7

"Hem bilin ki içinizde Allah'ın Resulü var. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, muhakkak ki sıkıntıya düşersiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi; küfrü, fasıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar onların tâ kendileridir".

Ayetin tefsiri hususunda söylenmiş olanlar ile söylenebilecekleri zikredelim. Ayetin tefsiri hususunda söylenmiş olanların en güzelini tercih ediyoruz. Bu da Zemahşerî'nin tercih ettiği husustur. Çünkü Zemahşerî, bu ayetin tefsiri ile ilgili uzunca bir bahis açmış ve şöyle demiştir: "Ayetteki, "Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, muhakkak ki sıkıntıya düşersiniz" cümlesi, nazmın (söz sıralamasının) bozukluğuna götüreceği için, müste'nef (bağımsız) bir cümle değildir. Çünkü böyle olsaydı, "bilin ki..." fiili ile, "size uysaydı" fiili arasında bir ilgi kalmazdı." Zemahşerî bu ilgiyi daha sonra şu şekilde izah etmiştir: "Size uysaydı..." fiili, "içinizde" ifadesindeki, merfû "küm" zamirinden "hal" konumundadır. Buna göre kelamın takdiri, "Sizler, onun size itaat etmesini istiyor, yahut da sizin yaptıklarınızı doğru buluyor" şeklinde olmak üzere, "içinizde, aramzdadır" manasındadır. Halbuki onun, bu durumda olması uygun değildir. Çünkü eğer böyle olsaydı, muhakkak ki işleriniz sarpasarardı, yahut sıkıntıya düşerdiniz, yahut da yaptığınızın acısını çekerdiniz.

Daha sonra, Hak teâlâ, "Eğer, ... size uysaydı" ifadesinin muhatabı olanların dışında, bazı mü'minlere hitaben, "Fakat Allah size imanı sevdirdi" buyurmuş ve böylece sıfattaki değişikliği ifade ile yetinmiş ve "Bazısına imanı sevdirdi" buyurmamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, şeklinde değil de, buyurmuştur ki bu, onların, bu halin devamını ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların yaptıklarını kabule devam etmeyi istediklerini delalet eder. Fakat bu ifadenin sonrası; öncesinin aksinedir. Burada da böyledir. Her nekadar açık bir lafız ile muhalefet olmamış ise de, muhatabların vasıf ve hallerindeki farklılık, bir muhalefete delalet etmektedir. Çünkü ayetteki, "Eğer... size uysaydı" hitabının muhatabları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendi istekleri doğrultusunda işlem yapmasını isteyen kimselerdir. Halbuki, "Allah size imanı sevdirdi" ifadesinin muhatabları, işlerini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in isteğine uygun olarak yapmak isteyenlerdir." Zemahşerî'nin söylemiş ve tercih etmiş olduğu görüş bundan ibaret olup, bu güzeldir.

Bence şöyle de denebilir ve sanki en kuvvetli olan görüş de budur: Allahü teâlâ, "Bir fasık, size bir haber getirirse, onu araştırın"yani "inceden inceye araştırın, açın çözün" buyurunca, bunun peşinden, "Hem bilin ki içinizde Allah'ın peygamberi var" buyurmuştur ki bu, "Bu meseleyi ve hususu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müracaat etmek suretiyle çözmeniz, sizin için daha kolaydır. Çünkü o, aranızda bir açıklayıcı ve bir mûrşiddir" manasına olup, tıpkı, bir hocanın talebelerinin bir mesele hususunda ihtilaf ettiklerinde bir kimsenin, hocanın aralarında oturduğu manasında değilde, onların ona müracaat etmeleri gerektiğini kastederek, "İşte hoca (aranızda) oturuyor" demesi gibidir. Çünkü onun bu sözden maksadı, "Hoca size pek çok hususta katılmaz" demektir. Bu böyledir, zira hoca, bahsettiğimiz misalde, şayet talebelerinin sözüne itimat etmiş olsaydı, talebelerinin kalbi, hocaya müracaat ile mutmain olmazdı.. Ama hoca, salih nakillerden, hadislerden bahsedip, bu hususu kuvvetli delillerle anlatınca, herkes o zaman ona müracaat eder (onun hükmüne baş vurur). İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hak ayette, "O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yol göstermesini isteyiniz; çünkü O, bilir ve (yanlış olan meselelerde) hiç kimseyi dinlemez. Dolayısıyla da, böyle davranmada bir haksızlık olmaz ve tutarsız olan şeyler, Peygamber nezdinde revaç bulmaz. Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, muhakkak ki sıkıntıya düşersiniz" beyanı ile, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in (yanlış hususta) hiç kimseye itaat etmeyeceğinin kastedilmiş olduğunun delili şudur: Şart cümleleri pekçok yerde, cezâ'nın (şartın konusunun) imkânsız oluşundan dolayı, şartın da imkânsız olduğunu beyan etmek için varid olur. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer gökte ve yerde Allah'dan başka Tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harab olup gitmişdi..."(Enbiyâ,22) ayetiyle, "Eğer Kur'ân, Allah'dan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan birçok (şeyler) bulurlardı.." (Nisa,82) ayetlerinde böyledir. Çünkü, bu ayetler, yer ile gökte, Allah'tan başka ilahın bulunmadığını ve Kur'ân'ın, Allah'tan başkasının katından olmadığını beyan etmektedirler.

İmanın Sevdirilmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "iyice araştırınız" ifadesi hakkında varid olabilecek bir sorunun cevabına işaret etmek için, "Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi..." buyurmuştur. Bu soru şudur: "Bizim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müracaat etmeye ihtiyacımız yoktur.. Aklımız, bu hususta yeterlidir. Biz, imanı kendimiz algılayabilir, isyanları da terkedebiliriz.. İşte bunun gibi, işlerimiz hususunda da, cehd ü gayret gösterebiliriz.." Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da şöyle buyurdu: "İman, içtihâd ile sa'y ü gayret ile elde edilemez. Tam aksine Allah, delilleri beyan eder, imanı süsler; derken böylece, yakîn hali meydana gelir. Yakîn hali hasıl olduktan sonra ise, durmak ve beklemek caiz değildir. Allah size, geri durmayı, beklemeyi, ancak fasıkın sözünü uygulamanın söz konusu olduğu yerde emretmiş, size, deliller zuhur ettikten sonra inâd etmeyi emretmemiştir.." Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak adeta "Hakkında şüphe olan şeyler hususunda bekleyin, durun; ne var ki o, imanı size, deliller ile sevdirdi. Öyleyse, onu kabul ve ikrarda duraklamayın, beklemeyin.." demek istemiştir. Yaptığımız bu izaha göre, "size ... sevdirdi..." ifadesinin muhatapları,"Eğer, o ... size uysaydı..." ifadesindeki muhatapların ta kendisi olmuş olurdu, özet olarak ayetin manasını anladığına göre, şimdi bunu ayrıntılı bir biçimde dinle. Biz, ayetin manasını, şöylesi birkaç mesele içinde, tafsilatlı olarak ele alacağız.

Birinci Mesele

Şayet birisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hem bilin ki, içinizde Allah'ın Resulü var." ifadesi ile, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müracaat etmek, O'nun görüşüne dayanmak kastedilmiş- se, daha niçin Cenâb-ı Hak, açıkça, "Araştırınız, soruşturunuz.. Peygamber'e müracaat ediniz" dememiştir? Binâenaleyh, böylesi açık bir ifade bırakılıp da, bu mecazî ifadeye başvurmanın hikmeti nedir?" derse, biz şöyle deriz: Bunun faydası, iyice pekiştirip tekîd etmedir. Bu böyledir, çünkü az önce bahsettiğimiz hoca örneğindeki şahsın, o hocaya başvurup müracaat etmenin gerekliliğini ifade hususunda, "Hoca orada yal.." şeklindeki sözü, "Hocaya müracaat ediniz.." şeklindeki sözünden daha kuvvetlidir, tekidlidir. Zira bu sözü söyleyen kimse, hocaya müracaat etmenin gerekliliğini, üzerinde ittifak edilen bir husus kabul etmiş, ona müracaat etmemenin sebebini ise, talebelerinin hoca efendinin oturduğunu bilmeyişleri olarak kabul etmiştir.

Buna göre adeta, bu kimse, "Sizler, bu meseleyi çözenin, halledenin hoca efendi olduğunda ve ona müracaat etmenin gerekli olduğunda, herhalde şüphe etmiyorsunuz.. Şu halde, eğer sizler onun (şurada) oturduğunu bilmiyor iseniz, bilin ki o oturuyor.." demek istemiştir. Böylece bu kimse, o hoca efendiye başvurmanın yerinde olduğunu, güzelliğini, onun o oturma işinden daha belirgin hale getirmiştir.. O adeta şöyle demek istemiştir. "Sizler, onun oturduğunu bilmiyorsunuz. Bu sebeple ona müracaat etmediniz, halbuki, ona müracaat etmenin güzel ve yerinde olacağı, sizce malûm ve yerindedir." Böylece de, o hocaya müracaat etmenin güzel ve yerinde olacağı hususunu, maddî (oturma) işinden daha açık ve net hale getirmiştir. Ama bu kimse şayet, "ona müracaat ediniz" demiş olsaydı, bu vurgulanamadı. Çünkü bu durumda bu kimse, "sizler, ona müracaat etmenin esas olduğunu bilmediniz..." demiş olurdu ki, bu iki ifâde arasında bir hayli uzaklık bulunmaktadır.

İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Hem bilin ki içinizde Allah'ın peygamberi var.." ayeti de böyledir. Yani, "Peygambere müracaat etmenin gerekli olduğu size kapalı değildir. Eğer onun aranızda olduğu, size kapalı ise, bilin ki O, sizin aranızdadır" demektir. Böylece Allahü teâlâ, ona başvurmanın, Peygamberin onların arasında olmasından daha belirgin hale getirmiştir. Çünkü, bunu açıkça söylememiş, ama, peygamberin onların arasında bulunduğunu açıklama cihetine gitmiştir ki bu, sarih ifadelerde bulunmayan, fakat mecazî ifadelerde bulunan çok kıymetli manalardandır.

İkinci Mesele

(......) ifadesinden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yanlış hususunda hiç kimseye boyun eğmediği, tam aksine, vahye ittiba ettiğini beyân etmek kastedildiğine göre, Cenâb-ı Hak, daha niçin bunu açıkça ifade etmemiştir? Biz deriz ki: Bir şeyin olumsuzluğunu, o olumsuzluğun delilini beyan ederek açıklamak, onu, delilsiz olarak açıklamadan daha tam ve mükemmeldir. Şart cümleleri, delilini açıklamanın yanısıra, olumsuzluğu beyan eden cümlelerdir. Çünkü, "Yer ile gökte ilahlar yoktur" denildiğinde, şayet birisi, "Yer ile gökte ilahlar bulunmadığını neye dayanarak söyledin?" diyecek olursa, o zaman, onun delilinin de getirilmesi gerekir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Eğer yerle gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiya, 22) buyurmuştur. İşte burada da böyledir. Şayet Cenâb-ı Hak, "o size itaat etmez.." demiş ve birisi de, "Niçin itaat-etmeyecek?.." demiş olsaydı, o zaman, "Şayet o size itaat edecek olsaydı, sizin faydanız sebebiyle size boyun eğmiş olacaktı.. Ne var ki, bu hususta sizin için bir menfaat söz konusu değildir. Çünkü sizler, o zaman sıkıntıya düşer de günahkâr olursunuz ki, sizin böylesi kötü durumlara düşmeniz de, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir.."(Tevbe, 128) buyurduğu gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e zor gelir.. Çünkü, onun size itaat etmesi, hiçbir şey ifade etmez.." denilmesi gerekirdi. Binâenaleyh bu, Peygamberin hiç kimseye itaat etmemesi gerektiğini, deliliyle birlikte bir açıklamadır. Halbuki bir şeyi, delile dayandırarak reddetme ile; delilsiz olarak "olmaz" demek arasında büyük bir fark vardır.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "İş hususunda onlarla müşavere et" (Al-i İmran, 159) emrinin hikmetini gerçekleştirmek ve Peygamberin, ashabına muvafakat ettiğini ve işleri, onların maslahatlarına uygun olarak yaptığını bildirmek için de, burada "birçok işlerde..." kaydı getirilmiştir.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Size imanı sevdirdi..." ifadesiyle, "O halde, duraksamayın, tereddüt etmeyin" manasının kastedildiğine göre, daha niçin, Cenâb-ı Hak bunu açıkça belirtmemiştir? Biz diyoruz ki: Bu, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, bu işin çok net bir şey olduğuna işaret etmek içindir. Yani, "sizler, yakın ve kesin olan bir şey hususunda beklenilmeyeceğim; çünkü artık ondan sonra bir derece yoktur ki, o dereceye ulaşmak için beklenilemeyeceğini; zira, zann-ı galib derecesine ulaşan kimsenin ancak, yakîn derecesine ulaşmak için bekleyebileceğini biliyorsunuz.. Öyleyse, yakîn olan hususta durmamak, beklememek gerektiği, malûm ve üzerinde anlaşılanbir husus olunca, Cenâb-ı Hak, (açıkça), "Beklemeyiniz, daha ne duruyorsunuz" dememiş, tam aksine, "Size imanı sevdirdi" buyurmuştur ki, bu da, "O, o imanı size açıkladı ve yakînî delillerle onu süsleyip izah etti.." demektir.

İmanın Kalbde Süslenmesi

Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat Allah size, imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi.." ifadesinde yatan anlam nedir? Biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "size ... sevdirdi" ifadesi, "O, imanı size yaklaştırdı, onu kalblerinize soktu; derken, o imanı kalblerinizde, sizler onu bırakmayacak, o da sizin kalbinizden çıkmayacak bir biçimde süsledi.." demektir. Bu böyledir, zira birtakım şeyleri sevip arzulayan kimse, o şeylerden birisi de yanında olup, yanında da çok kaldığında, ona meyleder. İmanın ise, hergün güzelliği artar.. Ne var ki, ibadetleri çok olan ve mükellefiyetlerin meşakkatlerine alabildiğine katlanan kimse nezdinde, bu ibadetler ve mükellefiyetler en leziz ve en mükemmel şeyler olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak birinci durum hakkında, "size sevdirdi" buyurmuş, ikinci olarak da, "ve onu kalblerinizde süsledi" buyurmuştur ki, Cenâb-ı Hak adetâ o imanı onlara yaklaştırmış, sonra da o imanı onların kalblerinde devamlı kılmıştır.

Küfür, Fısk, İsyan

Şu üç şey, yani küfür, fısk ve isyan kavramları arasında ne fark vardır? Deriz ki: Bunlar, kâmil bir imanın zıddı ve mukabili olan üç husustur. Çünkü, kâmil ve müzeyyen bir iman, kalb ile tasdikin, dil ile ikrarın, uzuvlarla amelin bir arada bulunduğu bir imandır.

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfrü, yani yalanlamayı size çirkin gösterdi" ifadesi, kalb ile tasdikin zıddı olan bir ifadedir. el-Fusûk ise, "yalan söyleme"dir.

2) Bu, bu ayetten önce olan, "Size bir fasık bir haber getirirse..." ifadesinden anlaşılan husustur ki, Cenâb-ı Hak böylece, yalan söyleyen kimseye fâsık adını vermiştir. Binâenaleyh, yalan söylemek de "el-füsûk" olmuş olur.

3) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetten sonra buyurduğu "imandan sonra fasıklık ne kötü addır!.."(Hucurat, 11) şeklindeki beyanıdır. Çünkü bu, "füsûk"un, sözle ilgili; kavlî bir iş olduğuna delâlet eder. Zira "füsûk" isimle birlikte getirilmiştir. Biz bunun ne demek olduğunu inşaallah açıklayacağız.

4) Bu da, aklî bir izah olup şöyledir: Füsûk bir kimsenin, taze hurma, kabuğundan çıktığında söylediği (......) vb. şeklindeki sözlerinden de anlaşıldığı üzere, itaat dairesinin dışına çıkmak anlamındadır. Çünkü "füsûk", çıkmak anlamında olup, daha sonraki kullanılışta ilave bir anlam olarak, taat olan şeylerin dışına çıkma anlamını kazanmıştır. Ancak ne var ki, füsûk (çıkma), kalbî işlerle ortaya çıkmaz, anlaşılmaz. Çünkü, kalblerdekine, Allah'tan başka hiçkimse muttali olamaz..Bu, amel ve fiillerle de ortaya çıkmaz. Çünkü işler bazan, unutma ya da yanılmadan dolayı terkedilebilir. Böylece de fıskı işlemeyen ile onu işleyenin, onu hatâen mi yoksa kasten mi yaptığı anlaşılamaz..

Ama söze gelince bu, konuşan kimsenin halinin üzerine dayandığı şeyi bilmek demektir. Binâenaleyh, imana girme ya da ondan çıkma işi, sözle anlaşılır. Bu sebeple, "füsûk"u. sözle ilgili bir iş kabul etmek, doğruya en yakın olan bir iş olmuş olur.

"İsyân”a gelince, bu da emri yapmamak, onu terketmek anlamında olup, daha fazla fiil ile ilgilidir. Binâenaleyh, bu bilindiğine göre, burada son derece güzel bir tertibin bulunduğu anlaşılmış olur, o da şudur: Allahü teâlâ önce, "küfrü size çirkin gösterdi" buyurmuştur ki, üçü arasında en büyük olanı budur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür.." (Lokman, 13) buyurmuştur. Daha sonra, "fasıklığı..." buyurmuştur. Yani, "Lisânen ortaya çıkan kötü şeyleri de... çirkin gösterdi..." Daha sonra da, "ve isyanı... "demiştir ki, bu da, bu üçü içinde en aşağı mertebede olandır. Yani, "Allahü teâlâ, en küçük olanı, yani "isyan" hususunda dahi müsaade etmemiştir.." demektir. Bazı kimseler de, ayetteki "küfür" ifâdesi ile, açıkça küfür sayılan şeylerin; "füsûk" ifadesiyle, büyük günahların; isyan ifâdesi ile de küçük günahların kastedildiğini söylemişlerdir, ama bizim yaptığımız izah, daha kuvvetlidir.

İsabetli Olanlar

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben, "(Sana diyorum), işte rüşdünü bulanlar onların ta kendileridir" buyurmuştur ki, bunda şöyle bir nükte vardır: Allahü teâlâ, işin başında, "Hem bilin ki içinizde Allah'ın peygamberi var.." buyurmuştur ki, bu, "O, sizin için bir mürşittir.." demektir. Binâenaleyh, mü'minlere bu şekilde hitap etmek, Hazret-i  Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mü'minlere şefkatli olup, üzerlerine titrediğine dikkat çekmek içindir. Şu halde Cenâb-ı Hak, meselenin başında, "Siz onun, size yol göstermesini istediğiniz sürece, o size bir mürşid olarak yeter..." buyurmuştur ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, mü'minlerin üzerine alabildiğine titremiş, onlara doğru yolu göstermiştir. Bu izaha göre, râşidûn kelimesinin anlamı, "Onlar, Peygamberin kendilerine getirdiğini yaptıkları ve Peygamberin yasakladığı şeylerden sakınıp kaçındıkları için bu doğruluğa (rüşde) muvafık olanların, erişenlerin ta kendileridir" şeklinde olur.

Allah'ın Lütfü İle

7 ﴿