6"Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse, onu tahkik edin. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olan kimseler olursunuz". Sûrenin Ahlâkî Prensipleri Bu sûrede, mü'minleh, ahlâkın en güzeline bir irşâd bulunmaktadır. Bu da, ya Allah, ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ya da bunların dışında bulunan, diğer insanlar ile olan hususlardadır. Diğer insanlar da iki kısımdır. Çünkü onlar, ya mü'minlerin yolu üzere olup, itaat rütbesini haizdirler; yahut da, bu rütbeyi haiz değillerdir ki, bu da fasıktır. Mü'minlerin cemaatına dahil olup, onların yoluna uyan kimse ise, ya onların yanında bulunur, ya da bulunmaz.. İşte bu, şu beş kısma ayrılır: a) Allah'dan yana olan şeyler, b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yana olan şeyler, c) Fasıktan yana olan şeyler, d) Orada bulunan mü'minlerden yana olan şeyler. e) Orada hazır bulunmayan mü'minden yana olan şeyler. İşte Cenâb-ı Hak, bunları, "Ey iman edenler.." vasfıyla beş kez zikretmiş ve onları, her defasında, bu beş kısımdan birisine nasıl güzel davranacağı hususunda irşâd edip aydınlatmıştır Meselâ, önce, "Ey iman edenler, Allah ve Resulünün önüne geçmeyiniz..' buyurmuştur. Burada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zikredilmesi, Allah'a itaatin (keyfiyetini) açıklamak içindir. Çünkü Allah'a taat ancak, Allah'ın Resulünün sözü ile bilinip anlaşılır. İkinci olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e saygı göstermenin vacib olduğum beyan etmek için, "Ey iman edenler, seslerinizi, Hazret-i Peygamberin sesinin üzerine çıkarmayınız.." buyurmuştur. Üçüncü olarak, fasıkların sözlerine güvenmekler sakınmanın gerekli olduğunu açıklamak için, "Ey iman edenler, bir fasık size biı haber getirdiği zaman.." buyurmuştur. Çünkü fasıklar, siz mü'minlerin arasına fitne sokmak istemektedirler. Bunu, "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle döğüşürlerse..."(Hucurat, 9) ifadesinin tefsirinde açıkla(dık). Dördüncü olarak, 'Ey iman edenler, bir topluluk başka bir topluluğu alaya almasın.. Birbirinizi ayıplamayın.." (Hucurât, 11) buyurmuştur ki bu, yanlarında bulunuyorlarken, mü'minlere sıkıntı vermemenin ve onların hal ve durumlarıyla alay etmemenin gerekliliğini anlatır. Beşinci olarak da, "Ey iman edenler, zarının bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan günahtır... Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin..." (Hucurat, 12) buyurmuştur ki, bu, gıyabında,mümine haksızlık yapmaktan kaçınmanın farziyyetini beyan etmektedir. Böylece Cenab-ı Hak mümin şeyit orada olsaydı eziyyet duyacak olduğu şeyi zikretmiştir.Ki bu son derece güzel bir tertibtir. İmdi eğer; Bu sıranın tam olması ve mesela önce Allah ve Resulü ile daha sonra hazır bulunan mümin ile bunun peşinden orada hazır olmayan mümin bunun peşi sıra fasık ile söze başlanılmış olması için niçin mümin fasıktan önce getirilmemiştir? denilirse biz deriz ki:Allah daha ehemmiyetli olanı daha az mühim olandan önce getirmiştir. Bu sebeple de önce kendisinden sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bahsetmiş, daha sonra da fasık kimsenin sözüne kulak verilmesi ve ona itimat edilmesi sebebiyle müslüman cemaatler arasında savaşa sebebiyet verebilecek olan durumu zikretmiştir.Çünkü Allahü teâlâ kalblerde, göğüslerde daha fazla nefrete mucib olan şeyleri zikretmiştiradıyallahü anhma orada hazır olan mümin ile orada hazır olmayan müminden bahsetme meselesine gelince bu durum mümin kimseyi vuruşmaya götürecek bir biçimde ona eziyyet vermez.Baksana Allahü teâlâ fasıkın haber vermesiyle ilgili ifadenin peşinden, iktidal –vuruşma ile ilgili ayeti getirerek Eğer müminlerden iki zürme birbiriyle dövüşürlerse (Hucurat, 9) buyurmuştur. Ayetlerin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır: Nüzul Sebebi Bu, ayetin nüzul sebebi ile ilgili olup şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Velid İbn Ukbe'yi, -ki bu, Hazret-i Osman'ın ana bir kardeşidir-, zekât memuru olarak Mustalikoğulla-n'na göndermiş, bu sebeple, onlar da onu, karşılamak istemişlerdi. Ama, Velîd, onların savaşacaklarını zannetmiş, gerisin geriye Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına dönerek, onların zekât vermeye yanaşmadıklarını söylemiş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onlarla savaşmayı tasarlamıştı. Derken, işte bu ayet-i kerime nazil oldu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e. onların bu söylenilen şeylere dair hiçbirşey yapmamış olduğunu haber verdi: Bu izah, onların (ulemânın), bu ayetin işte o zaman nazil olduğunu söylemeleri halinde yerinde olur. Ama, bu ayetin, işte bundan dolayı inip, sadece buna mahsus olduğunu ve başka olayları ilgilendirmediği fikri geçerli olmaz.. Tam aksine, biz diyoruz ki: Bu ayet-i kerime, araştırıp soruşturmayı ve fasık sözüne itimat edilmemesi gerektiğini beyan etmek için, genel anlamda (genel ve kapsayıcı bir hükümle) nazil olmuş olan bir ayettir. Bu ayetin, sırt bu hadise hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin tutarsız olduğuna, Allahü teâlâ'nın, "Ben bu ayeti, işte bunun için indirdim.." dememiş olması da delâlet eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de, onun, bu ayetin sadece bu durumu açıklamak için nazil olduğuna dair bir açıklaması da yoktur. Fasıkın Burada Manası Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Bu ayet o vakitte nazil olmuş olup, bu, ayetin inişinin bir tarihi gibidir. Biz de bunu tasdik ediyoruz. Yaptığımız bu izahı, Velîd'e, fâsık vasfının verilmesinin haksız ve geçersiz olması da teyit eder. Çünkü Velîd, Öyle sanmış da, böylece hata etmiştir. Hata eden ise, fâsık olarak adlandırılamaz.. Nasıl böyle olmasın ki, Kur'ân-ı Kerim'in pekçok yerinde geçen "fasık" kelimesiyle, iman bağından çıkmış ve uzaklaşmış olan kimseler kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki Allah, asıklar topluluğunu muvaffak etmez.." (Münafikûn, 6), "Böylece de, Rabbînin emrinin dışına çıktı.. "(Kehf, 50) ve "Fasık olanların barınacağı yer ise ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isterlerse içersine döndürülürler..." (Secde, 20) buyurmuştur. Edatındaki Bir İncelik Ayetteki, "Eğer bir fasık size bir haber getirirse..." ifadesi, şöyle bir nükteye işaret etmektedir: Mü'min kimse, kâfire .karşı son derece vakur, sert ve tedbirlidir.. Binâenaleyh, fasık bir kimsenin, önemli bir haber hususunda onu kandırması mümkün değildir. Eğer bu mümkün olursa, nâdirattandır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu ifadenin başına, ancak olması beklenen, ama henüz olmuş bitmiş olmayan bir manayı ifâde eden şart edatını getirerek, "size ... getirirse..." buyurmuştur. Çünkü Arapça'da, "Ham hurma kızarırsa..." "Güneş doğarsa..." denilmesi kullanılmış, yerinde bir ifade olmaz.. Üçüncü Mesele Kural olarak: Şart konumunda olan nekire ifâde genellik bildirir. Fakat bu müsbet hüküm için böyledir. Nasıl ki menfî bir hükümde, haber verme de genellik bildirir. Keza nekire, menfi durumda olması halinde ise şart konumunda hususîlik ifade eder. Nasıl ki, müsbet hükümde olması halinde, haber vermede de hususîlik ifade eder. Biz bunu, misalini vererek ve delilini zikrederek izah etmeye çalışalım.. Bunun bir misalle açıklanmasına gelince, şöyle deriz: Bir kimse, kölesine, "Eğer ben, herhangi birisiyle konuşursam, sen hürsün!" dediğinde, bu kimse, adetâ, "Ben, herhangi bir kimseyle konuşmam..." demiş olur. Böylece de o köle, efendisinin herhangi bir kimseyle konuşması halinde azâd olmuş olur. Ama bu kimse, "Eğer ben, bu gün, herhangi bir kimseyle konuşmazsam, sen hürsün..." dediğinde, bu kimse adeta, "Ben bu gün, herhangi birisiyle konuşmayacağım.." demiş olur ve böylece de kölesi, efendisinin hiçbir kimseyle konuşmamış olmasından dolayı azâd olmamış olur. Bu tıpkı, bir kimseyle konuşmamaya yemin ettiğinde, her adamla konuşmuş olması sebebiyle onun sözünde, yemininin zuhur etmeyişi gibidir. Bunun deliline gelince.. Bu, ilk önce müsbet tarafı ele almakla olaya çıkar.. Baksana, herhangi bir harf olmaksızın, ifadeler, müsbet anlam için konulmuştur. Olumsuzluk (menfilik) ise, bir harf ile temin edilir. Binâenaleyh bir kimsenin, "Zeyd, ayaktadır" ifadesi, va'z olunan ilk ifâde olup, bu haliyle, Zeyd'in ayakta oluşuna delâlet eden bir harfin getirilmesine İhtiyaç yoktur. Ama, menfî (olumsuz) cümlede ise, biz, "Zeyd, ayakta değildir" deme ihtiyacını hissederiz. Binâenaleyh şayet, va'z ve tertip, ilk önce olumsuzluk için olmuş olsalardı, biz bir ihtisar ve kısaltma olsun diye, ilâve edilen harfe İhtiyaç duymazdık.. Durum böyle olduğuna göre, bir kimsenin "Bir adam gördüm" şeklindeki sözünde, bu sözü doğrulayan hususiyetin bulunması yeterli olur ki, bu da, bir kimsenin görülmüş olmasıdır. Ama sen, Sor "Hiç bir kimse görmedim" dediğinde, bu ifade, o kimsenin, "Bir adam gördüm.." ifadesinin zıddı olan bir ifâde olup, bu karşıtlığı ifade için terkip edilmiştir. Halbuki, karşıt ifadelerin doğru olmamaları gerekir. Binâenaleyh, şayet bir kimsenin "Bir adam görmedim" şeklindeki sözünde, bir adamdan başka hiç kimsenin görülmemiş olması kafi olsaydı, o zaman bizim, "Bir adam gördüm ve bir adam görmedim" şeklindeki sözleri mi doğru olurdu; böylece bunlar, birbirinin mukabili olan ifadeler olmamış olurlardı ki, böylece de bir birinci ifadeden ikinci ifadeyi anlamış olurduk.. Ve bu ifadeden, menfî olan tarafın umumîliği, gerekmiş olurdu. Bu iyice bilindiğine göre, biz şimdi diyoruz ki: Şartlı cümleler, Önce vaz' olunan, daha sonra da, kesin oluş halinden sonra terkib olunan ifâdelerdir. Delili ise, harfin ilâve edilmesidir. Ki bu ilâve harf, kesinliğin zıddını ifâde eden bir harftir"size geldi" "Eğer size gelirse..." Dolayısıyla bir kimsenin, "Sen hür olmayasın diye, hiçbir adamla konuşmadım" şeklindeki sözü, nefy manasına varıp dayanır.. Fâsıkla ilgili sözün umumîliğinin anlaşılması gibi, o sözün "haber" hakkında da umumî olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre ifâdenin manası, "Herhangi bir fasık size, herhangi bir haber getirirse, o haber hakkında araştırma yapmanız size farzdır..." şeklinde olur. Alimlerimiz, haber-i vahidin bir hüccet olduğu ve fasık kimsenin şehâdetinin kabul olunmayacağı hususunda bu ayete tutunmuşlardır. Birinci şık hususunda, alimlerimiz şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak, geri durma, araştırma işini, kişinin fasık olmasına bağlamıştır. Binâenaleyh, şayet âdil bir kimsenin haberi makbul olmasaydı, o zaman, bu işin, kişinin fasık oluşunun bağlanmasının bir manası kalmazdı. Alimlerimiz bu istidlali, mefhûma tutunmak kabilindendir. Fasıkın Şahitliği İkinci şıkka gelince, bu da şu iki yöndendir: a) Allahü teâlâ, fasıkın haberinin araştırılması emrini vermiştir. Binâenaleyh, şayet fasıkın sözü makbul olsaydı, hakim (kadî), o haberi araştırmakla memur olmazdı. Şu halde, fâsık kimsenin sözü makbul olmaz.. Hem sonra, Allahü teâlâ, önemli olsun önemsiz olsun, her türlü haber hakkında araştırmayı emretmiştir. Şehâdet konusu ise, haber hususundan daha mühim ve titizlik gerektiren bir husustur. b) Allahü teâlâ, "(Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da..." buyurmuştur. Cehalet, "hatâ"nın üstündedir. Çünkü müctehîd hata ettiğinde "câhil" adını almaz. Hükmü, fâsığın sözüne bina eden kimse ise, hükmünde isabet etmemesi halinde mahzâ cehalettir. (Cahilin ta kendisidir). Binâenaleyh, fasıkın sözüne hüküm bina etmek, raci olmaz. Beşinci Mesele (......) ifadesi vb. hakkında biz, şu iki izahı yapmış idik: a) Kufelilerin metoduna göre, bu ifade ile "... sataşmayasınız diye" manası kastedilmiştir. b) Basralıların metoduna göre de, bu ifâde ile, "sataşmanız hoş olmadığı için ..." manası murad edilmiştir. Şöyle de denilebilir: Ayetten kasdedilen mana "Araştırınız ve bu hususta ittikâ ediniz..." şeklindedir. Binâenaleyh, hoş olmaya ifadesi, bizim, "Fasıkın sözü, toplumlar arasında fitnelere sebebiyet verir.. Halbuki, yüzyüze söylenmiş olan eziyyet verici lafızlar ile, mü'minden sadır olan gıybet böyle değildir. Çünkü, mü'mini, dini, çirkin şeyler yapmaktan ve başkalarını korkutmakta ileri gitmekten alıkor.. Ayetteki, (......) kaydı, hâl konumunda bir kelime olup, buna göre mana, "Bilmeksizin sataşmayasınız diye..." şeklinde olur. Burada söyle bir incelik vardır: "Isâbe" masdarı, hem kötü, hem de iyi şeyler kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Sana isabet eden iyilik Allah'dandır, kötülük ise kendindendir.(Nisa, 79)" Fakat genelde bu masdar, kötü şeyler için kullanılır ve zann ile birlikte kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Eğer onlara bir kötülük isabet ederse, buna sevinirler" (Al-i İmran, 120) buyurmuştur. Fiilinin Manası Cenâb-ı Hak daha sonra bu hususu, câhil kimsenin mutlaka yaptığı şeye piş man olacağını beyan etmek için, "Yaptığınıza pişman olan kimseler olursunuz" buyurmuştur. Buradaki ifadesi, "olursunuz..." manasınadır. Nahivciler, fiilinin şu üç şekilde kullanıldığını söylemişlerdir: a) Sabahlamak manasına... Nitekim birisi, "Biz falancanın gıybetini yaparak, aleyhine hüküm vererek sabahladık der. b) İşin, sabah vakti olduğu manasına... Nitekim birisi"Bugün hastamız olduğundan daha iyi oldu. Fakat kuşluk vakti durumu değişti" der ve bununla hastanın sabah vakti, olduğu hal üzere olduğunu kasteder. Buna göre bu kimse sanki, "Hasta sabah vakti iyi idi de, kuşluk vakti değişti" demek istemiştir. c) (oldu) manasına... Nitekim birisi, "Zeyd zengin oldu" der ve onun, bir vakit murad etmeksizin, zengin olduğunu anlatmak ister. İşte ayette de kelimenin bu üçüncü manası kastedilmiştir. Ve kelimeleri de böyledir. Fakat bu hususta şöyle bir izahta bulunmamız gerekir: Lafızların şekli değişince, mutlaka manaları da değişir. Buna göre diyoruz ki: Bu "oluş" işi, bazan işin başlangıcından İtibaren olur ve devam eder, bazan da işin neticede ona raci olması manasında, sonda olur, bazan da işin ortasında olur. Birincisinin misali, bir kimsenin, "Çocuk anlar oldu, yani anlamaya başladı" demek olup ziyadelik anlamı belirtir. İkincisinin misali, bir kimsenin "Hak açık oldu, vacib oldu" demesi gibidir. Bu, "En son noktasına vardı" demektir. Üçüncüsünün misali de, bir kimsenin, ona başlamasını ve nihayete erdiğini anlatmak istemeksizin, aksine onunla içice, onunla muttasıf olduğunu anlatmak için, "Zeyd, âlim ve güçlü oldu" demesi gibidir. Ve Kelimeleri Bunu iyice kavradığına göre, bil ki fiilinin asıl kullanılışı, birinin veya bir şeyin bir işe başlaması manasındadır. o şeyin, o vasıf fiilinin asıl kullanışı, hususunda, en son noktaya ulaştığını anlatmaktır fiilinin asıl kullanışı ise, o şeyin, işin ortasına varıp dayandığını anlatmaktır. "Kullanan kimseler bu mana inceliklerine dikkat etmiyor ve bu üç kelimeyi de aynı manada kullanıyorlar.." denilemez. Çünkü diyoruz ki: Manalar biribirine yakın olduklarında böyle bir kullanış caizdir. Fakat kullanmanın caiz olması, asıl manalarına ters bir durum değildir. Pek çok kelimenin asıl manası gelip geçmiş ve ortak olmayan (kök manasıyla alakası olmayan hususlarda) daha yaygın kullanılmışlardır. Bu iyice anlaşıldığına göre, şimdi diyoruz ki, "Ayetteki ifadesi, "Sizler pişman olmaya başladınız pişmanlıkla içice oldunuz ve pişmanlığınızı sürdürdünüz" manasınadır." Hak teâlâ'nın, "Allah'ın nimeti ile, kardeşler oldunuz"(Al-i imran, 103) ayetinde de mana böyledir, yani "Sizler kardeş olmaya başladınız, kardeş olmada ilerlediniz ve bunu sürdürdünüz" demektir. Velhasıl Cenâb-ı Hak, bu manada bu lafzı kullanmıştır. Çünkü bu lafızla bildirilen şey, ya mükâfaat, ya da ceza hususlarındadır. Bu iki şey, gittikçe artabilir. İlahî işlerin, sonu-sınırı yoktur. Ayetteki, (......) kelimesine gelince, "nedm" devamlı bir keder ve üzüntü demek olup, nün, dâl ve mîm harflerinden meydana gelen değişik kelime kalıplarının hepsinde devam manası vardır. Bu tıpkı birisinin, "sürdürdü, devam ettirdi" manasında, "Falanca içkiyi sürdürdü" demesi gibidir. "Medine" kelimesinde de bu mana vardır. Hak teâlâ'nın bu ayetinde şöyle iki incelik var: Birincisi: Sakındırmayı yerleştirmek ve pekiştirmektir. Bunun izahı şöyledir: Allahü teâlâ, "Bilmeyerek bir kavme sataşırsınız diye..." buyurunca, bunun peşinden, "Bu kendisine iltifat edilmeyecek şeylerden değildir. Aklı başında olan kimsenin, "Farzet ki işte ben bir kavme çattım, zarar verdim, bundan bana ne olur. Aksine bundan, size devamlı bir keder ve hüzün olur" demesi doğru olmaz. Bu gibi şeylerden sakınmak şarttır. İkincisi: Bu ifadede, mü'minlere bir övgü vardır, yani, "Sizler, bir kötülük yaptığında ondan üzülmeyen kimselerden değilsiniz. Aksine böyle bir kötülüğe alabildiğine pişman olup, üzülen kimselerdensiniz" demektir. |
﴾ 6 ﴿