu izah edip belirtince, münafıkların da durumunu ele atmış ve onların kâfirlerden olduğunu belirtmiştir. Ayetin başındaki (......) zamirinin, Bakara Sûresi'nde, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerden, bahsettikten sonra, "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde (...) derler"(Bakara,8) buyurmuş olduğu ayetindeki "nâs-insanlar" kelimesine raci olması muhtemel olduğu gibi, Mekkelilere raci olması da muhtemeldir. Çünkü, Mekkelilerden de, "... Biz nice memleketleri, -ki seni çıkaran memleketinden daha çok kuvvetli idi-, helak ettik..." (Muhammed, 13) ayetinde bahsolunmuştu. Bu zamirin, "Hiç bu o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça eden kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?" ifadesinden anlaşılan manaya raci olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Ateşte ebedî kalanlardan, seni dinleyen kimseler vardır..." seklinde olmuş olur. Ayetteki (......) ifadesi, daha önce de belirttiğimiz gibi (......)deki (......) edatının manasına nisbetle çoğul; (......) kelimesi de, (......) lafzına nisbetle müfret olarak gelmiştir ki, bunun ne demek olduğunun izahı, biraz önce geçmişti.. Bu cümlenin başındaki hattâ kelimeleri, müfessirlerin görüşüne göre, atf için olan hattadır. Buna göre, hattâ ile atfetmek, ancak, ma'tufun (atfedilenin) ma'tufun aleyh'ten bir cüz olması halinde ancak güzel olur. Bu cüz oluş, daha üstün veya daha alt derecede olma tarzında olabilir. Bu tıpkı, meselâ bir kimsenin, "Bana halk, hatta kral bile ikramda bulundu..." ifadesiyle, "Hacılar geldi, hatta yayalar bile" şeklinde ifadesi gibi. Velhasıl, matufun aleyh'in, mana itibariyle olması gerekir. Halbuki vâv ile atıfta bu şart değildir. Binâenaleyh, senin vâv ile atfetmen durumunda, "Hacılar geldi ve ben bilmedim" diyebilirsin, fakat aynı şey, (......) hakkında söylenemez. Bunu iyice kavradığına göre, buradaki bu münasebetin izahı şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet yanından çıktıkları zaman..." cümlesi, iyice dinlemiş olmayı ifâde eöer. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, iyice ve tam olarak dinliyorlar, kulak veriyorlardı" demiş olur. Çünkü onlar, dinliyorlar; çıktıkları zaman da, tıpkı anlamak isteyen kimsenin yaptığı gibi, onu iyi anlamış olanlar (ulemâ)'dan, söylenenlerin tekrarını istiyorlardı. İmdi şayet son, "Böyle olması halinde, bu, onlar için bir övgü olmuş olur. Halbuki, Cenâb-ı Hak, onların bu durumunu zemm ve kınama sadedinde zikretmiştir" dersen, biz deriz ki: Bu husus, bundan sonra gelen şu iki şeyin birisi ile ortaya çıkar, anlaşılır: Onlar, bununla ya istihza etmişlerdir; ki bu, tıpkı, zekî bir kimsenin ahmak birisine, -aslında kendisinin iyi anladığını bildiği halde-, "Sözünü tekrarla da anlayayım.." demesi gibidir. Halbuki herkes, bu kimsenin bu sözüyle, İstihza ve alay ettiğini, bu tekrardan faydalanmaya ihtiyacı olmadığını ve bunun tekrarını istemeye ihtiyacının olmadığını bilir. Yahut da onlar, dinlemelerine ve dinlediklerinin tekrarını istemiş olmalarına rağmen, söylenilenleri anlamamışlardır. "İşte kâfirlerin kalblerine Allah, böyle mühür basar" (Araf, 101) ayeti, bu ikinci duruma; "Onlar iman edenlere kavuştukları zaman "inandık" derler. Şeytanlanyla başbaşa kalınca ise, "Emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza edicileriz" derler" (Bakara, 14) ayeti de birinci duruma uygun düşüp onu teyit eder. İkincisini, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bedeviler, "iman ettik" dediler. Deki: "Siz iman etmediniz amma, müslüman olduk (boyun eğdik) deyin. İman henüz sizin kalblerinize girmemiştir" (Hucurat, 14) ayeti tekîd eder, destekler. Ayetteki, (......) ifadesine gelince, kimi müfessirler bunun manasının, "Az önce, demin" şeklinde olduğunu; başlamak anlamına gelen "istinaf" kökünün de bu kökten geldiğini söylerler. Buna göre evlâ olan, şöyle denümesidir: "O münafıklar, tıpkı, bir kimseden bir şeyin tekrarını isteyen kimsenin, "Hele, sözünü yeni baştan söyle de, böylece bir şeyi kaçırmış olmayayım!.." demesi gibi, sözünü, yeni baştan tekrarlamalarını istemeleri manasında, "Sahi, o demin ne söyledi?" derler. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, kalblerinin üzerine mühür basmıştır" buyurmuştur ki, bu, "Onlar, ya anlamadıkları, yahut da, istifâde etmek amacıyla dinlemedikleri için, hakka tâbi olmayı terkedip, hakkın zıddı olan bâtıla tâbi olmuşlardır" demektir. Mü'minlerin Hidayetini Artırır Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hidayeti kabul edenlere gelince, (Allah) onların muvaffakiyetini artırmış, onlara, (ateşten nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, münafığın dinlediğini, fa,kat yararlanamadığını, tekrarlanmasını istediği halde bundan yararlanmak istemediğini beyan buyurunca, hidâyete ermiş mü'min kimsenin durumunun böyle olmadığını, zira onun, dinleyip, hem de anladığını ve bildiği ile amel ettiğini; münafığın, hep tekrar edilmesini istediğini; hidâyete ermiş mü'min ise dinlediği sözü anlayıp bunu nakledebildiğim beyan buyurmuştur. Burada, söyle iki fayda vardır: 1) Daha önce de açıkladığımız gibi, ayetin bu ifadesi, iki topluluk arasındaki farkı gösterir. 2) Münafığın mazeretini ortadan kaldırmak, takip ettiği yolun kötü olduğunu açıklamaktır. Çünkü, münafığın şayet, "Mesele kapalı ve gizli olduğu için anlayamadım.." demiş olsaydı, onun bu gerekçesine karşı çıkar ve ona durumun böyle olmadığı söylenirdi. Zira, hidâyete ermiş olan mü'minin söylenenleri iyi anlamış ve söylenen şeyin ayrılmaz vasıflarıyla, buna bağlı olan tâli olan taraflarını istinbat etmiş, çıkarmıştır. Fakat münafıkların yaptığı ise, maksadın kapalı olup anlaşılmaz olmasından değil, kalblerinin körlüğünden ileri gelmektedir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) fiilinin faili (yani artıran) kimdir? Biz deriz ki: Bu konuda birkaç izah şekli vardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den işitilen şey, Allah'ın ve resulünün kelâmından olup "Onlardan öyle kimseler var ki, seni dinlerler" cümlesi buna delâlet eder. Çünkü bu ifâde duyulan ve işitilen bir şeyin varlığını gösterir. Maksat ise iki., cemaat arasındaki farklılığı açıklamaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar yok mu, işte onlar bunu anlamadılar. Berikilere gelince, onlar bunu anlamadılar" demek istemiştir. 2) Onların hidayetlerini artıran, Allahü teâlâ'dır. Ayetteki, "Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerinin üzerine mühür basmıştır" ifadesi buna delâlet eder. Buna göre Allahü teâlâ sanki onların kalblerine mühür basmış ve böylece onların körlüklerini artırmış; hidayete ulaşanların da, hidayetlerini artırmıştır. 3) Münafığın alay ve istihzası, hidayete erenlerin hidayetlerini artırmıştır. Bunun izahı şöyledir: Allahü teâlâ, "Onlar, hevâ-u heveslerine uymuşlardır" buyurunca, "Hidayeti kabul edenlere gelince, bu onların muvaffakiyetini, yani hidayete uymalarını hidayet ve muvaffakiyet bakımından artırmıştır" buyurmuştur. Çünkü bu kimseler, ötekilerin fiillerini çirkin bulmuş ve o fiillerden uzaklaşmışlardır. İkinci Mesele Allahü teâlâ'nın, "(Allah) onlara, kaçınacakları şeyi ilham etmişti.." ifadesinin manası nedir? Deriz ki: Bu hususta, nakle ve istinbâta (tefekküre) dayanan birkaç izah şekli vardır: Nakle dayanan hususunda diyoruz ki: Bu hususta, bundan muradın, "Allah onlara, takvalarının (kaçınışlarının) mükâfaatını verdi" "Allah, onlara, gizlemeksizin, takvalarının bizzat kendisini verdi, yani, onlara takvayı beyan edip açıkladı"; "Allah, onlara, öğrendikleri şeyle amel etme muvaffakiyetini lütfetti.." gibi manalar olduğu söylenmiştir. Tefekküre dayanan izahlar konusunda da şunu söylüyoruz: Bu ifade ile kastedilenin, münafık ile bu kimse arasındaki farkı iyice göstermek için, Kur'ân'ı dinleyen ve onun manalarını anlayıp tefsir eden kimsenin durumunu ortaya koymak olması muhtemeldir. Çünkü münafık da Kur'ân'ı dinlemiş, ama onu anlamamış; söylenilen şeyin tekrarını istemiş, yine de anlamamıştır. Hidayete eren kimse ise, o, Kur'ân'ı anlamış ve bunu başkalarına da açıklamıştır. Ayetteki "Allah onların hidayetlerini (muvaffakiyetlerini) artırdı" ifâdesi bunu gösterir. Cenâb-ı Hak burada, (......) yerine (......) buyurmuştur. "Hüdâ" kelimesi, "hidayet etti" fiilinin masdarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sen de o peygamberlerin hidayetlerine uy"(Enam,90) yani, "Sen, onların hidayete ermelerine vesile olan şeye sarılıp, onların hidayete erişleri gibi, hidayete er" buyurmuştur. Buna göre ayetteki ifadesi, "Allah onları Kur'ân hakkında delilsiz konuşmaktan uzak tutmuş, korumuş ve onları sırf rey (akıl) ile tefsir yapmaktan sakınmaya (ittikâ etmeye) yöneltmiştir" manasınadır. Buna göre, ifadesi, "Onlar hidayete ermiş kimselerdir de, Allah onların hidayet üstüne hidayetlerini artırdı. Böylece de onlar, hidayete erenler derecesinden, hidayete iletenler derecesine yükseldiler" manasınadır. Ayetteki bu ifade ile, ilme; "Onların takvasını artırdı" ifadesiyle de, bilemedikleri hususlarda ihtiyata sarılmaya işaret edildiğini söylemek de mümkündür. Bu mana Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, söze kulak verip, onun en güzeline uyan kullarımı müjdele" (Zümer, 17-18) ve "ilimde kök salmış olanlar da, "Biz ona iman ettik" derler" (Al-i İmran, 7) ayetlerinden çıkarılmıştır. Bir üçüncü manaya göre ise, burada kastedilenin, ihias sahibi olan kimsenin, daima tedbirli olduğunu, bu sebeple de onun, hevesten daha çok haşyet duyduğunu beyan etmektir. Bunu şöyle izah ederiz: Allahü teâlâ, "Allah onların hidayetini artırdı" buyurunca, onunla, onların ilminin arttığını ifade etmiştir: Cenâb-ı Hak, bir başka yerde, "Allah'ı ancak alim kulları hakkıyla tazim eder" (Fatır, 28) buyurmuş; burada da, "Allah ilim ifade eden haşyet (tazim) duygusunu vermiştir" buyurur. Dördüncü bir manaya göre ise, "Allah onlara, Kıyametten ittikâ etme (korkma) duygusunu vermiştir." Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, Rabbinizden ittikâ edin. Babanın, oğluna evladın babaya hiçbir fayda veremeyeceği bir günden korkun " (Lokman. 33) buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın, "Onlar ancak Kıyametin ansızın gelmesini mi bekliyorlar?" (Muhammed, 15) ayeti de buna delalet eder. Böylece sanki, takvanın hemen peşinden Kıyametin zikredilmesi, buna delâlet eder. Beşinci bir manaya göre ise, ayetteki bu ifade, "Allah onlara, takvalar- n, yani mü'mine yaraşan takvayı vermiştir. Bu, bulunduğu zaman, hiçbir kınayanın kınamasından korkulmayan takvadır. Cenâb-ı Hak sonra, "O (peygamberler), Allah'ın gönderdiklerini tebliğ eden ve O'ndan ittikâ eden, korkan ve Allah'dan başka hiçbir kimseden kaçamayanlardır" (Ahzab, 39) buyurmuştur. Allah'ın, "Ey Peygamber, Allah'dan ittikâ et, kâfirlere ve münafıklara itaat etme"(Ahzab, 1) ayeti de böyledir. Bu izah, uygundur. Çünkü ayet, iki topluluğun farklılığını anlatmaktadır. Bu izah da, bunu ortaya kor. Şöyle ki: Münafık insanlardan korkar. Onlar ise iki cemaattir: Mü'minler ve kâfirler.. Binâenaleyh münafık, bu iki cemaat arasında gider gelir ve her ikisini de hoşnut etmeye alışır. Ama bu arada Allah'ı kızdırır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, münafığın hilafına, "hidayete ermiş mü'min" ifadesini kullanır. Çünkü mü'min bildiği, münafık bilmediği, dolayısıyla mü'min ancak Allah'dan ittikâ ettiği, münafık ise Allah'dan başka herşeyden çekindiği için, Allahü teâlâ münafığın aksine, mü'min hakkında "hidayete ermiş" ifadesini kullanmıştır Hidayet İçin Kıyamet Beklenmez |
﴾ 17 ﴿